• 1977 yilinda sovyetler birliği'nin eurovision alternatifi intervision adli bir sarki yarismasi duzenledigini ogrenmek.

    katilan diger sovyet ulkelerde ozel telefon kullanimi o kadar yaygin olmadigi icin oylama insanlarin begendigi sarkilarda ev isiklarini acmasi, begenmedigi sarkilarda ise isiklarini kapatmasi seklinde yapilmaktaydi. enerji sirketlerinin ulkede o an kullanilan enerji degisimleri ile hangi sarkinin daha cok begenildigini saptamasi yarismanin ilginc yanini ortaya koymaktadir.

    kaynak
  • istanbul sultanahmet meydanında artık yok olduğu sanılan tarihi hipodromun izlerine rastlamak cidden heyecan uyandırıcı.
    sultanahmet meydanının, osmanlı zamanınla sıklıkla at meydanı olarak ifade edilmesi bazılarına saçma gelebilir oysa bu isim bildiğiniz hipodrom kelimesinden gelmekte. bizans döneminde devasa bir hipodrom olan bu meydanın ayrıntıları hala günümüzde yaşamakta…
    günümüzde düz bir alan olarak bildiğimiz bu meydanda, hipodromu çevreleyen ve seyircilerin oturma yerlerinin bulunduğu duvarı görmek hala mümkün! bunun için meydandaki marmara üniversitesi rektörlüğü’ne doğru ufak bir yolculuk yapmak gerekiyor. nakilbent sokaktan aşağıya denize doğru bir süre yürürseniz, sağ tarafınızda tarihi kalıntılar göreceksiniz. ilk bakışta bölgedeki surlar izlenimi verse de bu kalıntılar aslında hipodromun duvarları. sokağın sonunda ise asıl sürpriz sizi bekliyor. hemen 23. nisan çocuk parkına geldiğinizde u şeklindeki hipodromun son kısmı (hani atların dönüş yaptığı kısım diyelim anlayın) karşınızda duruyor. ama o kadar kaderine terk edilmiş ki insan şok geçiriyor. bulunduğunuz yerden metrelerce yüksek olan bu duvarlar yine de görülmeye değer. muhtemelen önünden hergün geçen çoğu insan bile orada bir hipodrom bulunduğunun ne yazık ki farkında bile değil.
    meydana geri dönelim. çoğu kişi bilir ama ortada bulunan 3 adet sütun aslında hipodromun tam ortasında bulunan sütunlar. yani yarışlar sırasında at arabaları, bu 3 sütunun çevresini dolaşıyordu. günümüzde ne yazık ki zemin doldurulmuş ve sütunların bir kısmı zemin altında kalmış. oysa 1800’lü yıllarda bile sütunların zemin hizasında olduğu eski resimlerde görülebilir.
    sütunların ise ilginç öyküleri var. ilk dikkat çeken elbette ki dikilitaş. oysa hemen yanındaki yılanlı sütunun hikayesi çok ilginç. çoğu kişi bu sütunun önünde 1 dakika kalıyor ve geçiyor. hatta bunun neresi yıllan diye düşünüyorlardır. sütun aslında bizans’tan bile eski. m.ö 479 yılından persler ve yunanlılar arasında bir savaş oluyor ve savaşı bir araya gelen yunan şehirleri kazanıyor. perslerden elde edilen ganimetler ile de yunanistan’da (delfi’de) bu 3 yılan başlı bronz sütun inşa ediliyor. dikkatli bakılırsa sütunun üzerinde bu konuyla ilgili yazı okunabilir. konstantinopolis i kuran imparator konstantin ise bu bronz sütunu şehre getiriyor. o dönemde sütunun, şehre yılan-akrep gibi zararlı hayvan istilasından korunduğu düşünülüyor. osmanlı dönemine gelindiğinde yılanlı sütun hala aynı şekilde varlığını sürdürüyor. ki eski minyatürlere bakıldığında hemen fark edilecektir. oysa günümüzde sütunun üst kısmı kırık durumda. peki ne oldu da yılan başları kayboldu? bu konuda birçok efsane olsa da evliya çelebi’ye göre bir yeniçeri isyanı sırasında kendinden geçen bir yeniçeri, kılıcıyla sütunu parçalıyor ve yılanlar kayboluyor. bu tarihten sonra ise şehirde yılan-akrep salgını görülüyor. 1-2 yüz yıl bu başların sonsuza kadar kaybolduğu düşünülüyor. ancak 1848 yılında ayasofya’nın tadilatı yapılırken yılan başlarından biri bulunuyor! günümüzde istanbul arkeoloji müzesinde görmek mümkün. ne yazık ki diğerleri kayıp durumda.
    kısaca diğer sütunlara da değinelim. dikilitaş’ı görenler eski mısır’daki dikilitaşları anımsarlar ki evet zaten bu firavunlar zamanında mısırda bulunan bir dikilitaştır. 30 metre uzunluğundaki bu taş m.ö 15. yüzyılda inşa edilmişti. (belki de günümüzde istanbul’daki en eski eserlerden biri) m.s.390’da ise istanbul’a gemiyle getirildi. ne yazık ki taşınırken boyu baya bir kısaldı. dikilitaş’ın kaidesinde ise grekçe ve latince yazıtlar bulunuyor. ilginç bir bilgi daha… paris’e gidenler concorde meydanında tanıdık bir dikilitaş göreceklerdir. orada bulunan dikilitaş, istanbul’dakinin kardeşidir. mısır’da aynı yerde aynı zamanlarda inşa edilmiştir.
    üçüncü sütun ise örme sütundur. bizans dönemine ait bu yapı yine insanların çok ilgisini çekmez. oysa orijinali oldukça görkemlidir. sütunun örme taşlarının çevresinde tunç levhalar bulunuyordu. tam tepesinde ise tunç bir küre vardı. ancak haçlı seferleri sırasında latin istilasında değerli olan birçok şey gibi bu tunçlarda yağmalandı. geriye örme taş şeklinde bir yapı kaldı.
    aslında daha çok ayrıntı var ama son bir not: bu görkemli hipodromun hemen girişinde 4 adet at heykeli bulunuyordu. bu atları günümüzde görmek mümkün ama biraz uzakta, venedik’te!!!
    latin istilası sırasında ne yazık ki, atlar çalınmış ve san marco bazilikasının girişine konulmuştur. orijinalleri uzun süredir koruma için kaldırılmış ama replikaları bazilikanın girişine duruyor. eğer yolunuz venedik’e düşerse istanbul’u ve hipodromu aklınıza getirmeyi unutmayın.
  • mastürbasyonun neden seks'ten daha kısa sürdüğünü açıklayabilen çıkarsa ufkum iki katına çıkacaktır eminim;yani iş neden daha çabuk halledilebiliyor?daha zevkli olanın daha çabuk bitmesi lazım değil mi?

    edit: sağolsun 5-6 yazarla konuştuk, "sıkı kavrama" nın önemi ve yapcağın hareketi bilmenin önemi ortaya çıktı. psikolojik ve algı olduğu görüşü de var saygı duyuyorum ancak katılamayacağım. bayanların hususu ise hala pek net değil.
  • öğrenildiğinde ufku s.kip atan şeyler.

    yahu başlığa heyecanla tıklıyoruz, başlığın %95 i çöp yada ergen espirisi...fularlı ekşi sözlük yazarlarının nesli tükendi galiba.
  • dünyayı ve gerçekliği algılamamızdaki en güvendiğimiz araç olan gözlerimizin bizi nasıl bir illüzyonun içerisine hapsettiği.

    bir insan kör olduğunu nasıl anlayamaz?

    hayatımızdaki en rutin eylemlerimizden biri görmek. bize o kadar doğal gelir ki, bir şeyi görene kadarki süreçte başımıza gelenlerden haberdar değilizdir. oysa dünyayı algılayışımızın önemli bir kısmı gözlerimiz sayesinde olur. beynimizin yaklaşık üçte biri görmeye adanmıştır. bir olayın yada nesnenin gerçekliğini sorgularken bile gözle görmekten bahsederiz. bilmediğimiz şey ise gözlerimizin bizi ne kadar yanıltabileceğidir.

    gözlerimiz açıkken karşımızda duran hemen her şeyin farkında olduğumuz yanılgısına kapılırız. ancak işin aslı gözümüze çarpan çoğu şeyin farkında değiliz. örneğin yemek yerken masadaki bardakları görüyoruzdur ancak biri masada kaç tane bardak olduğunu sorduğunda duraksarız. biri sorana kadar ona dikkat etmemişizdir. hatta insanı hayrete düşürecek kadar büyük olan değişimleri bile fark etmeyiz kimi zaman. yoldan geçen insanlara adres soran ve insanlar fark etmeden yardımcısıyla yer değiştiren deneyci amcanın şu videosunu izlemişsinizdir. insanların bir nesnedeki değişimi görebilmeleri için ona dikkat etmeleri gerekir. gözleri bir şeye dikmek onu görmek demek değildir. zaten öyle olsaydı sihirbazlık diye bir şey olmazdı (biraz vakit ayırıp yazının sonundaki ted konuşmasını izlemenizi öneririm).

    gözlerimize gözümüz kapalı(!) güveniriz ama aslında beynimiz, görme sistemi uyaranını birden fazla şekilde yorumlayabilir. hatta farklı yorumlamayı da aşıp zaman zaman kendisi görüntü uydurabilir. üstelik bunu hemen şu an test edip kendimiz görebiliriz. lise yıllarından gözlerimizin kör noktaları olduğunu hatırlıyoruzdur. hani şu gözlerimizin arkasında kalan ve fotoreseptörlerin bulunmadığı dolayısıyla görüntünün oluşmadığı yer. peki neden günlük hayatımızda görüşümüzdeki bu boşlukları fark etmiyoruz? üstelik bu kör noktalar küçük de değil devasa boyutlardayken... öyle ki gece gökyüzündeki aydan tam 17 tanesi bu noktaya sığabilmektedir. biz bunu fark etmiyoruz çünkü 2 gözümüz var ve her ikisindeki kör nokta konumları birbirleriyle çakışmıyor. yani iki gözümüz açıkken sahne kesintisizdir. buna göre tek gözümüzü kapayınca görüşümüzde boşluk olması gerekir ancak yine olmaz. bu tamamen beynimizin bir hüneri. beynimiz kör noktadaki eksik bilgiyi kendisi tamamlar, bir nevi uydurur.

    şöyle

    yukarıdaki görüntüde sol gözümüzü kapatıp sağ gözümüzü artı işaretine sabitlediğimizde, resmi yüzümüze yaklaştırıp uzaklaştırırsak bir yerde dil çıkaran surat ifadesini artık görememeye başlarız. çünkü surat sağ gözümüzün kör noktasına denk gelmiştir. buraya dikkat! surat kaybolduğunda onun yerinde beyaz ya da siyah bir boşluk görmeyiz, çünkü beynimiz fondaki desenden örülü bir yama icat etmiş, o noktayla ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmadığından, çevredeki fonu alıp boşluğu onunla doldurmuştur. orada olanı değil beynimiz ne isterse onu algılamışızdır.

    benzer şekilde bir şeyi hareket ederken görmemiz, onun gerçekten hareket ettiği anlamına gelmez. örnek olarak şu ve şu gibi şekiller beynimizdeki hareket algılayıcılarını doğru biçimde uyararak durağan görüntüleri hareket ediyormuş gibi görmemize neden olur. buradaki yanılsamaların ortaya çıkma nedeni, şekillerdeki keskin gölgelemenin görsel sistemdeki hareket algılayıcılarını uyarmasıdır. aynı şekilde 30 saniye kadar şu resme baktıktan sonra etrafınıza baktığınızda her şey hareket ediyormuş gibi görünür.

    sanılanın aksine görmek sadece gözle yapılabilen bir eylem değildir. absürd gelecek belki ama insanlar pek ala diliyle de görebilir. üstelik bunun canlı örneği de mevcut. evet diliyle görebilen bir adam: eric weihenmayer. kendisi 13 yaşından beri gözleri görmeyen bir kaya tırmanıcısı. everest dağı’na tırmanan ilk görme engelli dağcı. tırmanışlarını 600 tane elektrot içeren küçük bir levha parçasını ağzında taşıyarak gerçekleştiriyor. bu levha parçası video girdisini bir elektriksel uyarı örüntüsüne çevirip dil yüzeyine karıncalanma hissine neden olarak etrafı algılamayı sağlıyor. eric, dilin bu şekildeki uyarımını başlangıçta tanımlanamaz kenarlar ve şekiller olarak algıladığını ancak uyarımı daha derin bir düzeyde tanımayı hızla öğrendiğini ifade etmiş.

    beynimiz, çevreyle olan etkileşimimiz ve yaşam süresince maruz kaldığımız dünyevi deneyimler sayesinde bir içsel model oluşturur. beyin, belirli koşullarda belirli bir iş yapmaya niyetlenmemiz durumunda neler olacağının bir içsel simülasyonunu gerçekleştirir. dolayısıyla o işi yaptığımızda başımıza geleceklere dair çeşitli beklentiler oluşturur. biz eylemi gerçekleştirmeye başladığımızda beynimiz oluşturduğu beklentileri, gelen duyusal verilerle eşleştirmeye başlar. görme korteksimiz, retinamızdan akan verilerle önceki beklentiler arasındaki farkı rapor eder. bu beklentisi kurulmamış bilginin içsel modelimiz üzerinde yaptığı ayarlamalar sayesinde gelecekteki olası uyumsuzluk azaltılmış olur. çünkü beyin bu hatalara dikkat ederek içsel modeli geliştirme şansı bulur.

    bu bizi şu ürkütücü sonuca götürüyor: çevremizin farkına ancak duyusal girdilerin beklentilerle çeliştiği zamanlarda varırız. dünya, beklentilerimizle uyuştuğunda farkındalığa gereksinimimiz yoktur. çünkü beyin işini gayet iyi biçimde görmektedir. örneğin bisiklete binmeyi ilk öğrendiğimizde epeyce bir bilinçli konsantrasyona gereksinim duyarız ama bir süre sonra duyusal beklentilerle motor eylemler kusursuz biçimde uzlaşınca bisiklete binmek bilinç gerektirmeyen bir hal alır. bu nedenler bir şeyler değişmedikçe (kuvvetli rüzgar esmesi, lastiğin patlaması gibi) ne hareketlerimizin ne de aldığımız duyuların farkındayızdır.

    algıladığımızı düşündüğümüz dünyanın büyük kısmı aslında içsel modelimizdir. hayatımız rutinleştikçe beynimiz kendini minimum enerji tüketecek şekilde ayarlar. (daha önce şu entry'de rutin hayatın zaman algımızı nasıl değiştirdiğinden bahsetmiştik: #40985544) dolayısıyla sürekli bütün bir dış dünyayı algılamak yerine, farklı dış verilerce içsel modeli ayarlamaya çalışır. bu açıdan bakıldığında uyanıklıkla uyku arasındaki fark, uyanıkken gözlerden gelen verilerin algıyı sabitlemesinden ibarettir. uykumuzdaki görüş (rüya), gerçek dünyada herhangi bir şeye sabitlenemeyen bir algıya işaret ederken, uyanma algısı da gözümüzün önündekilere biraz daha fazla adanmış olduğunuz bir rüya görme deneyimini andırır. yani rüya görmemizle gerçek görme eylemimiz arasındaki fark, gözlerimizden gelen veriler sayesinde beynimizdeki içsel modelimizin sabitlenmesidir. bu olunca algıladığımız şeye gerçek diyoruz, olmadığında ise rüya, halüsünasyon.

    bu sistemin arızalanması sonucunda ortaya çıkan rahatsızlık ise charles bonnet sendromu’dur. bu hastalıkta görme yetilerini kaybeden kişiler, gerçek olmadığını bildikleri nesneleri görürler. anton sendromunda ise daha şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıkar. beyin kanlanmasındaki bir soruna bağlı olarak körlüğün geliştiği bu hastalıkta hasta görmediğini inkar eder! hastane yatağının çevresinde toplanmış doktorlar hastaya yatağın çevresinde kaç kişi olduğunu sorduklarında, aslında 7 kişi oldukları halde, 4 kişi cevabını alırlar. bu insanların yaptıkları kör değilmiş gibi davranmak değildir. kör olmadıklarına yürekten inanmakta ve durumlarını yürekten inkar etmektedirler. bir insan kör olup olmadığını nasıl anlayamaz?

    hastalar görme olduğunu sandıkları bir deneyim yaşamaktadırlar gerçekten de. ancak görüntü tümüyle içeride üretilmektedir. anton sendromlu hastalarda sık görülen bir durum da, hastalığa neden olan beyin kanlanması gerçekleştikten bir süre sonrasına kadar tıbbi yardıma başvurmamalarıdır, çünkü kör olduklarının farkında değillerdir. bir şeylerin ters gittiğini anlayana kadar genelde birkaç eşyaya çarpmaları gerekir. beyin kanlanmasında yaşanan sorunlardan dolayı dış veriler doğru yerlere ulaşamamakta, hastanın yaşadığı gerçeklik duygusu da, büyük ölçüde beynin ürettiğiyle sınırlı kalmaktadır. bu gerçekliğin gerçek dünyayla pek az bağlantısı kaldığından, yaşanan deneyimin rüya görmekten farkı kalmamıştır.

    beynimiz dış dünyayı ne görüyor ne de duyuyor. beynimiz kafatasımızın içinde karanlık, ıslak ve sessiz bir ortamda, dış dünyadan tamamen izole bir şekilde durmaktadır. görüp görebileceği tek şey, farklı veri kanallarından gelen elektrokimyasal sinyaller. bu sinyalleri ustalıkla işleyerek bizim şu an içerisinde bulunduğumuz anı algılamamızı sağlıyor. ancak asıl mesele şu: beynimiz işlediği bu veriyi nereden aldığımızı bilmiyor ve umursamıyor. yalnızca hangi bilgi gelirse gelsin bilgiyi nasıl işleyeceğini biliyor. dolayısıyla gözlerimiz kapalıyken beynimizdeki görme merkezini harekete geçiren bir sinyal aldığımızda gerçekten de görme eylemini yaşarız. ya da üzerimize giydiğimiz bir giysinin, etraftaki ses dalgalarını titreşimsel bir uyarı örüntüsüne çevirip derimizde titreşim hissi yaratması, bir süre sonra beynimizin etraftaki sesleri anlamlandırmasını sağlıyor. aynı şekilde dilimizdeki elektrot etrafımızı görmemize olanak sağlıyor. üstelik bu işlemler bilinçaltı seviyesinde gerçekleşiyor. yani bizim çabamıza ve farkındalığımıza bağlı bir şey değil. dilimizle görüp, derimizle duyabiliyoruz. yakın gelecekte duyulara bağlı engellerin ortadan kalkması çok olası görünüyor.

    ek: https://www.ted.com/…the_art_of_misdirection#t-9825

    not: bu yazıyı yazarken incognito kitabı, the brain belgeseli ve birkaç ted konuşmasından faydalandım.
  • "insan beynindeki bilgi içeriğini bit olarak ifade edecek olursak, nöronlararası bağlantı toplamıyla bit sayısının birbirine eşit olduğunu söyleyebiliriz. bu da yaklaşık yüz trilyon, 10 üzeri 14 bit’tir. eğer bu bilgi yazıya dökülecek olsa, yirmi milyon cilt kitabı doldurur."

    carl sagan - kozmos evrenin ve yaşamın sırları, sayfa 230
  • (bkz: #64330805)

    https://en.wikipedia.org/wiki/maya_the_bee

    "...maya is raised by her teacher, mrs. cassandra. ...during her adventures, maya, now in exile, befriends other insects and braves dangers with them. ...maya learns of a hornet plan to attack her native hive.

    ...maya (or maja) - bee. the series main protagonist. she loves freedom, living in the meadow by herself unlike other bees who live in the hive. she is good, fair, happy and willing to help everybody. she was born in a bee hive."

    ben burada yoruldum, tüm "her, she, herself" sözcüklerini ayıklayamayacağım fakat anafikir şudur ki götümüzden element uydurmayalım.
  • dostlar, romalılar, vatandaşlar, beni dinleyin
    günümüzdeki acayip tv şovlarının(özellikle japonya'da olan tuhafları) benzerlerinin geçmişte hatta yüce roma imparatorluğu döneminde de yapılmış olması çok acayip.
    hayır o zaman tv yok ama `collesium` var.

    elbette o zaman ki şovlar çok daha vahşi ve kanlı.
    misal:

    roma oyunlarını dizayn eden bence kafadan kontak kişiler, kolezyumdaki oyunlarda halkı eğlendirmek için farklı ve çogazacayip şeyler denemişler.
    düşün, ellerin arkadan bağlı ve çıplaksın. gözlerin de bağlı, kalbin küt küt atıyor, kulaklarında kalabalığın yırtıcı sesi. her an bir topuzla kafan parçalanabilir bunu da biliyorsun. altına mı işedin yoksa? dizlerin tutmuyor, zangır zangır korkuyla titriyor.
    halbuki daha geçen hafta bavyera'da çiftliğinde mısırlarına bakıyor, hayvanların ne zaman doğum yapacağını hesaplıyordun. çocukların ne yapıyor acaba şimdi? ya eşin? öldü mü hepsi?
    neyse, gözünü açtıklarında koskoca arenanın ortasında 5-10 kişiyle bir platformda olduğunu anlıyorsun. herkes aynı durumda seninle. platform dediğim de dev bir tahterevallinin bir tarafı. diğer tarata da 5-10 kişi var. birden vahşi yırtıcı aç hayvanları salıyorlar üzerinize(aslan, kaplan, leopar, ayı, kurtlar vesaire). hangi tarafın platformu yukarıdaysa o güvende şimdilik(!) çünkü hayvan o yüksekliğe ulaşamıyor. eh bir taraf yukarıdaysa diğer taraf aşağıdadır, hayvan diğer tarafa saldırıyor. iki taraf da yukarıda kalmak için ellerinden geleni yapıyor. aşağı düşüp hayvanlarca parçalananlar ayrı. en son kimin kalacağına(hayatta kalma değil) dair bahisler dönüyor tribünlerde. parçalanan insanlar, korku karışık. karşı platformdan birisi düştüğünde veya hayvanlara yem olduğunda bu taraf daha ağır kaldığından iniyor aşağı yem olmak için. seyirci daha da çıldırıyor sevinç, öfke karışık haykırışlar eşliğinde.
    ve diyelim ki en son sen kaldın, evet senin üzerine iddiaya girenler kazandı ama sen kaybettin çünkü seni hayvandan yukarı taşıyacak karşı ağırlık yok. en fazla son kez mıdır tarlanı, çocukları, eşini düşünürsün, sonra kafatasın kırılır aslanın dişleri arasında.
    aha

    evet yüce roma!
    bitmedi, sıkılgan halkı eğlendirmek için bir başka oyun ise arenada aniden ortaya çıkan hayvanlar. gladyatör filmini hatırlayın, esas oğlanın arenada kapışırken lapps diye bir anda beliren kaplanları. aynı o hikaye, arena zemininde tuzak kapaklarda hayvanlar bulunuyordu. aniden yukarıdaki gelişmelere göre açılıp hayvanları yukarı taşıyan asansör benzeri kaldıraçlar. 22 tane varmış bunlardan, 8 kişi mili çevirir ve tam zamanında hayvan yukarıda olur ve kapak açılınca gladyatör dövüşünün ortasında kaplan aslan belirir, ilk gördüğüne pençeyi sallar. seyirci bunu çok sever, heyecanlanır. kutsal roma sağolsun hep bir yenilik hep bir heyecan!
    ama 0 8 kişi bunu tam zamanında yapamazsa bu kez suçlu olarak arenaya yem diye atılırmış.
    aha

    kimilerine göre deli, kimilerine göre çılgın imparator commodus bizzat kendisi arenaya atlar dövüşürmüş seyircileri gaza getirmek için. bunu anadan üryan yapmayı da görev bilirmiş. dur önce onu tanıyalım, hani yine gladyatör filminde joaquin phoenix tarafında canlandırılan adi herif.
    neyse, genelde arenada aslan, su aygırı, devekuşu, fil veya zürafalarla savaşırmış arkadaş. bir leylek kaldı sanırım eksik olan. hepsini anladım da zürafa????
    bazen de bu çılgın imparator bizzat insanlarla savaşır ama hiçbirini öldürmez af edermiş. evet arenadakileri affeden yüce gönüllü bağrı açık imparator, oyunlara hazırlanırken idmanlarda da bir sürü insanı telef edermiş. eğitim zayiatı herhalde.
    kaderin bir cilvesi olmalı ki, bir hamam günü, çıplak halde ölü bulundu, güreş antrenörü tarafından boğulmuştu. çıplak güreş çalışması yaptırırken bir gün "böyle aşkın ızdırabını!" dedi diye düşünüyorum ben o antrenör için.
    aha

    yine aynı çılgın imparator zamanında arenada sadece suçlular değil, engelliler, cüceler, sakat insanlar da ölümüne dövüştürülürmüş.
    bir seferinde imparator ülkedeki tüm cücelerin toplatılmasını ister. "ne topluyon, tavuk mu topluyon lan?" diyen olmuştur kesin ama yüce roma deyince akan sular durur. hepsini toplayıp ellerine et satırı verilip son kalan bir kişiye kadar birbirlerini öldürmeleri ve böylece halkın eğlenmesini sağlamış.
    bir seferinde de tek ayağı sakat olanları toplamış arenaya. sıra sıra dizip birbirlerine bağlamış ve bizzat yüce imparator sahaya inip elinde topuzla kafalarını parçalamış.
    adi herif demiş miydim?
    aha

    bir başka roma çılgınlığı ise, mitolojik olayların arenada sahnelenmesi. ama öyle parodi filan oyuncular mvesaire değil. bizzat suçluların oynadığı uyarlamalar. elbette kan gövdeyi götürüyor ve genelde katliam gibi görüntüler ortaya çıkıyordu.
    mesela, prometheus'un işkencesi isimli güzide oyunda, bir suçlu orpheus'u oynuyor. elinde lir ile evcil hayvanlarla dolu arenaya giriyor. mite göre orpheus bir ayı tarafından parçaklanarak ölüyor. lir çalan eleman şarkısı bitince vahşi ayı kafesinden salınıyor ve seyircilerin trompet sesleri eşliğinde ayı elemanı parçalıyor. veya bir diğerinde çarmıha gerilmiş suçlu ayı tarafından parçalanıyor.
    alevler içindeki gömleğiyle ölen herkül ise başka oyun. canlı canlı yakılma sahnesi.
    aha

    roma'daki oyunların bir başka çekici özelliği(!) ise dünyanın her bir köşesinden getirilmiş hayvanları görebilme imkanı olması. bir nevi hayvanat bahçesi diyebiliriz. mesela daha önce belirttiğimiz zürafaların avrupa kıtasına ilk ayak basmaları bu sayede olmuştur. ama roma'dan bahsediyorsak sadece hayvanları halka göstermek yeterli değildir. illa işin içine kan girmeli. gergedan, su aygırı, zürafa, fil gibi hayvanlar ya birbirleriyle kapıştırılır ya da yırtıcı hayvanların onları parçalaması sayesinde seyirci coşturulurdu. diskavıri belgeseli gibi düşünün.
    hatta deli nero tarafından bir defasında bir filin ip cambazlığı yaptığı rivayet edilir. nasıl yapılmış muamma.
    648 farklı türün kemiklerine ulaşılmış roma'da o dönemden kalma. e yuh!
    aha

    bak bir başka değişik oyun daha.
    milattan sonra 281 yılında imparator probus, insanların antik hipodroma ağaç ekmelerini/yerleştirmelerini emreder. içerisi resmen orman gibi olur. sonra yüzlerce binlerce geyik, devekuşu, domuz gibi otçul hayvan o ağaçlık alana salınır. seyircilere de "oturmaya mı geldik? hadi sahneye" edasıyla aşağı inmeleri istenir. insanlar sadece kendi keyfi durumlarına göre istediği hayvanı istediği gibi öldürme hakkına sahiptir. üstelik öldürdüğünü evine götürmek serbesttir. bir benzeri de kolezyumda yapılır.
    aha

    evet uzun oldu ama bitti mi? bitmedi!

    güneşli bir gün, kolezyum tıkabasa insanla dolu. köfte akmek satanlar, alaska frigo diye bağıranlar, gülenler, kavga edenler ana baba günü o gün heryer.
    arenada ise imparator titus'un makamı karşısına kadın kıyafetli birisi gelir ve
    " fethedilmemiş yerlerin fethedilmesi için sadece mars'ın size hizmet etmesi yetmez, yüce sezar. venüs bizzat size hizmet etmek istemektedir!" der.
    bu sadece basit bir seremoni değildir, bu o gün arenada dövüşen erkek savaşçı olmayacağını, sadece kadınların savaşacağı manasına gelmektedir. aman ne sistem ne sistem!
    özellikle titus'un kardeşi domitian bu fikri benimsemiştir. tahta geçtiğinde başka hiç bir imparatorun sahip olmadığı kadar çok kadın esiri vardır. dolayısı ile daha çok kadın savaşı yaptırmıştır.
    fakat erkeklerin aksine bu kadınlar herhangi bir savaş, dövüş eğitiminden geçmemiştir ve işin acıklı yanı ya yine tecrübesiz kadınlarla ya da cücelerle ölümüne dövüştürülürler.
    fakat bu durum erkekleri çok eğlendirmektedir. "bir kadının miğfer takması kadar utanç verici bir şey yoktur" der bir roma atasözü.
    aha

    az kaldı durun, 1 tane daha anlatıp bitireceğim tarih gezimizi.
    bir defasında da sıkılgan halkı eğlendirmek için kolezyumun içi su ile doldurulur.
    birebir ölçekli savaş mizanseni içindir bu. mürettebat elbette suçlulardır. ilk sahne julius sezar'ın donanmasına aittir. 4000 kürekçi, 2000 savaşçı ve gerçek gemiler.
    oha mı?
    daha ohası imparator cladius zamanında yapılmıştır. 100 gemi 19000 asker. emeğe mi yanasın, saçmalığa mı, daha iyi görmek için birbirini boğazlayan seyirciye mi?
    ilk başta suçlular savaşmayı reddeder ama imparatorun emriyle eğer mizansende savaşmazlarsa bizzat kılıçtan geçirilecekleri söylenir.
    ve şov başlar.
    aha

    ve sona geldik canlar. sabredip hala okuyan varsa sondayız merak etmeyin.

    elbette bir çok mahkum sırf seyircileri eğlendirmek için saçma şekilde ölüme gönderilmekten dolayı endişeli ve mutsuzlar tamam ama daha kötüsü de var. çünkü ölmeden önce sahnede sokuldukları bazı durumlar nispeten ölümden beter.
    bir defasında arenaya çıkmadan önceki gece, 29 saxon mahkum arenada onursuzca ölmek yerine sırayla birbirlerini boğmuştur. bazıları da savaş arabalarının tekerleklerinde boyunlarını kırarak kendilerini öldürmüştür.
    ama en hüzünlü olanı bir alman mahkumdan gelir. kendisini öldürecek şey bulamamıştır zindanda ve herkesin kullandığı tuvaletteki ucunda sünger bulunan çubuğu kendi boğazına sokarak kendini boğması diyebiliriz.
    bu intiharı dahi oyunların parçası yapmıştır roma. seneca isimli filozof der ki
    "ne cesur bir adam! kendi kaderini seçme özgürlüğünü haketmiş bir adam. halbuki ne kadar cesurca bir kılıç kullanabilirdi!"

    aha

    la yeri!!!!!

    edit: yazım hatası olabilir paldır küldür yazdım çünkü.
  • "zayıflamak istiyorsan günde 10000 adım atmalısın"
    bu cümleyi duyduğumda 10000'in çok jenerik bir rakam olduğunu bu sebeple verildiğini düşünmüştüm ama değilmiş öğrendim. bir hesaplaması varmış, ben öğrendiğimde ufkum açıldı belki benim gibi merak eden vardır diye paylaşmak istedim:

    - 1 mil (yaklaşık 1,6 km ediyor) 2000 adıma karşılık geliyor. 2000 adımla yaklaşık 100 kalori yakıyorsun.

    - haftada 1 pound kaybetmek istiyorsak diyet dışında ekstradan 500 kalori daha harcamalıyız.

    bunları göz önünce aldığımızda 2000 adım 100 kaloriyse, 500 kalori için 10000 adım atmamız gerektiği doğru orantıyla ortaya çıkıyor.

    evet bilmeyen tek sazan bendim sanırım...
  • filmlerin finansal getirisinin, açılıştan 1 ay önce bile wikipedia sayesinde tahmin edilebilmesi.

    aşağıda linkini verdiğim makalede 2010 yılında amerika'da yayınlanan ve wikipedia sayfası olan 312 film çalışmaya dahil edilmiş. filmin popülerliğini tahmin etmek için wikipedia sayfasının görüntülenme sayısı, sayfayı düzenleyen editör sayısı, sayfada yapılan düzenleme sayısı, sayfadaki rigor miktarı şeklinde 4 farklı değişken kullanılmış. anladığım kadarıyla, bu popüleritenin finansal başarıya dönüşümünü görebilmek için de filmin kaç salonda vizyona gireceği değişkeni modele dahil edilmiş. detayları linkte görebilirsiniz.

    sonuç olarak modelin verdiği tahminler ile filmlerin açılış haftasındaki gerçek başarısı arasında, filmin vizyona girmesinden bir kaç gün önce yapılan tahminde 0.94 korelasyon görülmüş (maksimum 1). işin daha çarpıcı tarafı, tahmin zamanı filmden 1 ay öncesine çekildiğinde bile 0.925 üzerinde kalıyormuş.

    early prediction of movie box office success based on wikipedia activity big data
hesabın var mı? giriş yap