• mailime gelen bir yazıyı paylaşmak istiyorum.. *

    korku içindeyiz. sürekli bir şeylerden korkuyoruz. yarın gözümüzü ekonomik krize açıp bir anda borçlarımızın katlanmasından… durakta beklerken bir bombayla paramparça olmaktan…hiç beklemediğimiz bir anda işsiz kalmaktan…tüm yaşamımızın bir anda değişmesinden… çocuklarımıza karanlık bir dünya bırakmaktan…korkuyoruz!

    korktukça içimize kapanıyoruz, yalnızlaşıyoruz, mutsuzlaşıyoruz!

    tam da mutsuzluğun dibine vurduğum bir günde bir kitapçı vitrininde karşılaştım doğan cüceloğlu'nu son kitabıyla.

    kitap adıyla tavladı beni : korku kültürü!

    kitabın alt başlığı adından bile güzel: niçin mış gibi yaşıyoruz?

    psikoloji profesörü cüceloğlu ile tv8'de cumartesi sabahları yayınlanan programının çıkışında konuştuk.

    uzun ve epey öğretici konuşmanın sonunda anladım ki türkiye'nin suyu hasta!

    niye mi?

    işte doğan cüceloğlu'nun ağzından nedenleri… bir arkadaşım anlatmıştı. japon balığı almış. işten sonra evine gidip balığını seyrediyormuş. şahaneymiş seyretmesi, böyle dalga dalga gidiyormuş balık. ama bir süre sonra balık yan yatmış, debelenmeye başlamış. kavanoza koyup deniz biyoloğu olan bir arkadaşına götürmüş. biyolog incelemiş, demiş ki;

    - iyi haberim var, kötü haberim var, hangisinden başlayayım?

    - hangisinden istersen

    - iyi haberim balık hasta değil. kötü haberim suyun hasta.

    - su hasta olur mu ya?

    - evet olur, iyi oksijen almıyor bu su. bundan dolayı bir bakteri girmiş .ve bu bakteri balığın sinir sistemini böyle etkilemiş.

    - ne yapmam lazım?

    - balığın suyunu değiştireceksin , bir de pompanı değiştireceksin.

    su değişince, pompa sistemi değişince gerçekten de balık iyileşmiş bir süre sonra. yine şahane biçimde dalga dalga gitmeye devam etmiş!

    bizim suyun hastalığı ne peki?

    korku kültürü.

    korku kültürü kavramını biraz açabilir misiniz?

    korku kültürü yaşamda gücü temel olarak kabul eder. hayatta en önemli şey güçtür. bu nedenle yaşam sürecinin kendisini sıfırlar.

    mutluymuşsun, coşkuluymuşsun, zevk alıyormuşsun hiçbir önemi yok. seni güçlü kılıyor mu kılmıyor mu ona bakacaksın. bu da sonuçlarla belli olur. mevki edindin mi, para kazanıyor musun, şöhretli misin, göster bana! böylelikle yaşamın bir süreç olarak değeri yok, güç temel değerdir. güçlü olan haklıdır, çünkü o güçlüdür. güçlü olanın denetleme hakkı vardır, çünkü o güçlüdür.

    yönlendirir. böylelikle tüm ilişkiler ve yaşam onun üzerine oluşmaya başlar. o nedenle böyle bir toplumda insan insana ilişki yoktur, güçlü güçsüz ilişkisi vardır. kadın erkek ilişkisi yoktur, güçlü güçsüz ilişkisi vardır. patron işveren ilişkisi yoktur, güçlü güçsüz ilişkisi vardır. bir toplumda "sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diye soruluyorsa o toplumda güçlü güçsüz ilişkisi vardır!

    korku kültüründe insanların ilk karşılaştıklarında akıllarından geçen şudur: şimdi burada kimin borusu ötecek. o yüzden kolay kolay gülümsemezler, başka tarafa bakarak el sıkarlar. yani diyor ki: yersen, burada baba benim. böyle durumlarda ben kendimi nasıl tanıtacağım. profesör doktor doğan cüceloğlu. mutlaka mevkimi söyleyeceğim. yani işte 15 kitap yazdım, tv programı yapıyorum, filan, filan…bir kıdem listesi yapacağım sana güçlü olduğumu göstermek için. çingeneler kavga ettiğinde bende bu var diye sende ne var diye atışırlarmış ya… bizdekinin aynı. adam kitap yazıyor, üzerine prof bilmem kim diye titrini yazdırıyor, ne gerek var?

    korku kültüründe eşit ilişki yoktur, kim daha güçlü, kim daha üstün ilişkisi var. daha evlenirken bu karı koca ilişkisinde kendini belli eder, ilk gece gözünü korkutuyor, ilk gece. anne baba çocuk ilişkisinde de öyle.

    anne baba ilişkisinde nasıl?

    çocuk bir kere 0 - 7 yaş arasında müthiş bir mücadele veriyor.

    ne mücadelesi veriyor?

    varolma mücadelesi veriyor. "yemiyeceğim" diyor, "doydum" diyor. "yiyeceksin" diye ağzına tıkıyoruz kaşığı. "aç değilim" diyor.

    "hayır açsın" diyoruz. düşünebiliyor musun ya? şu işkenceyi düşünebiliyor musun?

    geçen gün üniversite öğrencilerinden oluşan 70 kişilik bir gruba konuştum. bir kız öğrencinin önüne gittim. "merhaba" dedim ama görüyorum nasıl korkuyor. inşallah doğru cevap veririm kaygısı var yüzünde. "sabahleyin karşılaşsak ben sana sorsam 'uykunu alabildin mi?' diye. uykunu alıp almadığını bilebilir misin?" dedim. "bilmem, belki" dedi. bu çok acı bir şey. "peki" dedim "senin uykunu alıp almadığını senden daha iyi bilecek kim var?" ona da cevap veremedi. üniversite öğrencisi bu! yandaki arkadaşa döndüm.

    "aç mısın tok musun bilir misin?" dedim. cevap veremedi, ııığğğ filan yapıyor. "senin aç ya da tok olduğunu senden daha iyi bilebilecek biri var mı?" dedim. "lokantacı "dedi. bunlar üniversite öğrencisi! bunlar bu kadar sınavdan sonra üniversiteye girebilmiş seçilmiş insanlar! ama düşünün öyle bir yaşamı boşaltma durumu var ki çocuk aç mı uykusuz mu bilmiyor.

    ve ben psikolog olarak şunu söylüyorum. bir insanın yaşamının temeli 0 - 7 yaş arasında atılıyor.bir vatandaşın vatandaşlığının temeli de 0 ile 7 yaş arasında atılıyor. neye benziyor bu biliyor musun, eğer siz bir çocuğa 0 - 7 yaş arasında türkçe öğretemezseniz, ondan sonra da düzgün türkçe konuşamaz, ona benziyor. eğer çocuklarınıza 0 ile 7 yaş arasında vatandaş olma bilinci veremezseniz ondan sonra ikinci dil öğrenirmiş gibi zorlukla aksak öğreneceklerdir.

    o zaman o üniversitelinin aç olup olmadığını bilmemesinin nedeni de annesinin çocukken aç olmadığı halde zorla yedirmesi mi? onun adına kararlar vermesi mi?

    bu ufak bir örnek. genel olarak çocuğa verilen mesaj önemli. "sen küçüksün bilmezsin büyükler bilir. sen kimsin ki…" bu genel mesaj yerleşince " ben kimim ki, otorite daha iyi bilir" inancına dönüşüyor. korku kültürünün özü bu!

    öyle olunca yaşam tamamıyla gerçeğin araştırılması değil, özgürce bir yolculuk değil, bireylerin, grupların, cemaatlerin birinden daha güçlü olma mücadelesine dönüyor.

    türkiye'de siyasal anlamda yaşanan da bu değil mi?

    evet! işte bu korku kültürünün aksi olan saygı kültüründe çok temel bir değer vardır. o da gerçeğe saygıdır. üniversite neden vardır? gerçeği keşfedip,öğrenip, yaymak için vardır. oysa bu korku kültürünün umurunda değil. korku kültüründe üniversite makam için vardır, mevki için vardır, daha güçlü olmak için vardır. araştırma yapmaktan daha çok nasıl kulis faaliyetleriyle, ayak oyunlarıyla makam elde edileceği öğrenilir. ayakta kalanlar, mevki, makam sahibi olanlar bunlardır. ve bunlar bir öğrenci çok akıllı ve yetenekliyse korkarlar, onu asistan almazlar.

    sadece üniversitelerde değil, hiçbir yerde çok akıllı adam istemezler türkiye'de.

    evet, çünkü tehlikesin. ama ben 25 yıl yurtdışında bulundum. orada adamın seni sevmesi veya sevmemesi üçüncü dördüncü derecede ilgilendiği bir şey. "sevmem ama harika bir kafası var, ondan dolayı buraya getirmek zorundayım" diyor. "arkadaşım olarak görmem ama hakkını veririm" diyor.

    şöyle düşünmek lazım. hepimiz bir ekibin parçasıyız. ben şu çocuğun ( parkta oynayan çocuğu işaret ederek) daha mutlu olmasının bir parçasıyım. herkes böyle düşünmeli. o çocuk mutsuzsa emin ol şu veya bu şekilde o mutsuzluk benim hayatımı etkiler. trafiği düşün, herbir kişinin araba kullanışının kalitesi diğerinin hayatını etkiler. sarhoş ise, yorgun ise, hızlı ise trafikteki herkes etkilenir. toplumda da öyle. ben buna biz bilinci diyorum. korku kültüründe biz bilincinin gelişmesi mümkün değil. ya ben bilinci denilen arsız saldırgan kültür gelişir, ya da sen bilinci denilen ezik kişiliksiz kültür gelişir.

    arsızlar ezikleri daha da eziyor yani o zaman?

    zaten sen diyenler "meee" diyor, "çoban yok mu? uykum var mı yok mu bana söylesin, biri benim hakkımı korusun."

    mesela sınıfa girin öğretmen olarak. korku kültürüyle yetişmiş çocuğa güler yüzlü davranın, "günaydın çocuklar nasılsınız?" filan deyin. üç dört ders sonra size parmak atmaya kalkarlar. siz üzülürsünüz ben bunlara insan muamelesi yapıyorum, yaptıklarına bak diye. size süratle öğretirler nasıl öğretmen olunması gerektiğini. demek ki korku kültüründe korkutulma ihtiyacının giderilmesi için korkutan birisinin olması lazım. el ve eldiven gibi. ve bu bir yaşam felsefesi. mesela korku kültüründe yetişmiş kadınlar da korkutan erkek ister. onları korkutmayana "ne biçim erkek" derler.

    türkiye'de yüzde kaç korku kültürü hakim?

    şimdi belirli bir azınlık grup var. insan hakları, çocuk hakları diyen, insanca bir yaşam isteyen, birbirlerine "günaydın" demek isteyen, trafik kurallarına uyan…benim gördüğüm kadarıyla çok az…ve bu insanlar çok yalnız. eğer türkiye'de uygar insan gibi yaşamaya çalışırsanız süratle kendinizi keriz olarak görürsünüz. o sınıfa girip de "günaydın" diyen öğretmenin durumuna düşersiniz.

    başınıza gelmedik kalmaz yani?

    kendinizi korursunuz ama o zaman da kendinize yabancılaşırsınız. bir mutsuzluk yaşamaya başlarsınız. ve altını çizmek lazım.

    kimsenin kabahati yok. kimse kötü niyetle yapmıyor bunu. bildiği başka bir şey yok. 0 - 7 yaş aralığında bunu öğreniyor. bildiğini de gelecek nesle bağırta çağırta aktarıyor. bu böyle gidiyor.

    nasıl ki alfabeyi değiştirmek için seferberlik yaptık, köy köy gezip anlattık. bence bizim ana babalığı öğrenmemiz için de aynı şey lazım. çok ciddi olarak ve bilimsel olarak. ve bunu herhangi bir ideolojinin herhangi bir güç kapma yarışının parçası haline getirmeden yapmak çok önemli.

    türk politika tarihinde korku kültürü ne kadar hakim? hep korkutularak mı yönetilmiş türkiye?

    korku kültürünün dışında başka bir akım olmamış. avrupa'nın yaşadığı aydınlanma, birey olma hakkı mücadelesi olmamış. işte atatürk devrimleriyle bunu yapmaya çalışmış. fakat korku kültüründe yetişmiş insanlar onu da hemen bir canavar haline getirip iki kampa ayrılmış, hangisi güçlü olacak mücadelesi yapıyor. iki tarafında anlaştığı temel değerler nedir konusunda bir araştırma içerisine girmiş değiliz. ben şimdi olanların hepsini korku kültürü içinde bir mücadele savaşı olarak görüyorum, bu da bana acı veriyor.

    bir de bu savaşın, bu en tepedeki güç savaşının bizlerde, sıradan insanlarda yarattığı korkular var. herkes endişeli, kaygı içinde ve mutsuz.

    gerçeğe saygı bir değer olarak kurumlarda yaşamıyorsa o zaman benim çok dikkat etmem gereken şeyler var. ailem var, işim var, düzenim var. yaşamımı devam ettirmek için benim ya çok güçlü olmam lazım ya da çok güçlü bir ekibin parçası olmam lazım. bütün mücadele böyle dönüyor şimdi türkiye'de. karşı tarafın hakları umurunda değil, zerre ilgilendirmiyor. bir onların gözüyle bakayım diye kimse demiyor. çünkü bakarsa gücünü kaybediverir. o yüzden herkes yüzde 100 haklı olduğunu iddia ediyor. o yüzden de diyalog imkanı ortadan kalkıyor. diyalog imkânının olabilmesi için herkesin "arkadaş sen de ben de farklı bakıyoruz ama müşterek bir gayemiz var" diyebilmesi lazım. müşterek kabul ettiğimiz kriterler olması lazım. bu kriterler yok. o yüzden ben sana baktığımda acaba hangi taraftan diyorum. sana da sormuyorum, güvenim yok, alttan alttan anlamaya çalışıyorum.

    benim gördüğüm kadarıyla hem parti içi hem partiler arası politika güç mücadelesinden başka bir şey değil. kim mevkiye makama gelirse nemalanma durumu olarak görüyorum bunu. içten içe hepimiz de bu böyle olur diye kabul etmişiz. o nedenle korku kültürünü bizim en önemli baş belamız olarak görüyorum. henüz daha farkında değiliz nasıl ki balık suyun farkında değil, biz de korku kültürünün farkında değiliz.

    bizim de suyumuz mu hasta?

    aynen öyle, akvaryumun suyu aynı olduğu sürece yeni balıklar koysan bile bir süre sonra onlar da hastalanır. şimdi biz ne yapıyoruz, milletvekillerini suçluyoruz. sanki onlar gökten zembille indi. onlar da bizim balığımız!

    peki suyu iyi etmek için ne yapmak lazım? suyun ilacı ne?

    değerler! ilk değer gerçeğe saygı. anne baba olarak çocuğunun gerçeğine saygı duyacaksın.

    ikinci değer, gerçeğe sevgi.anne baba olarak çocuğunu seveceksin.

    en önemlisi de yaşama saygı. çocuğun kendi yaşamında kendisi olarak var olabilmesine saygı duyacaksın!
  • toplumsal korku olarak da adlandırabilecek korkma eyleminin kültür haline dönüşmesidir.
    türk toplmununda sıkça gözlemlenen bu durumda herkes birinden ya da bir şeylerden korkar. kız eve erken gitmek zorundadır, babadan korkar; çalışan işi pratiğe taşıyacak projesini patrona söylemekten korkar; fırıncılar, greve gitmekten korkar; herkes trafikte kalıp geç kalmaktan korkarlar.
    aslında insanlara bir çok eylemi/olguyu yaptıran da bu korkudur. birey olarak ayakta kalabilmek bizim toplumun sorunudur, hissedilen baskı ve korku sonucu güdülmüş * insanlar, "ben birey olarak varım, ayaktayım, yılmıyorum" demekten aciz kalırlar.*
  • basit bir örnekle; kalgon kullanmazsanız makina kireçlenir.
  • bir yaşam felsefesidir. bu kültürde ezenler ve ezilenler vardır. korkulacak bir güç olmadıkça insanların ve kuralların hesaba alınmadığı kültürdür. ortamda korku varsa bu korkunun kaynağına saygı duyulur. eğer ortamda korku yoksa kişilerin insan olarak değeri yoktur, kurallara uyma zorunluluğu duyulmaz. insanın özü, onuru tekliği önemsenmez; önemli olan güçtür.
  • frank furedi'nin ayrıntı yayınlarından çıkmış kitabı. korkunun insanları birbirine yabancılaştırdığını, yalnızlaştırdığını ve giderek aktif olmaktan çıkıp toplumu nasıl pasif bireylere dönüştürdüğünü güzel bir şekilde irdeliyor.

    kitabı okurken yazarla birlikte hayatın her alanında hakimiyeti başkalarına verişinizi sorguluyorsunuz. mesela son yıllarda "danışmanlık" çok yaygınlaştı. evlilik, cinsellik, boşanma, ebeveynlikten tutun da sigara bırakmaya, şirket yönetimine kadar her yerde bu danışmanlar ordusu var. insanlar giderek daha bilgili olduğu halde eskiden tek başına halledilebilecek durumları neden başkalarına danışma ihtiyacı duyuyorlar? bu kurumların insanları nasıl pasifleştirdiğini, toplumda korkunun git gide nasıl yayıldığını gösteriyor.

    dolayısıyla "bilgi güçtür" diyenlere kocaman bir nah yapıyor aslında bu kitap. bilginin artışıyla insan hayatında belirsizliğin nasıl arttığını, korku unsurunun hayatımıza nasıl yerleştiğini gösteriyor. medyanın neden yaygın riskleri haber yapmayıp da çok az riskli durumları pompalayıp toplumda güveni zedelediğini düşünmeye başlıyorsun. düşününce hayatımızda risksiz bir yer yok gibi geliyor. güneş ışınları kanser yapıyor, et yemek kolestrol yapıyor, telefonlar radyasyon yayıyor, bilgisayar oyunları bağımlılığa sebep oluyor, büyük baş hayvanlar sera gazı salınımı yapıyor, buzullar eriyor... diye listeyi uzatabilirsiniz.

    "1995 yılında zaide'de ebola virüsünün ortaya çıkması uluslararası medyanın ilgisini oldukça çekmişti. medya bu haberin yapılması için epeyce para harcamış ve böylece batılı kamuoyu yeni bir tehlikenin daha farkına varmıştı. ancak bu riski anlatan kişiler ebolanın afrika için bile görece küçük bir sağlık sorunu olduğunu belirtmeyi unutmuştur. zaire'de uyku hastalığı yüzünden ölen insanların sayısı ebola salgını da ölenlerden daha fazlaydı."

    "yunanistan'da yaşanan ve birkaç abd vatandaşında etkileyen bir terörist saldırıyı ele alan tek bir haberin avrupa'ya gitmeyi düşünen turist sayısını nasıl düşündüğüne değinir. evdeki banyo küvetinde boğulan amerikalıların sayısının teröristler tarafından öldürülenlerden daha fazla olmasına rağmen avrupa'ya gitmek tehlikeli bir iş olarak görülür oldu."

    "günümüzde "seks eşittir risk" denklemi kabul ediliyor. 1960'larda geniş kabul gören "seks insana hayat verir" fikri gitmiş yerine "seks tanımı gereği risklidir" inancı yerleşmiştir."

    "insanoğlunun yıkıp yok etme potansiyeli o kadar büyük ki bunun korkunç sonuçları ancak gelecek kuşaklarda ortaya çıkacaktır. insanoğlunun karşısındaki risklerin gerçek boyutunun ancak ileride ortaya çıkacağı düşüncesi bugün yaşadığımız korkuyu daha da arttırıyor riskin sınırlarının olmadığını gittikçe daha fazla inanıyoruz davranışlarımızın yarattığı risk uzun yıllar geçmeden ortaya çıkmayacaktır."

    "bireyi toplumdaki diğer insanlara bağlayan kurumların nispeten zayıf oluşu yalıtılmışlık halini daha da yoğunlaştırıyor. bireyselleşen kişi kendisini daha korumasız hissediyor. artık birçok insan fiilen yapayalnız. bu tür bir toplumsal yalıtılmışlık güvensizlik duygusunu şiddetlendiriyor. toplumun karakteristik saplantılarının -sağlık ve güvenlik- birçoğu bu tür bir toplumsal yalıtılmışlığın ürünüdür."
  • yapım-yönetim & konsept müslüm şahine ait, korku ile insanları yönetmek*, konulu propaganda belgeseli. felsefi bir havada başlayıp, ergenekon davasınında fetö tezlerini savunarak devam eden, samanyolu tv'de yayınlanması gerekirken, yanlışlıkla trt2'de yayınlanmış, psikolojik harekat, görsel objesi.
    bu kadar iftira olur mu? allahtan kork!

    hitler ile başlayıp cumhuriyet mitingi ile biten fragmanı için :
    http://www.trt.net.tr/…ay.aspx?kimlikid=3202&tur=tv

    not: müslüm şahin gerçek ismi mi? yoksa, müslüm gündüz'le fadime şahin'den mi esinlendi, bilemedim.
  • zamanında çalıştığım japon şirketinde internete girip özgürce linklere tıkladığımda sık sık karşılaştığım şu hata mesajıdır:

    " if you feel this page has been incorrectly blocked, you may click continue to proceed to the page. however, this action will be logged. "
  • doğan cüceloğlu'nun henüz yeni bitirdiğim bu zamana kadar okumamış olmamdan ve sözlükte yeterince ilgi görememiş olmasının beni üzdüğü kitabı.

    birçok kitaptan bir şey öğrenirsin de ama bazı kitaplar vardır ya hani senin ufkunu gerçek anlamda açar ve bu kitabı herkesin okumasını istersin, yakınlarına okuması için tavsiye edersin işte bu kitap bende bu duyguları hissettirdi.

    kitap doğan cüceloğlu'nun oğlu timur ve öğretmen arkadaşı arif'le (doğan cüceloğlu'nun hayalindeki kişi) olan sohbetlerinden oluşuyor. bu kitaptaki konuşmalar bu üç kişinin istanbul'dan başlayarak özel arabalarıyla karadeniz'e oradan sivas, adana, mersin, afyon derken tekrar istanbul'a döndükleri bir seyahatte geçiyor. seyahat sırasında konuşmaların yanı sıra doğan cüceloğlu'nun yaptığı çevre betimlemeleri okuyanın o yolculukta dördüncü kişi olarak hissetmesini sağlıyor.

    konuşmalardan oluşan bir kitap olması beni önce biraz tereddütte bırakmıştı çünkü daha önce böyle bir kitap okumamıştım ve bu şekilde konuyu çok da iyi veremeyeceğini düşünmüştüm ama yanılmışım. ayrıca kitabın başından itibaren ben bir çocuk korku kültürü içinde nasıl yetişir, doğru çocuk nasıl yetiştirilir gibi bir bilgi bombardımanı beklediğim için ilk kısımlarda biraz hayal kırıklığı yaşamıştım tabi bu benim içerikten kişisel beklentimdi ama kitabın sonunu istediğimden daha fazlasını alarak getirdim.

    kitabın içeriğinde korku kültürüyle yetişmiş olan ülkemiz insanlarının olaylar karşısındaki takındıkları tavırlar örneklerle ve yolculuk sırasındaki yaşadıkları olaylarla inceleniyor, üzerinde konuşuluyor. bu tavırlar aslında senin, benim günde bilmem kaç kere rast geldiğimiz abartılı halini gelip ekşide rezalet başlığı altında açtığımız olaylar. bu kitabı okuduktan sonra yaşadığım bu olaylara karşı bir farkındalık kazandım diyebilirim. en azında karşımdaki insanların o davranışları neden yaptığını anlayabiliyorum artık. artık türkiye'deki herkesin gergin ve mutsuz olması şaşırtmıyor beni çünkü bu geçmişten beri kültürümüze çocuğun dünyaya anlam verme aşamasında maruz kaldığı "korku kültürü"nün doğal bir sonucu.

    ayrıca bu kitabın yazılış aşamasında doğan cüceloğlu dışında oğlu timur'un ve öğretmen arkadaşı arif'in katkılarını da görmezden gelemeyiz. timur amerika'daki yaşadığından olaylara iki kültür arasında bağlantı kurarak anlam vermeye çalışıyor bizde bundan nasipleniyoruz tabi ki. bizim her gün yaşadığımız üzerine düşünmediğimiz, bize olağan gelen olaylar timur'a olağan dışı geldigi için ve bu sosyolojik olaylara cüceloğlu ve arif gibi hakim olmadığı için sorularıyla ve yönlendirmeleriyle doğan cüceloğlu'nun konuyu daha ayrıntılı işlemesini sağlıyor. arif ise konulara eğitimci kimliğiyle dahil oluyor.
    ayrıca belirteyim bu kitapta yazar korku kültürüyle yetişmiş bir toplumu işliyor. güven ve saygı kültürüyle çocuk nasıl yetiştirilir anlatmıyor. zaten cüceloğlu da kitapta bunun başka bir kitabın konusu olduğunu belirtiyor. bu kitap da muhtemelen bundan bir önce okuduğum kitabı geliştiren anne baba.

    bu kitaptan yola çıkarak günümüzdeki siyasi atmosfer çok daha iyi çözümlenebilir. insanların neden bağıran, sert görünen, sert konuşan, gücü elinde tutan kişilerin peşinden koştuğunu çok daha iyi idrak edebiliyor insan. çünkü "korku kültürünün en temel değeri güçtür." korku kültürüyle yetişen insanlarımız bu yüzden sakin görünümlü, kibar, her çevreyle iletişime açık insanları başımızda görmek yerine kaba, sağa sola tehditler savuran yani gücü elinde bulunduran insanları başımıza getiriyor. doğan cüceloğlu kendisi bu çıkarılması yapmıyor tabi ama içindeki bulunduğumuz siyasi ortamın korku kültürüyle nasıl da yoğrulduğunu görmemek için de alim olmaya gerek yok.
    aynı zamanda bu ülkede atatürk devrimlerinin tam olarak neden yerleşmediğini hala neden çağlar öncesindeki zihniyetlerin etkisinin devam ettiği de anlaşılabilir.

    sonuç olarak ülkemizde bir şeylerin değişmesini istiyorsak öncelikle farkındalık kazanmalıyız. bu farkındalığı kazanmak adına bu kitabı okuyun ve yakınlarınıza da okumalarını tavsiye edin.
  • bir doğan cüceloğlu kitabı. az önce facebook'ta denk geldim canlı yayın yapıyor kitabın içeriğini anlatıyor adam. çok tatlı.

    paylaşayım da yararlanan olur belki.

    canlı yayın
  • korku zihinlere hakim hale gelince, dünyadaki sorunlar ve zorluklar abartılmaya ve olası çözüm yolları gözardı edilmeye başlanır. korku ve panik kendi kendini haklı çıkaran bir dinamiğe sahiptir.

    tanım: (bkz: frank furedi)'nin (bkz: ayrıntı yayınları)ndan çıkmış bir kitabı.
hesabın var mı? giriş yap