• birçok başarılı müzisyene kolayca "dahi" yaftası yapıştırılırken bu adam yaşadığı süre içerisinde, hem müzikal anlamda hem de genel yaşam alanında, tek başına "deha"nın tanımını yapmıştır. herşeyden önce davis modern jazzın gelişim aşamasının her basamağına imzasını atmıştır ki bu gerçek, tarih süresince her müzikal dehada rastlanan yaratıcı-öncülük özelliğine bir örnek oluşturmaktadır: bebop periyodunda en başarılı çalışmalarda yer almış, cool jazzın kuruluşunda en önemli rolü oynamış, fusion ve jazz-rock türlerinde ilk kurşunu atan insan olmuştur yine. ikinci olarak kendisi bir trompet virtüözü değildir belki; fakat unutulmasın tarihteki nice dahi sanatçı alanlarında en üst seviyede değildirler (bkz: picasso); bu insanları "dahi" diye anmamıza yol açan ortak özellikleri sanatlarında daha önce olmayan kanallar açmaları, ve bu yönde diğer genç sanatçılara ilham kaynağı olmalarıdır. miles davis hem bir ilham kaynağıdır, hem de ilham vereceği kişiyi bulan ve o kişiye deyimi yerindeyse "döve döve" müziği öğretendir. genç cazcıları, ki çoğu sonradan dev isimler olmuşlardır, evine alır, onları yedirir içirir, hem onlardan birşeyler öğrenir hem de onlara açık bir üniversite gibi hizmet verir. tüm bu eğitimi verirken tek amacı müzikte yeni yöntemler bulmak, zaten iyi yaptığı müzikle yetinmemektir. bütün bunları büyük bir alçakgönüllülükle, yeni şeyler öğrenmek haricinde parasal başka bir çıkar gözetmeksizin yapmaktadır ayrıca; mesela çoğu zaman başka yeni yetenekleri sahneye çıkartır ve konser parasını bu gençlerle paylaşır. bütün bu anlattıklarıma rağmen insanların onun konserlerde seyirciye sırtını dönmesini, kadınlara (özellikle beyaz olanlarına) sarkmasını, röportaj verirken garip davranmasını, vesaireyi onun şımarıklığına, kendini bişey sanmasına verdiğini görünce şunu belirtmek isterim ki miles davis herşeyden önce siyah derili bir insandır. hayatı boyunca derisinin rengi yüzünden yaşadığı tüm olumsuzlukları karşılamak için bu tür defans mekanizmaları geliştirmiştir kendine (ek olarak uyuşturucu kullanımını da alabiliriz bu mekanizmalar dahiline). çocukluğundan başlarsak, bir beyaz semtinde doğduğu için zaten hayata 1-0 yenik başlamıştır bir siyah olarak; hayatı boyunca da bu kimliği kendini bir cenderede hissetmesine neden olmuştur. sırf bu yüzden zaman zaman fiziksel saldırılara da uğramıştır (mesela kind of blues'u kaydettiği sene, ny birdland'de çalarken verdiği bir mola sırasında polisler gayet nedensiz bir şekilde dövmüşlerdir bu kişiyi, vurdukları kafanın değerini bilmeden). ama onu en çok acıtan şey bu tür açık saldırılar değil de gizliden yürütülen, kendisine inceden sezdirilse de ondan başkasının bunu kolaylıkla anlayamayacağı saldırılar olmuştur bence. son olarak, bütün yapılanlara rağmen, onun beyazlardan nefret ettiğini söylemek mümkün değildir: bu insan nice beyaz genci yetiştirmiş, onlarla ortak çalışmalarda bulunmuş, çoğu zaman kendi müzikal geleneğine ters gelen beyaz adam etkisini seve seve müziğine katmıştır; ve unutulmasın ki onu hem o yıllarda hem de günümüzde dinleyenler çoğunlukla beyazlardır.
  • "en guzel nota sus notasidir" demistir. gitarcilari ve piyanistleri pek sevmez, charlie christian'i ayri tutar, gitarini trompet gibi caldigi icin. "onlerinde o kadar nota var diye hepsine basmalari gerektigini dusunurler" der, haklidir..
  • hakkinda bir dergide "dünyada hiç kimse o'nun kadar güzel müzik yapıp, güzellikten bu kadar uzak bir ruha sahip olamaz" denmis yazar.

    efradini cami agyarini mani bir yazi olmasa da, hakkinda yazilmis keyifli bir yazinin kopyasini birakayim suraya, yeterince tanimayanlar icin..

    “amerika’nın sesi radyosunda “silahlı kuvvetler günü” için yaptığım bir programı yeni bitirmiş ve judy adında çok güzel bir beyaz kızı taksiye bindirmek için dışarı çıkmıştım. insanların yapış yapış olduğu sıcak ve nemli ağustos günlerinden biriydi. kız taksiye bindiğinde, ben de terden sırılsıklam bir şekilde birdland’in önünde duruyordum. tam o sırada, beyaz bir polis yanıma gelip orda durmamamı, uzaklaşmamı söyledi. o sıralar boks yapıyordum, formdaydım yani. önce, “bu orospu çocuğunun aslında kafasından ne geçtiğini biliyorum, şunu bir güzel pataklasam mı?” diye düşündüm. ama onun yerine, “uzaklaşmak mı? niye ki? üst katta çalıyorum ben, bak ‘miles davis’ yazıyor ya, o benim ismim” dedim. “nerde çalıştığın beni ilgilendirmez, burda durma. gitmezsen seni tutuklarım” dedi. dik dik suratına baktım, bir adım bile atmadım. “seni tutukluyorum” dedi (…) ona doğru yürüdüm, amacım, vurması için gerekli mesafeyi ona tanımamaktı. adam tökezleyip elinde tuttuğu kelepçeleri yere düşürdü. eyvah diye düşündüm, şimdi onu ittiğimi falan sanacaklar (…) birden bir kalabalık toplandı etrafımıza ve ne olduğumu anlayamadan kafama bir şey yedim. beyaz bir sivil polis arkadan gelip başıma vurmuştu. kan içinde kalmıştım (…) sonra polisler beni bir arabaya attıkları gibi karakola götürdüler. kanlar içinde fotoğraflarımı çektiler. orda oturuyorum, bir orospu çocuğundan daha öfkeliyim, buna rağmen gelip, “demek şu bahsettikleri kabadayı sensin ha?” diyorlardı. başıma bir kez daha vurmak için bahane yaratmaya çalışıyorlardı. her şeyi sindirerek, tüm hareketlerini izleyerek oturmak zorunda kaldım.”
    miles davis, hep nefretle andığı, başına gelen bu utanç verici olayı otobiyografisinde böyle anlatmıştı. polis memurunun kendisini tutuklamasına izin vermeyen trompetçi, arkadaşının yardımına koşan bir sivil polis tarafından coplanmış ve kafasına beş dikiş atılmıştı. diğer polis memurunun yardımıyla sonunda tutuklanan miles’ın çalışma lisansına da el konmuştu. ekim 1959’da iki günlük bir mahkemeden sonra miles suçsuz bulunarak salıverilmişti. saygıdeğer hakim, müzisyenlerin gece kulüplerinde arka arkaya çaldıkları setler arasında temiz hava almak için dışarıya çıkmalarının normal bir davranış olduğuna karar vermişti!

    “bu olay hayatımı ve hayata bakışımı çok değiştirdi, son zamanlarda bu ülkede değişen şeyler hakkında tam iyi şeyler düşünmeye başlamışken, kendimi yine buruk ve karamsar hissetmeme neden oldu.” (burada davis, yurttaşlık hakları hareketi sürecinde siyahların o dönemde kazanmaya başladığı bazı haklardan bahsediyor). öfkeyle yoğrulmuş bir hayat

    aslında çocukluğundan bu yana miles davis’i böyle karamsar ve buruk hissettirecek bunun gibi çok olay olmuştu. öfkeyle büyümüş, öfkeyle yaşamış, öfkeyle ölmüştü miles davis. tersi nasıl olabilirdi ki? 1926’da yine çok büyük bir öfkeyle yoğrulmuş bir toplumun ferdi olarak illinois eyaletinin doğu st. louis bölgesinde dünyaya gelmişti. aslında içine doğduğu toplum, 1917 yılının temmuz ayında korkunç bir katliamla ateşlenmişti ama sonraları bu ateş, değil söndürülmek, üzerine defalarca körükle gidildiğinden geçtiği yeri yakan bir yanar top haline gelmişti. 2 temmuz’da o güne kadar beyazların çalıştığı fabrikalara siyahların alınmaya başlamasıyla işlerini kaybedeceğine inanan beyazlar büyük bir isyan çıkardılar. sonuç korkunçtu: aralarında olaylarla alakası bile olmayanların da bulunduğu 6,000 siyah dövülerek, bıçaklanarak, asılarak bir daha dönmemek üzere evlerinden sürülmüş, 40’ı siyah, 8’i beyaz olmak üzere 50’ye yakın insan katledilmişti. amerikan tarihine “1917 doğu st. louis isyanı” olarak geçen bu olay bölgeyi köklerinden sarsacak, yıllar boyunca siyahlar ve beyazlar arasında cereyan eden en ağır ırkçılık kavgalarına sahne olacaktı. bu isyanı ne amerika unuttu, ne de st. louisliler, ne de miles davis: “aynı yıl siyahlar birinci dünya savaşı’nda amerikan ordusu’nda, amerika’nın demokrasiyi savunabilmesi için dövüşüyorlardı. beyazlar bir yandan bizi savaşa yollayıp onlar için ölmemizi isterken, diğer yandan bizi burada bir sinek gibi öldürdüler ...”

    “dünyada hiç kimse onun kadar güzel müzik yapıp, güzellikten bu kadar uzak bir ruha sahip olamaz!” demişti ebony dergisinin miles davis hakkında görüşüne başvurduğu bir müzisyen. miles’ın insanların başlarda alışmakta epeyce zorlandığı, oldukça ters, öfkeli bir tavrı olduğu bilinen bir gerçekti. sahneye çıkar, hiç birinin ismini anons etmeden arka arkaya parçalarını çalardı. eğer ona eşlik eden müzisyenlerin adlarını önceden biliyorduysanız ne âlâ. yok, bunun için miles’ın takdimini bekliyor idiyseniz, çok beklerdiniz. müzisyenlerinin solosu başladığında ise miles sahneyi terk ederdi, ta kendi sırası gelene kadar. kendi çalarken de bazen sırtını dakikalarca dinleyicilere dönerdi. özellikle amerikalı müzisyenlerin caz konserlerini takip eden okurlar için miles’ın bu davranışları eminim çok da şaşırtıcı gelmeyecektir. çünkü zaman içinde bu tarz davranışlar, adeta cazcılardan beklenen bir kalıp haline dönüştü. ama bir an için kendinizi ırkçılığın kucağındaki 50’lerin amerika’sında farz ederseniz, miles’ın o zamanlar için oldukça sıra dışı sayılan bu ters davranışlarının caz dünyasında resmen bir şok yarattığını gözünüzde canlandırabilirsiniz. jim crow yasalari

    o dönemlerde siyah müzisyenlerden beklenen, sürekli sırıtarak onları izlemeye gelen beyazları eğlendirmek için ellerinden geleni yapmaktı. çünkü siyahlarla beyazların çakışan yaşantılarındaki hemen her duruma damgasını vuran jim crow yasaları bunu gerektiriyordu. amerikan caz tarihi’nin gelmiş geçmiş en büyük trompetçilerinden louis armstrong’u gözünüzün önüne getirin… sahnede çekilmiş fotoğraflarını… rol aldığı hollywood filmlerini... eminim canlandırdığınız ilk kare trompetçinin otuz iki dişini göstererek gülümsediği kare olacaktır, ikinci kare de, üçüncüsü de… armstrong’un jim crow yasalarına harfiyen uyan bir “entertainer” olduğu konusunda kimsenin pek şüphesi yoktu. beyazlar da onları her zaman çok eğlendiren ama bunu yaparken de haddini gayet iyi bilen bu yetenekli siyah trompetçiyi çok sevdiler. pek çok siyah müzisyen de beyazlar tarafından kabul görmek için armstrong’un izinden gitti. jim crow yasaları böyleydi işte. bir yerlerde yazmıyordu belki ama tüm siyahlar bu büyük kara bulutun gölgesinde yaşamak zorundaydılar, üstelik başlarını çıkarmak istediklerinde de her an sağanak bir yağmura yakalanabilirlerdi. işte ilk kez miles davis gibi bir siyah müzisyen geliyor ve onu izleyen beyazlara, “umurumda değilsiniz” mesajını veren davranışlarda bulunuyordu.

    playboy dergisine verdiği bir röportajda ne zaman bir “jim crow” durumuyla karşılaşsa öfkeden delirdiğini söylüyordu: “her siyah çocuk beyazlarla iyi geçinmenin yolunun sırıtmak ve palyaço gibi davranmaktan geçtiğini öğrenerek büyür” diyordu: “sanırım benim problemim trompet çalmayı öğrenirken kıvırtmayı öğrenmemek oldu. ortaokuldayken trompette sınıfımın tartışmasız en iyisiydim ama her zaman ödüller mavi gözlü beyaz çocuklara verildi. bu beni öylesine öfkelendirdi ki trompette beyaz olan herkesi geçmeye ant içtim. bu önyargım olmasaydı büyük ihtimalle işimde bu kadar hırslı biri olamazdım.”

    günümüzde caz severler miles davis’in başlattığı ve eskiden kabalık olarak anılan bu sahne davranışlarını artık şovun bir parçası olarak görüyorlar. seyirciyle ilgilenen, üstü başı düzgün olan, her parçadan evvel mikrofonu alıp ne çalacaklarını anlatan, kısaca sempatik tavırlar içinde seyircisiyle iletişim kuran caz müzisyenlerine günümüzde biraz da üstten bakmaz mıyız? ne de olsa caz “cool” bir müzik değil midir? onu isyanın, özgürlüğün, kurulu düzene başkaldırmanın en mükemmel ifade şekillerinden biri saymaz mıyız? işte artık caz müzisyenleriyle özdeşleştirdiğimiz bu aldırmaz, hatta ters davranış biçiminin önderliğini yapan, kabul ettiren hatta cazın olmazsa olmaz olgusu haline getiren, miles davis’ten başkası değildir.

    öfkesi, miles'in müziğini besledi

    miles davis hikâyeleri aslında hiç bitmez. caz müziğine birden fazla kez vurduğu damga ve aldırdığı viraj, hayata karşı duruşu, albümleri, konserleri, giysileri, arabaları, kadınları… her biri aslında başka bir yazının konusu olabilecek kadar ilginçtir. benim bu yazıda vurgulamak istediğim, miles davis’in müziğini ve müzisyen kimliğini bu kadar büyük yapan faktörün, yetenek ve vizyonunun yanı sıra hayatı boyunca duyduğu “öfke” olduğudur. genelde caz dünyasının önemli isimleri, hayatlarında sadece müzik olan, dünyevi meseleleri aşmış dehalar olarak kabul edilir, mükemmelliğin yegâne kaynağının yetenek olduğu varsayılır ama bu arada, bu “sound”u dinlenir, erişilir, değerlendirilebilir, özdeşleştirilebilir kılan temel sosyal dinamikler göz ardı edilir. miles davis’in müziği, duruşu, imajı, ülkesinin sancılar içinde gelişen yurttaşlık hakları hareketi sürecine hatta afrika milliyetçiliği’nin 60’lı yıllarda geçirdiği değişikliklere arkasını yaslayarak gelişmiştir. tüm bu süreçler başta küçük siyah bir öfke yumağının yuvarlanarak büyümesi, yoluna çıkan ilgili ilgisiz herkes ve her şeyi toparlayıp sürüklemesiyle tamamlanmıştır. bu öfke, amerikan kültür ve sanat dünyasındaki pek çok şairi, yazarı, düşünürü, sanatçıyı etkilediği kadar miles davis’i de etkilemiş, ateşlemiştir. hayatı boyunca bu yönde savaş vermiştir. yalnız burada miles davis siyah kardeşleri için cansiperane savaşan, kahraman bir soylu olarak algılanmamalıdır. kabul edelim, o “karanlıkların prensi”dir (prince of darkness) sadece ve bir beyaz olsaydı, belki de amerika’da yıllarca süregelen bu siyah-beyaz çatışması umurunda bile olmayacaktı. hatta miles’ın ırk ayrımcılığına bu kadar şiddetle karşı çıkması belki de aslında siyah kardeşlerinin acıklı durumuna üzülmekten çok, kendisinin de onlarla beraber içine düştüğü sosyal çıkmazdan duyduğu sıkıntı ve öfkedir. bence en çok kendisine bunu yedirememektedir miles davis. sen bu kadar usta bir müzisyen ol, caz müziğinde kaç kere çığır açan yenilikler yap, en yetenekli, en parlak grupları kur, onlara liderlik et, dünya çapında nereye gidersen git muazzam bir itibar gör, sonra amerika’ya geri dön ve işe yaramaz birtakım işgüzar ırkçı beyazlar tarafından sırf siyah olduğun için aşağılan, küçük düşürül.

    miles davis’in en şatafatlı arabalara, evlere sahip olması, en güzel kadınlarla çıkması, vücuduna büyük özen göstermesi – uyuşturucuyu bıraktıktan sonra, uzun bir süre boks bile yapmıştı - yazının başındaki birdland hadisesinde gördüğümüz gibi hapse girmeyi göze alacak kadar beyaz polislere kafa tutması, kısacası yaptığı her şey kendini ispat etmek, öfkesini biraz olsun bastırabilmek içindi: “mercedes’imi üstü açık beyaz bir ferrari ile takas etmiştim. 8,000 dolara patlamıştı bana, o zaman için çok paraydı. böyle inanılmaz bir arabayla dolaşıyorduk. benim gibi kapkara bir orospu çocuğu; harikulade bir kadınla, spor bir ferrari’nin içinde. frances’in arabadan bir inişi vardı, sırf bacak. uzun harikulade bacakları vardı, bir dansçı gibi kullanırdı bedenini. insanlar durup ağızları bir karış açık bakakalırlardı. toplum içinde son derece şık ve temiz giyiniyordum. frances de öyle. life dergisi beni halkına örnek bir siyah olarak kapak yapmıştı hatta. hoşuma gitmişti ama neden bu iş için amerika baskısını değil de avrupa baskısını seçmişlerdi acaba?...”

    bazen beyazların ırkçı tavırlarına öyle şiddetle karşı durur, kendini öylesine kaptırırdı ki en büyük ırkçının kendisi olduğunu izlenimine varırdınız: “orospu çocukları öyle aç gözlüler ki, her şeyi kirletiyorlar. bunu yapan beyazlardan söz ediyorum. dünyanın her yerinde yapıyorlar bunu. ozon tabakasını deldiler, herkesi bomba atmakla tehdit ediyorlar, akılları fikirleri, başkalarının toprağını gasp etmekte, ordular inşa ediyorlar. yaptıkları utanç verici, acıklı ve korkunç, yıllardır bunu herkese yapıyorlar ...”

    etrafındaki hemen her şeye duyduğu bunca öfkeye, bunca nefrete rağmen, miles davis elini taşın altına hemen hiç sokmadı, hep bireysel bir hayatın sefasını ve cefasını sürdü, hayatı boyunca politikaya hiç ilgi duymadı hatta hayatında herhangi bir seçimde oy kullandığından bile kuşku duyulmuştur. bu konuda tek ifadesi, “bu politika denen boku hiç sevmedim” şeklindedir.

    belli ki miles davis siyasete değil, sadece müziğine ve yıldız kimliğine odaklanmıştı. ama bu, çevresinde olup bitenlere ilgisizlik ve sosyal olaylardan kopukluk şeklinde algılanmamalıydı. miles’ın müziği haksız yere hor görülmekten doğan bir öfkeyle beslenmiş bir olumsuzluk ve sinik bir tavrın sınırlarında gezinen bir müzikti!

    kaynak: http://www.andante.com.tr/…sp?al=yazaroku&makale=25

    kiymetli yazar andrew'in uyarisi sebebiyle, gizli bkz olarak verdigim yazar ismini duzeltip, dogru duzgun kaynak verme amacli editlenmistir isbu entry. nezaketinden oturu tesekkurlerimi sunarim bu vesile ile..
  • dogdugu sehirde hala blues calan 93 yasindaki bir orgcunun deyimiyle "aaa mayyyllzzz, det liddil devil madirfakir"
  • bundan on beş sene evvel ülkemize gelen ve üç gün hüküm süren kasırga. bu satırların yazarı da aşırı cazsever annesi tarafından konsere götürülmüş ve pek sıkılmıştı. düşünün bir kere sadece arkasını seyrettiğiniz, üstat göz temasını sevmezdi, bir adamı dinliyorsunuz, yaşınız da küçük. sağa bakıyorsunuz transa geçmiş insanlar, sola dönüyorsunuz notalarla hipnotize olanlar... karnınız aç zira kaç saat evvelden kuyruğa girilmiş, biletiniz olmasına rağmen bir sakatlık olur paranoyası evi kaplamış. yenilenler bırakınız hazmedilmeyi, vücudu bile terk etmişler tabii yollardan. iki buçuk saat çalması beklenen adam, abartıyor, çaldıkça çalıyor... konser, üç buçuk saate yakın bir işkence merasimine dönüşüyor. arkadan ne "ziverbey'den bostancı" ne de "soğuk su" nidaları geliyor kulaklara. en sonunda da yüzünü yine göstermeden el sallayan bir adam, eve döndükten sonra karnını doyurmayı unutan bir çocuk...
  • (dewey, junior) abd’li caz (bkz: jazz) trompetçisi, orkestra şefi ve besteci. 1940’ların sonlarından başlayarak caz’ın gelişimi üstünde sürekli bir etkisi olmuştur. birçok siyah çağdaşının tersine orta sınıf olanaklarına kavuşmuş bir ailenin çocuğuydu. 13 yaşında trompet çalmaya başladı. new york kentindeki juilliard müzik okulunda okudu. (1945) ve kısa sürede yeni modernizme yöneldi.

    davis, çalış stiliyle clifford brown ve freddie hubbard gibi kendileri de başka müzisyenlere örnek olan trompetçileri etkiledi. ama onun asıl önemi, modern cazın üç ayrı evresinin başlangıcında, önde gelen yenilikçi müzisyenlerin oluşturduğu topluluklarla yeni eğilimleri billurlaştıran plaklar yapmış bir orkestra şefi olmasında yatar. bu albümler, besteci-düzenlemeci (bkz: aranjör) gil evans, besteci-düzenlemeci-saksofoncu gerry mulligan ve saksofoncu lee konitz ile 1949’da yaptığı birth of cool, besteci-düzenlemeci-piyanist bill evans ve tenor saksofoncu john coltrane ile 1959’da gerçekleştirdiği kind of blue ve başka müzisyenlerin yanı sıra, besteci-düzenlemeci-piyanist joe zawinul ve besteci-saksofoncu wayne shorter ile yaptığı 1969 tarihli bitches brew’dur. olağanüstü boyutlarda etkili olan bu plaklar, 1950’lerde cool jazz üslubunun, 1960’larda modal yaklaşımların ve 1970’lerde jazz-rock anlayışının neredeyse kurallarını koyan çalışmalar olmuştur. piyanist herbie hancock, basçı ron carter, davulcu tony williams ile shorter ve davis’ten oluşan 1960’ların davis beşlisi de caz tarihinin en önce gelen topluluklarından biridir. 1970’lerde eroin bağımlılığından kurtulmak için mücadele veren davis, 1980 new port festivali’nde yeniden müziğe dönmüştür. miles the authobiography adlı otobiyografisi 1989’da yayımlanmıştır.

    zaman zaman çok notalı, hızlı geçişlere de yer vermesine karşın, davis’in üslubu genelde modern cazın en yalın özlü ve derinlikli trompet üslüplarından biri olmuştur. doğaçlamalarındaki (bkz: emprovizasyon) titiz ve ölçülü yaklaşım, akıcılık ve lirik hava çok çarpıcıdır. cazın ticari boyutlarının sınırlılığına karşın, 30 yıl boyunca düzenli bir plak satışını da sağlamayı başarmıştır. başka müzisyenlerin sık sık yorumladığı besteleri arasında, nardis, four, milestones, solar ve so what sayılabilir.
  • çok sevdiğim; 50'sine merdiven dayamış, tanıdığımdan beri günde 3 paket içtiği kırmızı viceroy'dan sesi toklaşmış, saç ve sakallarına kırlar düşmüş göksel arsoy'dan bile yakışlı bir iş arkadaşım, abim var.

    hepimiz gibi hayatın dertlerinden muzdarip, iki oğlan okutmaya çalışan, çektiği ev kredisini ödemekte zorlanan, sabah akşam demeden çalışmaya çabalayan, bunun üzerine dostlarından yediği kazıkların bile altında kalıp, o borçları da sırtlanan, hayata karşı tek başına savaşıp çocuklarını ve eşini ezdirmemeye çabalayan, bu yaşında depoculuk yapıp yüzlerce kilo mal saran, tek sermayesi kendi olan ressam bir abim..!

    dün işe geldiğinde, gülüyordu;
    "dostum, dün eve gider gitmez uyudum.* çünkü ne yiyecek bir şey ne de yorgunluktan vakit geçirecek zamanım vardı. çok derin uyudum ve kalktığımda saat gece yarısını geçmişti, caz ve ötesi programını açtım ve hanım benden sonra çay yapmış, sıcaktı, bir bardak aldım ve biliyor musun miles davis'i resmettim o kadar netti ki kafamdakiler, ruhumdan akıp gitti, saat 5 gibi bitmişti. bunca zaman sonra, bu kadar dert ve yokluktan sonra hala bir şeyler başarabildiğimi görmek beni mutlu ediyor. umarım öteki dünyada da caz vardır."

    abi sen ne büyük adamsın dedim içimden. iş çıkışı beraber gittik. bana 10-20 sene önce çizdiği türk sineması serisini göstermişti ve hayran kalmıştım. o zamandır üç beş kuruş gelir ümidiyle yaptığı bir kaç kara kalem dışında bir şey yapmıyordu ve o da bunca dert içinde zor yaptığı şeylerdi.
    velhasılıkelam miles davis büyük adam, çünkü hayranları çok büyük adam, muhteşem bir yağlı boya resmi oldu ve birgün bunu jazz serisi şeklinde devam ettirebilirse sergisini açacak ve açılışa sevin okyay'ı davet edecek.

    hayal etmekte parayla değil ya...
  • siker gibi bakan adam.
  • bu adamın müziğinin güzelliği intihar etmekten caydırıcı bir sebeptir.
  • bir filozofun 20. yüzyılı her alanda özetleyen bir eser söyleyin cevabına verdiği "bitches brew" albümünün yaratıcısı
hesabın var mı? giriş yap