• macaristan, almanya ve ingiltere gibi birçok ülkenin ortaklığıyla çekilen 2005 yapımı film.

    yahudi soykırımı ve naziler konusunu işleyen yüzlerce filmden biri belki ama; filmde çocuğun aç kaldığı ve çorba diyerek sayıkladığı sahneler, sonrasında şehrine döndüğünde insanlara karşı şaşkınlık dolu bakışları ve hayata tekrar nereden başlamalı dercesine ürkek tavırları filmin ana teması "duygu sömürüsü"ne rağmen üzücü.

    en iyi yabancı film dalında oscar adaylığı da bulunan film cnbc-e ekranında da gösterilmişti.
  • yahudi soykırımı edebiyatına alışık olanların çok yadırgayacağı bir imre kertesz romanı. yazar, zeitz, auschwitz ve buchenwald'da yaşadıklarını 'birey'i merkeze alarak anlatıyor romanda.

    roman, çocukluğumdan beri aklıma takılan bir sorunu, "acının dindiği an" sorununu işliyor. insan, fiziksel olsun, psikolojik olsun bir acıyla yaşarken, o acıya neden olan olayı hatırlar. acıyı teninde veya ruhunda hissederken acı çekme yaşantısını sürer. ama acı bittikten sonra ne olur? daha da önemlisi acının bitme anı saptanabilir mi? bitmiş bir acıdan söz ederken, kant gibi söylersek noumenon alanına mı gireriz? yoksa hiç'ten (nihil) mi bahsetmeye kalkmış oluruz? insanın varoluşuna eklemlenen bir moment midir yoksa acı? kertesz, platon'un politeia'da "adil insan kimdir" sorusundan yola çıkarak içinde adaletin sağlandığı devlet tipini soruşturması gibi, bu sorunlara daha geniş bir ölçekte eğiliyor.

    "nazi zulmü"nü yahudiliğin erdemlerinden, faşizmin kötülüklerinden, on yüz milyon insan sabun yapıldı söyleminden uzak durarak da anlatılabilecek; üstelik bunu almanları haklı, yahudileri çirkin göstermeden yapabilecek bir cesaret örneği bu roman. sanatı ne şekilde olursa olsun bir faydayla ilişkilendiren görüş, bu romanın yayımını engellemiş yıllarca. gerekli miktarda ajitasyon yapmadığı için. toplama kamplarında yaşananları hafifsediği iddia edilmiş yazarın. oysa imre kertesz, insanın insan olarak değerini, toplama kampı gibi insanlığın görebileceği en büyük eziyet altında bile nasıl koruduğunu anlatıyor romanda. şu basit görünen cümleler, insan özgürlüğünün felsefi temellerini gösteriyor: "insanın gözünde her şeyin zamanla, adım adım netleşmesinin ne demek olduğunu anlatmaya çalıştım. eğer insan bir basamağı geçebiliyorsa, bunu ardında bıraktığını biliyorsa hemen bir sonraki geliyordu. tümüyle karşılaştığınızda her şeyi kavramış oluyordunuz. ve insan her şeyi kavradığında eylemsiz kalmıyordu: yeni durumlarla başa çıkıyor, yaşıyor, eylemde bulunuyor, hareket ediyor, her yeni basamağın gereklerini yerine getiriyordu. zamanda birbirini izleyen bu aşamalar olmasa ve tüm bilgi anında üzerimize yığılsa, belki aklımız bunu kaldırmazdı, yüreğimiz de."

    sorstalansag'a, kahramanı gaz odalarını gözüyle gördüğünü söylemediği için, toplama kamplarında insanların intihar etmek yerine yaşamaya gayret ettiğinin altını çizdiği için, kampları cehennem (dünyanın sonu) olarak değil, dünyadan bir parça olarak tasvir ettiği için değersiz muamelesi yapmak, söz gelimi bir boğa tablosunun karşısına geçip "bundan kaç kilo et çıkar" demeye benzer. toplumsal olanın insani olandan bağımsız olduğunu zannederek edebiyat metinlerine yaklaşanlar (macar komünist partisi aşta olmak üzere) tarihin karanlığına gömülürken, eser sapasağlam ayaktadır.
  • macar sinemasının güzel örneklerinden biri. renkli başlayıp yavaş yavaş solan, siyah-beyaza dönen bir film. budapeştede başlayıp tekrar budapeştede biten bir konu. yakın tarihte ki avrupanın karanlık yüzü net bir şekilde anlatılmış. filmdeki gyuri körves karakterinin yaşam isteği farklı yorumlara açık. umutuszluk ve anlamsızlık arasında geçen bir hikaye. zor hayatları ve zor geri dönüşleri anlatıyor.
  • mükemmel bir yalınlıkla yazılmış ve sırf ajitasyon yapmıyor diye yayınevleri tarafından reddedilmiş olan imre kertesz romanı. kertesz bu durumu fiyasko isimli romanında anlatırken insanların şiddet pornosu denebilecek kitapları okumaktan hoşlandığına, özünde yaşanan olayları önemsemekten uzak bu insanların sırf kendilerini tatmin etmek için bu bir yığın vahşet sahnesini okumaktan keyif aldıklarına da değiniyor. bir bela bizim başımıza gelmemişse bundan gizli bir haz almamak söz konusu olabilir mi?

    kendisini bir toplama kampının ortasında bulan 14 yaşındaki bir gencin içinde bulunduğu durumu anlamlandırma çabası hiçbir abartıya kaçmadan anlatılırken karakter yaşadıklarını o kadar akıl ve mantıktan uzak buluyor ki zaman zaman o cehennemin ortasında gülmekten kendini alamıyor. daha bir saat önce gördüğü hamile kadının karşıki bacalardan tüten dumana dahil olduğu söylendiğinde insan ne yapabilir? delirir mi? dizlerinin bağı mı çözülür? yoksa bütün bunları bir çocuk oyunu gibi görüp sırıtır mı? peki ya her şey sona erdikten sonra yaşanan cehennemin tasvir edilmesi istendiğinde insan ne yapar, sürecin hiç değilse rahatlatıcı taraflarını, sözgelimi sıcak çorba dağıtılan ılık bir yaz sabahını düşünüp huzur duymak mümkün mü? o cehennemi özlemek mümkün mü? o cehennem bir kez içinize işledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edebilmek mümkün mü?
  • ingilizcesi fatelessness olan ve yazarı imre kertesz'e nobel edebiyat ödülü kazandıran yarı-otobiyografik roman. ancak ülkesi macaristan'da şimdilerde zorunlu müfredattan çıkarılmış ve önerilen okumalara konulacağı belirtilmiş.

    https://www.tabletmag.com/…ust-hungary-viktor-orban
  • batı sanatında, özellikle de edebiyat ve sinemada nazi almanyası'nın yahudilere yönelik giriştiği soykırım genellikle tekboyutlu işlenegelmiştir. bu yapıtların çoğunda ss'ler, gestapo üyeleri ve diğerleri sadistik, hayvansı, dolayısıyla salt birer kasaptan ibarettir. bu tekboyutlu alandan çıkabilen eser sayısı azdır. aslında buna soykırım edebiyatı denilerek aşağılanmıştır. ben de buna kısmen katılıyorum. örneğin schindler'in listesi oldukça tipik bir soykırım edebiyatıdır. edebi örneği ise hiç kuşkusuz elie wiesel'in yazdığı gece'dir. bu öbekteki filmler ve eserler kabul edelim ki kısırdır.

    ama kadersizlik gibi romanlar bu dar çeperi kırmıştır. onlarda salt nazi kasaplığı değil, yahudi kimliği ve yabancılaşma gibi konular da işlenmiştir. ayrıca varoluşçu temalar da görülür. işte bu açıdan kadersizlik çok yetkin bir başyapıttır. hatta diyebilirim ki başta auschwitz-birkenau ile buchenwald olmak üzere imha ve çalışma kampları üstüne yazılmış romanların da en iyisidir.

    yazarının nobel ödülünü almasında başat yere sahip bu romanda anlatıcı üstü kapalı bir anlatımla, imalar yoluyla, izlenimci bir bakış açısıyla hayatını resmeder. kimlik krizi ve varoluş meselesi ön plandadır. ironik bir söylemle sık sık tevrat'tan gelen referanslarla semaviliğe satır darbeleri indirir. tanrı ölmüştür. tanrı tıpkı isa'nın çarmıhtaki çilesine sessiz kaldığı gibi tam şimdi kitlesel imha operasyonlarına da sessiz kalmaktadır. öyleyse burada soyu katledilenler gerçekten yahudi midir? kızıllar, eşcinseller, çingeneler? sakatlar, deliler, çocuklar? bunlar kimdir?

    başta dediğim gibi sadece kitlesel katliama değil, yahudi kimliğine, insan olmanın taşıdığı anlama, hatta yahudiler içinde yahudi olmanın paradoksuna eğilen muhteşem bir romandır bu. ve toplama kamplarında katledilen aslında tanrı, semavi dinler, insanlık ve hümanizmdir.

    kitap ayrıca ilk yayımlandığında kuşkuyla karşılanmış ve sümenaltı edilmiştir. hatta yazar eserini birkaç yıl sonra ancak yayımlatabilmiştir. yani kitabı yahudiler bile kuşkuyla karşılamışlardır! büyüklüğü işte tam burada başlıyor. sıra dışı bir okuma deneyimi. ön yargılara saldırdığı ve evrensel soykırım planına çok başka bir perspektiften baktığı için önemli bir roman: kadersizlik.
  • filmin ilk sahnesini gordugumde ilk tepkim "ne guzel renkler" idi.

    bu hisle baslayan film git gide soldu ve bir ara nerdeyse siyah-beyaza dondu.

    sonunda ise tekrar renklendi ama ilk canlilik yoktu.

    karakterin yasadiklari renklerle de cok basarili anlatilmis.

    izledigim en iyi nazi kampi filmidir ve macar yapimi.

    doneme ilgisi olanlarin da mutlaka izlemesi gereken bir film.

    sevdigim filmler bende daha sonra tekrar izleme istegi olusturuyor ve bu film bittiginde bunu hissettim.
  • yaşananları hiç ajite etmeden, müzikle dram eklemeden, "tam şu sahnede izleyicinin canı yanacak" matematiğine girmeden, duyguyu vermiş film.
    herkese kendi en acı anını seçtirmiş.

    --- spoiler ---

    çok saçma gibi dursa dahi, kamp sonrası mutluluk tanımını anlayabildim. ordaki bir birim mutluluk ve taşıdığı anlam ile dışardaki mutluluğun kıyaslanması imkansız. hayatın en anlamlı olduğu an; kaybetme endişesi yaşadığı an. çıktıktan sonraki varoluş anlamı yaşama tutunma hevesi açısından da kampa göre daha silik.

    tüm o anları yaşadıktan sonra normal hayata dönebilmek fikri şuan bana bile manasız geliyor. biri, tüm o süreç boyunca yaşamak için verdiği tüm çaba, kendinden yana olan tüm şansına rağmen kurtulduktan sonra intihar etseydi de anlamsız bulmazdım aynı sebepten.

    buna benzer, anne frank'ın babası otto'nun hayatına devam ederek yeni bir aile kurması ve hepsinden öte bir de çocuk sahibi olması da çok garip gelmiştir bana. doğrusu bu belki, ancak zorluk derecesini düşündükçe çok boğucu

    yazarın nazi kampı hakkında söylenen ve onaylamadığı daha doğrusu farklı baktığı cehennem teşhisi konusunda ise, bence yazar olayın bir mitolojik mite dönüştürülmesinden rahatsızlığındandı. cehennem çocuklara anlatılan masallardaki gibi hayali iken yaşanan gerçekti, diyor.

    filmde kötü alman gösterilmemesinin sebebi de bu, olayı romantizm esiri etmemek, kötü salt kötü(nazi) iyiler hep ezilen ama en sonunda kazanan şeklinde bir masala dönmemesi için. kapolar da var, diğerleri de. sadece alman değil, tercih hakkı olmasına rağmen kötü olmayı seçen herkes ırk ayırmaksızın kötü demiş, yahudi de macar da.

    sırf bu yüzden film, alanında en gerçekçi bakış açısına sahip yapıt olabilir.

    insanın anlam arayışını yeni okumuş olmanın da vermiş olduğu perspektifle yazarla empati yapabildim. gece'yi de okuyunca konu daha netleşir diye düşünüyorum.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap