• elinde avucunda ne varsa onu sertleştirmek ve sağlamlaştırmak için kullanman gereken şey. hayatlar hiç de ceteris paribus koşullarında geçmiyor zira.
  • sandıkların hikayesi merak uyandırır. çekmeceler ise çocukluktan gelen o karşı konulmaz arayışın bir istenç olarak kapatıldığı küçük kutulardır, o yüzden hep kurcalanması gerekir ve gizini kulpuna bırakır. çocukluktan yetişkinliğe doğru, kurcalanan çekmeceler, ihtiyaç duyuldukça açılan küçük kuyular olur. evlerin kuytu köşesindedir sandıklar. üstelik, kendi hayat ağırlıkları yetmezmiş gibi içlerine sığmayanı, üstlerinde taşırlar, yıkılmaz emanetçileridir diğer eşyaların. sandıklar, ağırdır, büyüktür. hayat tanımını varlıklarıyla yaparlar. muhtemelen çeyiz denen sararmış, biriktirilmiş hayallerin ahşap anıtlarıdır. çoğunlukla annenizin gençliğine kırgın bir ithaf gibi kapalı kapağının altında geçmişin masalcısı misali dururlar. bekleyişlerin, özleyişlerin, oya gibi işlenmiş hayal kırıklıklarının, dantelli mutlulukların, sabun kokulu hatıraların, beyazlığından suçlu havluların içinden taşamayan ferahlıkların, ucu yırtılmış mazinin fotoğraflarına eklenen sevinçlerin ve üzüntülerin üzerine kapatılan kapağının altında heybetlidirler.

    sandığın içine sığmayanların terk edildiği çekmecelerse bekler. en çok açılmayı. sandık kadar sağlam olmamaları sakladıklarının her an ortaya saçılmasından korktukları içindir. çekmeceler, bir elin dokunuşuna telaşlanırlar. varlıkları genelde hoyratlığa teslim, talihleri yoğunlukla eskimeye mahkumdur. aile, biraz böyledir: sandıkların ve çekmecelerin ardına gizlenen koca bir dünya. sandığın kapağını kapatan, çekmeceleri kimse yokken karıştıran. kapağı koyu bir ağırlığı taşıyan sandığın yükü, geçmişle gelecek arasında ileri geri hareket etmekten yorgun düşen çekmecelerin kırılganlığından sorulur.

    kabuk, bu yüzden… ve bu yüzden böylesine kalın sıradanlığımız

    zeynep kaçar, kabuk romanı ile kelimelerin aslî görevi olan suskunluğu, aileyi dile getirerek parçalıyor. sandığın kapağını açıyor, çekmecelerin yerini değiştiriyor.

    ailenin o kıramadığımız, içinden çıkmaya çalışırken bocaladığımız, nefret ettiğimiz, yabancısı olduğumuz, anlayıp yorumlayamadığımız kabuğunu anlatıyor.

    sırları. büyümenin zorluğunu. yersiz yurtsuz yetişkinliğimizi. duyguların hapsolduğu ruhların bir türlü yer edinemediği bedenlerde nasıl kaskatını kaldığını virgülle nefeslenmeyen uzun cümlelerle haykırıyor.

    kimsenin bilmediklerini. toplumsal cinsiyet rollerinin alnımıza yapıştırılan etiketlerinin o ürkütücü etkisini gösteriyor.

    bir varlık alanını tanımlamaktan çok “kurum” olan ailenin toplumsal ve ahlaki arazlarını, tamamlanamamışlığının parçaladıklarını detaylandırıyor.

    özellikle kadınların zorunlu bırakıldıkları yaşam tahayyülüne, kapalı kapılar ardında onların kulaklarına fısıldananlara, yuva bellemeleri gereken görevlerine, bedenlerine sığmayan çığlıklarına, korkularına, terk edilişlerine, sorgulayışlarına, mutsuzluklarına, endişelerine, güvensizliklerine ayna oluyor.

    aynanın sırrı dökülüyor. hakikat, anlamı katmanlara ayırıyor. büyüdükçe kabuğun yarasından sızan öfkeye sesleri ekliyor. kadınların seslerini. hangi kadının sesinden okursanız okuyun cümleleri, size ait oluyor.

    “hayat gelir ve geçer. ağır ve karanlık ve yorucu ve uykusuz ve zalimdir hayat. umduğunla başına gelenler arasında dünyadan güneşe uzanan yol kadar mesafe vardır. hep mutlu olmayı ummak kocaman bir aptallıktır. insan sadece kendi olmalıdır. kendi denilen şey ne ise o. sınırları vardır, bir ara çizer insan, yürüdüğü yollar boyunca çizer, tanıdığı insanlara baka baka, yaşadıklarından anladığıyla, aynaya baktığında gördüğüyle çizer insan, birtakım dallara taşlara, çalılara takılır yol boyunca ve her bir çizik yara bereyle kendinin tarifini çizer derisine. parmak iziyle, gözünü eğişiyle utanırken, başını biri seslendiğinde arkaya doğru çevirişiyle, sevdiği kabak tatlısıyla, sevmediği mor desenle, kocasına göre aldığı şekille, doğurduklarının başka insanlar olduğunu gördükçe, kızdığında söylendikleriyle, susup içine attıkları ve kimsenin bilmediği hisleriyle. insan sadece kendi olmalıdır.”

    kabuk , yazarın yarattığı akışkan zamandan, yıllar boyu baldıran zehri gibi ailenin açtığı gedikte birikenleri, yaralanan hayattan ayırıyor. torun füsun, annesi sezin ve anneannesi sabiha, birlikte iyileştiremedikleri hayat kesiklerini, içlerinde muamma kalan duygularını tüm öfkeleri ve cesaretleri ile zihninize yerleştiriyorlar. her bölümde değişen anlatıcılar hikayeyi çizgisel olmaktan çıkarıp zamanı büküyor. zeynep kaçar, ailenin odalarında eşyaları öylesine yerli yerine oturtuyor ki bilinç akışının hızı, sağlamlığı ve dilinin sınırsızlığı güçlü kurgunun etrafında yeni bir zaman ve uzam yaratıyor. “baştan aşağı bir acımasızlık meselesi olarak erkek olmak”, romanın erkek kahramanlarının kendi anlattıklarından ziyade kadınların onlar hakkında söyledikleri ile anlam kazanıyor. güven ve mutluluk arayışı, ailenin kadınlarının kumaşlar ve yemekler üzerinden anlamlı kılmaya çalıştıkları, hayatın efsunlu kaçışlarına ekleniyor. anılar, dikenli tellerle çevriliyor. romanın kadınları bu telleri koparırken özgürleşecekleri bir bahçenin hayaline düşüyor. kilolarının sorun olmadığı, aldatılmadıkları, hayat sorumluluğunu sırtlarına yükleyenleri geride bıraktıkları, sokaklarda istedikleri saat varolabilecekleri bir hayatın hayali. sürekli bağışlayıcı olmadıkları, sözlerinin hükümsüz sayılmadığı, matemli hüzünlerini ve kederlerini geride bırakabilecekleri bir dünyanın olanaklılığını sorgulatan romanın kadınları, gizli de olsa dünyaya inanma inadını taşıyor.

    “…mesafe. evet. mesafe çok mühim. içinden bakarsan görünmüyor lakin biraz uzaktan bakarsan gerçekler olduğu gibi duruyor karşında. kimbilir neleri fark edemiyoruz çok yakından baktığımız için? hatta kendimizi bile!”

    aile, kendi kabuğunu kabuk’un sayfaları arasında kırıyor, parçalanıyor. etrafa saçılan parçaları toplama görevini mi üstlenirsiniz yoksa o kabuğun yabani, sıradan, eskidikçe tozlanan, rutubetle havasız kalan yerinde mi kalmak istersiniz bilinmez lakin kabuk, bedene ve ruha biçilen kumaşların epriyen yerlerini yamamak yerine o kumaştan kurtulmanın yollarını arayanları anlatıyor. bu sayede akıl ve delilik, güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kötülük romanın metninde alt okuma yapmanıza olanak tanıyacak başlıca alanları betimliyor. ailenin makûs kabuğunu kırmak için makul olmakla cesaret gösterebilmek arasındaki yerde zeynep kaçar, sandığın kapağını ustalıkla açıyor, çekmeceleri kurcalamayı size bırakıyor.

    “başkaları, sandığımız kişi olmadığımızı hatırlatmak için giriyor hayatlarımıza. biz kendimizi aşağı yukarı bir şeylerle tanımlarken, onlar bize başka bir yüzümüzü gösteriyor. kendi gerçeğimizin dışına çıkıp bakıyoruz ve öyle ya da böyle kabul ediyoruz yeniden tarif edildiğimiz hali.”
  • çok yorgun ve küskünüm. kabuğumun içine cenin pozisyonunda kıvrıldım. biri beni kabuğumdan sevsin.
    hiçbir şey sormasın. hiç anlatmasın. sadece kabuğumu sevip biraz şefkat göstersin.
    kabuğum acıyor.
  • hikayesi, kurgusu, anlatımı bir yana en çok kapak tasarımını sevdiğim roman.

    üç kuşağın hikayesi karışık bir şekilde kahramanların ağzından anlatılıyor, 30-40 sayfa sonrasında da karakterler oturmaya başlıyor.

    yaşadıkları şeyler ile deliren kadınların dilinden sıradanlığa duyulan özlem güzel anlatılmış. sanırım en çok o kısımları sevdim. bir yerde börek yiyen insan sıradanlığından bahsediyordu mesela.

    "hayat bazen işte böyle böreği tüm kaygılardan uzak yiyebilmekten ibaret..."

    umarım delilik denen şeye hiç bulaşmadan göçer gideriz şu hayattan.
  • eski türkçe kapıg, kabag ve “kapak, örtü” anlamındaki kapgak, kapkak, kapak kelimelerinin kap fiilinden geldiği düşünülür. kabuk da kuytu gibi belirsiz şekillerde ancak zemine kubbeden daha yakın olandır.

    semptom olarak kabuk ; tadından yenmez !

    yaralanma sonrasında kabuklanma , acının gösterenidir. kabuğun olduğu yerden kopması; ne kadar fizyolojikse , kabuğun vücuda , veya senin bakmana yabancılaştığı anda vücudundan ayırman için gereken acı ,tahammül etmene izin verdiğin acıdan az ise koparırsın, bu da en az kendi kendine kopması kadar fizyolojiktir.

    kabuk, bir deniz canlısının ömrünü sürdürdüğü yer olarak, bir çok korunma fonksiyonunu sağlar. kabuk yalnızlık da verir. kaplumbağaya "eski türkçede kaplı bağa ( yani; kabı olan bağa: kaplumbağa kabuğunun hammaddesi) " ağırlığınca ev, ağırlığınca yavaşlık, ağırlığınca ağırlık, ağırlığınca ağrı verir kabuk. bu kabukta olgunlaşmadan, acıtmadan atılmaz.

    sır olarak, sırlanmış kabuk, herşeyi olduğundan farklı gösterir.

    (bkz: sinthome)
    (bkz: kaplumbağa)
    (bkz: kuytu)
    (bkz: ağrı)
  • cevremize - bazen farkinda olmadan- sardigimiz; korkularin, biriktirilmi$ yaralarin, kanin ve acinin muazzam bir hunerle dokudugu bir bekleme yeridir kabuk.

    ufak bir alan, bir magara, uzayin sonsuz derinligi ya da atilan adimin buyuklugu... hayal gucuyle beslenen ve boyutlari sinirsiz bir alan; ruhun kanayi$inin onune gecmek icin hazirlanmi$ bir set, artik parcalarin israf edilmeden butunle$tirildigi koca bir yamadir.

    farkli cografyalarda, farkli acilarla e$siz yapilar meydana getirir...

    kimi zaman kucuk bir magaradir. iceri giri$imizde oncelikle kendi eserlerimizle kar$ila$iriz. duvarlarda buldugumuz sirlar, ke$fedilmemi$ diller, tum semboller ve anahtarlar gozlerimizi kama$tirir. derin bir ku$kuyla yakla$iriz. onlara dokunur, onlari kucaklar ve -sanki bunu ilk defa yapiyormu$casina- konu$uruz. sonra sesler duyariz; daha once hic i$itilmemi$, butun varligimizla duydugumuz, $efkate bulanan sesler... yarattigimiz olaganustu tiyatronun ortaya koydugu bu ic dunya trajedisi, bize huzur ve gerceklik vaadeder o an. acidir. oysa bilincin derin sularina atilan buyuk ta$larin yankilaridir kucuk magarayi dolduran. hicbir $eyden habersiz devam ederiz oyunumuza. ta ki, cizdigimiz sinirlari kolayca bulup, bir tekrarlamaninortasinda oldugumuzu anlayana kadar...

    bazense harikulade bir saraydir kabuk. buyuk salonlarindan tum gizli odalarina kadar sahte mukemmelligi ve hic gorulmemi$ guzelligiyle oyalanip dururuz. icinde kayboldugumuz ve kendimizi unuttugumuz korkunc bir yapidir o; issizliginda bogulabilecegimiz... ihti$amli pencerelerinden di$ariyi -dunyayi-, ufak kipirtilari ve guluc cabalari a$agilayarak izleriz...

    gunler, aylar -kim bilir- seneler gelip gecer. kimse dokunamaz icimize. hic kimse kiliciyla kesip, de$emez zirhimizi. dik ve magrur ba$imizla, olu$turdugumuz bu 'ya$ayan yuk'u atlas misali ta$iriz...

    tekrarlamalar tekerlemelere donu$ur. agizlarda aci tadlar birakir tekrar edilenler. gun i$igi ozlenir, oksijenin tadi garip gelir. bir melankoli hissi tabana dogru coker. "acaba dun buradan gecmi$ miydim?", "ne zaman yola ciktim?", "ne kadar?".... bir kainat vakti boyunca sorular ormeye ba$lar her yeri. anlamsizlik agirligini arttirmaktadir. nefes almak gucle$ir...

    bir an, okyasnusun kokusu, yapraklara a$ik bir kemanin sesi, bir cocugun e$i bulunmaz gulu$u, belki de aci bir kayip dayanir kapiya. israrcidir; en kuytu ko$elerine kadar tum odalarda yankilanir cagrisi...

    i$te o an yaratilmi$ butun goruntuler silinir, sesler kaybolur, tedirginlik ve bir korku hali sarar her yani. tarifsiz bir bo$lukla birlikte uyani$a terkediliriz. ordugumuz tum sahte guzelliklerin ortasinda gozya$i golcukleri olu$ur. kabuk'un tek zaafi gozya$idir; her damlasinda ilmikleri hasar gorur. doganin orkestrasi muzigiyle sararken etrafini, iceride ritmik bir $ekilde caglar gozya$lari. duvarlari zorlar, catlaklar acar ve di$ari sizar. buyuk saltanat, oyun bahcesi, tiyatro; tek korunakli yerimiz parca parca devrilir, ilmik ilmik cozulur. son nefesini verir kabuk...

    engin bir sahilde uyanir varligimiz. oylesine ciplak, oylesine 'farkinda'yizdir ki, irkilir yeryuzu. gercek mucadeleyi vermi$, en onemli sava$i kazanmi$ olsak da oduller sunulmaz, taclandirilmaz ba$imiz. ortadadir her $ey ama alinmayi beklemez...

    artik yollar vardir kar$imizda; tum sarsici ve arindirici gucleriyle cagirirlar. tek yapmak gereken ayaga kalkmaktir;
    okyanusun kalbini, uzak ormanlardan gelen o kemanin sesini bulmak ve bir kac cocugu mutlu etmek icin...
  • dizinizdeki kabuk bir düşüşün hatırasıdır, hatırlamadığınız bir düşüşün -unutmak istediğinizden ya da sarhoşluktan-. kabuğuna baktığınızda yaranızı düşünürsünüz.
    ev olan kabuk vardır bir de, yabancıların giremediği hemen boynunuzdan içeri çektiğiniz kendinizi. bir adımla çıtırt sesiyle kırılabilir olandır, bunca zaman tüm kurduğunuz savunmanız, güveninizdir. kırılır.
    dışınızdaki kabuk korunmanız içindir, darbelere dayanıklı, sağlam görüntünüzdür. en yalan kabuk budur. budur soyunduğunuzda birilerinin gözünde vitamininizi kaçıran. ve posanız çıkarıldığında sizden kalan bir kaç parça ile en işlevsiz yanınız. oysa tek bir kerede soymak gibi bir elmayı sevdiğiniz birine siz o kabuktan özenle sıyrılmışsınızdır, ince ince dilimleyip kendinizi servise sunmuşsunuzdur en tatlı halinizle. nafile. vitamini kabuğunda olmalıdır insanın...
    kabuk işte yaraların bağladığıdır. ardında yara izi olandır kabuk.
    bir adımda kırılan sığınağınızdır. dikkatsiz adımlarla kırdıklarında kabuksuz bir kaplumbağa ya da sümüklüböcek neyse öyle korunmasız bırakandır sizi.
    soyulması bir dolu emek isteyen ama birilerinin elinizde bıçakla, soymuş olmanıza, "ama vitamini kabuğundaydı" şeklinde yüz buruşturmasıdır...
  • içinde rahat edilen, huzur bulunan, daim kalınmak istenen mekan. insan için de benzer bir durum söz konusudur.
  • çok sevdiğim bir arkadaşımın hediyesi olarak tanıştığım ve neden daha önce haberim olmadı diye kendime kızmamı sağlamış zeynep kaçar romanı.

    --- spoiler ---

    'kendime bir türlü anlatamadım, özlemek ne? özlemek birini yanında istemek ama onu asla ve asla bir daha görememek. ben onu görmesem o yaşasa, dünyanın öbür ucunda olsa, sesini hiç duymasam, yüzünü hiç görmesem ama bilsem o hayatta, özlemek öyle bir şey mi? hiç görmeyeceksem, sesini duymayacaksam bir daha ...

    ne özlemek? kafam çok karışıyor. çünkü artık sanırım bir kalbim yok. kalbim olmadığı için bazı şeyleri yeteri kadar iyi anlayamıyorum. bir kalbim olsa yaşayamazdım onsuz, yaşadığıma göre hala ve hala utanmadan arsızca yemek yediğime, uyuduğuma, onunla bununla konuşup hatta arada güldüğüme göre benim bir kalbim yok ve o yüzden anlayamıyorum bazı şeyleri. utanmaz, terbiyesizin teki olurdum bir kalbim olsaydı. ama çok şükür yok.'

    ----

    'bazı kadınlar aşık olduklarında ne yapacaklarını bilemezler. aşk onlara göre değildir. kendilerini akıl sahibi sanan bu kadınlar bir anda akla dair ne varsa yitirirler. duramazlar. bir dursalar, biraz sakin, kısa bir an bile yeter ama hayır, duramazlar. ne varsa içlerinde bir önce, hemen oracıkta öylece olu orta dökmek, bütün duyguları yaşamak ve o dinginliğe varmak isterler. varılsa oraya dinecek sanırlar tüm endişeleri. ne yazık, düşündüğümüzden kuvvetli bir zehirdir endişe. bazı kadınlar aşktan çok endişeyle zehirlenir.'

    --- spoiler ---
  • her çocuk emin olmalı annesinin sevgisinden. bir tek bu bilgi bile yeter insana ömür boyu ayakta durabilmek için. bunu bilmeden, hiç bir zaman gerçek bir hayat yaşayamıyor insan, gerçek bir insan olamıyor. bir ucubelikten başka bir ucubeliğe savruluyor sürekli. kendini duvardan duvara vurmak gibi .
hesabın var mı? giriş yap