• çocukluğumdan kalma en belirgin fotoğraflardan biri, arkadaşlarımın evinde gördüğüm, aile bireylerine kapalı olan salonlardır. güzel koltuk takımları, üstünde bardak izi olmayan sehpalar, el emeği göz nuru danteller hep o odadır. içerisi daima derli toplu, temiz ama kapıları hep kilitlidir. olası bir misafir gelme durumunda gelen kişiye mahçup olunmasın diye, o odaya evin hazine odası muamelesi yapılır. ama bence onca ihtişamın içinde, cenaze evinden farklı bir yer değildir. çünkü içinde nefes olmadığından, hayat da yoktur.

    diğer odalardaki yaşanmışlıklar ise garip bir şekilde gelen kişilerden kaçırılır. evin başka kısımlarından yükselen çatal bıçak sesleri, konuşmalar, koltuktaki izmarit izi, halıdaki meyve suyu lekesi, sehpadaki çizik neden bu kadar utanç kaynağıdır ki? ya da aile üyeleri neden salondaki o düzene, temizliğe ve oradaki yemek takımlarında yemek yemeye layık görülmezler? dökmek, kırmak kendi uğruna olunca “yazık günah” da, başkalarının uğruna olunca “görünmez kaza” ya da “nazar çıktı” mıdır?

    neyse ki ben, o kapının asla kapalı olmadığı bir evde büyüdüm. bizim evde her zaman, her şey öncelikle “bizim”di. evimize gelen kişiler de başımızın üstünde kabul edilip, bizim olan her şeye dahil oldular. dökülse de temizlendi, kırılsa da toplandı. ama hep birlikte yapıldı. benim ailemde rezillik, yemek takımının eksik parçasıyla ölçülmedi hiç. bu yüzden hiçbir zaman salonlara özenen biri olmadım. çünkü ben her zaman evimizdeki salonun baş köşesinde yedim, içtim, evcilik oynadım. ama bunun bir bedeli olduğunu da, bana verilen sorumluluklarla öğrendim. oyun bitince kendi dağınığımı toplamam, yere dökülen kırıkları da temizlemem gerektiğini bilerek. elimin uzanamadığı, gücümün yetmediği durumlarda annem belirdi hep yanımda. ama hiçbir zaman bana ceza vererek, döküleceği konusunda beni uyardığı halde “ben sana demiştim” diyerek değil. o sessizliğinin nice sözden ağırlığını, o anki sarılışının cennetten öte olduğunu bilerek.

    büyüdüm sonraları… çocukluk arkadaşım, üniversite dostum, okul öğretmenim, hatta sevgilim hep salondaki bana ait yaşanmışlığın parçası oldular. o zaman, kırılıp dökülenler de değişti tabi. ağzından çıkacakken sessizliğe gömülen kelimeler, gözünden silmeye çalıştığın bakış, kalpteki parçalar oldu toplanması gerekenler. bakıyorum da, yine yanımda hep annem vardı. en çok onun dizinde ağladım, en derinden onunla anlaştım, hep onunla paylaştım. üstelik en acımasızca onun tarafından eleştirilmeme ve en çok da onunla kavga etmeme rağmen. “başkası ne der?” diye düşünmeme bile fırsat vermedi hiç, önce “sen kendine ne diyorsun?”u öğrettiğinden. bu yüzden “sen yapıyorsan, bir bildiğin vardır” dedi hep bana. hiçbir yeri kilitlemedi ki; bir odanın kapısı ardına kadar açıksa, nasıl girip çıkmam gerektiği bileyim.

    bu yüzden yerde oturmayı beceremem ben. “salon hanımefendisi ne olacak” diye dalga geçerler bu halimle. doğrudur, çünkü ben “yaşadım”.
  • salon biraz üzgün...

    diğer adıyla otur-ma odası.

    üç oda bir salon evlerin en küçük odasına sığınan sıradan hayatların saygıda kusur etmedikleri o soğuk terk edilmişliği yaşıyor çünkü.

    evin en değerli eşyalarının özenle yerleştirildiği, sağdan soldan bulunmuş süs eşyaları ve başka bir sürü saçmalıkla adeta bir gelin gibi süslendiği, sonra da içinde barınan en küçük hayat izinin bile soğukkanlı bir katilin keskin dikkatiyle yok edildiği küflü bir saygınlıkla bir başına duruyor.

    özenle giydirilip süslenen taze bir ölünün, içinde kurbağaların oynaştığı bir çukura terk edilmesi kadar anlamsız.

    salon biraz üzgün...

    insanlar yandaki küçücük odada sobanın başına kıvrılmış evin en eski eşyalarını kullanmanın rahatlığını yaşıyor. salonsa büyük pencereleri, rahatlığı ve genişliğiyle, ona durduk yerde atfedilen, insanın midesini bulandıran, insana yatak odalarının -içinde ve dışında yaşayan herkesi anlamsızlaştırdığı- mahremiyetini hatırlatan tuhaf kutsallığının altında, çanak olduğunu sanırken tanrı muamelesi gören bir put kadar şaşkın.

    salon biraz üzgün…

    çünkü tanrılığı o kadar abartıldı ki birkaç yıl öncesine kadar misafirlerin ağırlandığı, özel günlerde kıyılıp da toplanıldığı gövdesi artık kış günlerinin öfkeli ayazına teslim.

    şimdi o, zamanın usandıran tekdüzeliğinin, ağırlığının resmi. hiç kimsenin bakmadığı bir resim… dışarıda kof gürültülerle akıp giden hayatın, yaşlanan yüzlerin, eskiyen ömürlerin aksine orada durmuş eşyanın acıklı zaferini kutluyor.

    bazen yandaki küçük odadan gelen kahkahalar gövdesine vuruyor bezgin yankısını; umutla açıyor cansız gözlerini o zaman.

    bazen aç bir köpek gibi yutuyor bütün ayak seslerini. yorgun bir iç çekişin, sızlayan bir bedenin özlemini duyuyor.

    bazen aralanan kapının gıcırtısıyla kalkıyor ölümcül uykusundan; sonra ona saygıyla bakan gözlerin derinliklerine dikiyor korkunç bakışını. çılgınca bir davetle yırtıyor saygınlığını, bir fahişe kadar çıplak bakıyor. ama korkunç bir sessizlikle kapanıyor kapı. ağırbaşlı bir anıtın karanlığına gömülüyor arsız bakışı.

    salon biraz üzgün…

    çünkü ölülerin arasında unutulmuş bir hayatı, yaşayanların arasında saygın bir ölümü saklıyor sızlayan gövdesinde. delirmenin eşiğindeki bir çığlık gibi susuyor.
  • salon, 20 yy'a kadar fransa'daki sanat galerilerine verilen isim olarak bilinir. cogu sanatcinin en buyuk hedefi olmustur her daim.

    bu salon denilen olusumun bildigimiz modern galerilerden -veyahut muzelerden- farki, resimlerin sergilenis tarzindadir. asina oldugumuz goz hizasindaki yan yana resim konseptinin disinda, resimler spontane bir sekilde duvari kaplayacak bicimde yerlestirilir, yerden tavana kadar resim doldurululur.

    tabi goruldugu gibi hierarsik bir mekanizmasi da vardir. daha cok begenilen, gelecek vadeden eserler goz hizasinda, pek sallanmayacak resimler ise bizden uzak allaha yakin bir sekilde tavan ile duvar arasindaki cizgiyi kamufle etme gorevini ustlenir.

    salona yeni eser alinacagi donemler yaklastiginda sanatcilar daha bir uretici, daha bir istekli olurlarmis, zira taninmanin en iyi ve kolay yolu salondan gecermis. bu paralelde, cogu sanatcinin sirf salon icin hazirladigi parcalar oldugu bilinir, ki zaten pek dogaldir.

    19.yy'in sonunda ortaya cikan empresyonizm (ki salon'un calkalanmaya basladigi doneme denk gelir), salon ve salon konseptine karsi beslenen kotu hislerin bir urunu olsa da, pissarro, monet, manet gibi empresyonizmin en gozde sanatcilari salon askiyla tutustuklarindan hem salona hem de empresyonizm galerisine calismislardir. buna riyakarlik diyebilirsiniz evet, amma ve lakin adamlarin da ego'su var, sanatci da yaptiginin karsiligini almak ister, hep de bohem olunmaz ki.. (buna bir dipnot olarak da, empresyonizm sanatcilarinin bohem hayatin tam tersine pek luks hayatlar yasadiklarini belirtmek isterim, inanmayanlari monet'in water lilies'i yaptigi donemde aldigi eve goz atmaya davet ederim, resmetmisligi de vardir hatta).

    3.napoleon'un salon'a giremeyenlere yazik olmasin diyerekten yarattigi asagilayici olusum icin;
    (bkz: salon des refuses)
  • genelde çocuklara işkence aracıdır. ebeveynlerin evde çocuklarına rahat rahat yaşamalarını sağlayacak oda hazırlamak yerine, senede birkaç kere gelen misafirleri için ayırmayı tercih ettikleri küçük ev.
  • salon ne zaman bizim evlerimizde bir bölümün ismi olarak kullanılmaya başlandı bilmiyorum. öncesinde selamlık ve haremlik bölümler varmış ve aradaki duvar yıkılınca ismi salon olmuş diyenler var. şimdi çoğu evde evin geniş odasına işlevsellik olarak diğer bölümlerden farkı olmamasına rağmen salon diyor. baba evinde bu şekilde bir bölümü 9 oturum mobilya gibi bir şeye ayırmadığımız için bir misafirliğe gittiğimizde salona geçelim dendiğinde bu cümleyi anlamış değildim.
    birinci örnek: gerçekten salon olarak diyeceğim işte bu olsa gerek diye karşılaştığım ilk evde(5 yaşındaydım) evin antresinde misafir odası, tuvalet ve salona açılan kapılar vardı(ankara evi derlerdi o eve). salon dediğimiz kısım yatak odası, çocuk odasına ve mutfağa açılıyordu. ayrıca salonun ışık alması dar kısımda ki üç kapılı bir balkondan karşılanıyordu. penceresi yoktu(fransız balkon olarak düşünün) ve bu salon oturma odasıydı. bol ışık alan geniş(en az 25m2) ve evin tam merkezi. burada yanan soba misafir odası dışında her yeri ısıtır. sonra bildiğiniz gibi kaloriferli evler başlayınca -bence- bu kullanışlı plandan vazgeçildi.
    ikinci örnek: şimdiki salonlar evin ortasında değil kenarında ve bir cephesini kaplıyor. merkezin dışında olduğundan misafir odasını burası yapmak mantıklı(?). evin oturulacak alanının yarısını kaplayan bu bölümü ayda yılda bir gelenler için ayırdınız, aferin. hiçbir işlevi yok. vitrin ve perde salonu.
    bugünkü şekilde misafirler için kullanılan ama aynı zamanda işlevsel de olan bir salona istanbulda rastladım. salonda yemek masası bölümü görüntü itibariyle ayrılmıştı(ve ön tarafında balkon için içeri çekilmişti, dardı) işlevselliği ise yemek bölümünde duvara gömülü dolap varmış gibi duran kapaklar açıldığında oradan mutfakla olan bağlantı sağlanması ve yemek servisinin oradan yapılmasıydı. önce salonda duran yemek takımları vitrinden masaya konuldu(süs olarak durmayan yemek takımı da oluyormuş) yemek tenceresi kaşıklar salatalar o mutfakla salon arasınndaki pencereden gitti geldi. bana göre bizim annelerimizin görsellik olarak sağladığı salon kültürü o evde vardı. sonra yemekten kalkıp 9 oturum denilen yere geçtik. masa toplanırken kimse konuşanları rahatsız etmedi. eğer salon bu tarz kullanılmıyorsa o salonu yıkın.

    eğer ev 3+1 diye satmaya devam edildiği müddetçe bu salonlar bu şekilde yapılmaya devam edecek. 100m2 lük evin 25m2'ini kaplayan salonlar bir eşya sergi alanı olacak. sürekli yeni ve daha büyük ev almaya çabalayacağız. antresi olmayan odalar arasında dolaşınca hollerde ilerleyeceğiz. eve girince bizi duvar kaşılayacak. aynı şehirlerimiz gibi. meydanlar yok parklar yok. yollar var. dur durak bilmeden ilerle koş.
  • dükkan isimlendirmelerindeki kullanımı insanı çileden çıkaran "bir şeydir".

    hamburger salonu, aile kebap salonu, güzellik salonu gibi örneklerine sıkça rastlanabilir. bu türden dükkan tabelalarına rastladığımda, birinin evinin salonunu işyerine çevirdiklerini düşünüyorum. sonra türkiye'de yaşadığımı hatırlıyor ve en fantastik dükkan ismini aklımda tasarlamaya çalışıyorum. elbet bir gün birileri "evrenin sonundaki salon" isminde bir yer açacaktır diye umuyorum...

    (bkz: pink floyd kuaför ve güzellik salonu)
  • misafir olmaya mahkumdur.
    (bkz: +1)
  • genelde hanımların teşvikiyle, ortadireğin kapitalizme teslim olup, onunla yatağa girdiği yerdir... kapitalizmle yatağa girdin miydi de, tecavüz kaçınılmaz olur haliyle!
  • keşfedilesi pastapasta şarkısıdır.
hesabın var mı? giriş yap