• the disappearance of eleanor rigby his ve the disappearance of eleanor rigby hers adlarıyla vizyona girecek, başrollerinde jessica chastain ile james mcavoy'un yer alacağı filmlerin adı. bu filmlerden biri (isimlerden de anlaşılacağı üzere) aşk hikayesini kadının, diğeri erkeğin ağzından anlatacakmış.
  • filmekimi kapsamında izleyip vakit kaybı olarak gördüğüm film. jessica chastainin güzelliği dışında diğer iki filmde de profesör rolünü oynayan viola davisin olduğu sahnelerde eğlendim. müzikler de fena değildi ancak senaryo sahiden çok kötü olduğu için onlar da kurtaramamışlar filmi.
  • neden olduğunu bilmiyorum ama beğendiğim film.
    başından zor bir olay geçen insanlar sanırım aynen böyle karışıyor.
    kendini kaybetmek deyimi çok yerinde. kendini kaybediyor insanlar, herkes farklı sürelerle kayıp.
    kimi eninde sonunda buluyor kendini, kimiyse bulamıyor, orada, takıldığı yerde yahut hiçbir yerde kalıyor.

    --- spoiler ---

    filmdeki takip etme sahnesi çok anlamlıydı, sevdiğinin sana yabancı gelmesi hissi ancak böyle görselleştirilebilirdi.
    --- spoiler ---
  • once him sonra her versiyonunu pespese seyrettigim ve huzunlu oyunculuklariyla cok da begendigim film. ayni sahnelerde kadin ve erkegin birbirlerine bakis acilarindaki farklilik, ayni hikayeyi seyretmenize karsi merak duygunuzu ustlerde tutuyor. (hatta tisort rengi bile degisiyor, burada ne oyun yapmaya calismislar cok anlayamadim). bu nedenle eger them versiyonu her iki filmin ve tum sahnelerin tek montajindan olusuyorsa hikayenin ruhunu nasil canli tutabilmisler bilemiyorum.

    filmin muziklerini son lux adinda yeni kesfettigim bir post-rock grubu yapmis. him'in sonuna dogru calan sarki daha once paylasilmis ancak her iki filmin de sonunda calan sarki aslinda bu "race to erase".
  • samimi oyunculuklar üzerinden büyük laflar etmeden, durağan şekilde ilerleyen bir film. bu nedenle filmin bir olayı olmadığı söylenebilir çoğu kişi tarafından. fakat her filmde hayatın anlamını verecekmişçesine iddialı cümleler aramayanlar ve herkesin içinden geçebileceği bir hayatı olduğu şekilde göz önüne seren bir film bekleyenler için tatmin edici olacaktır eminim.
    them başlıklı bölümde her ne kadar kadın ve erkeğin perspektifini göreceğinizi düşünseniz de bence başrolünde kadınlar var bu filmin. ve üzerinde çok durulmasa bile her birinin ayrı bir kayboluş hikayesi var film içerisinde.
    eleanor rigby, yaşadığı kaybın ardından yaşamla mücadelesini eşinden farklı bir şekilde sürdürmeye çalışan bir kadın. ne istediğini bilmeyen, amaçsız biriymiş gibi algılanabilir pekala. başlangıçtan itibaren başkalarının onun için yaptığı seçimleri takip ediyormuş gibi gözüküyor. hayatın durmasını istediğin bir anda, başkalarının amaç amaç diye çıldırmasının anlamsızlığını yaşıyor olabilir pekala.
    annesi mary, başka bir ruh halinde. evliliğini uzun yıllar ayakta tutabilmiş ama vazgeçtiklerinin acısını içkiyle kapatmaya çalışıyor. annelik tek geçerli varoluş biçimi değil onun için ama elinde kalan sadece bu. başlangıçta anne olmayı istememiş olmayı da ekleyin bu pişmanlığa. kızının da aynı pişmanlıklarla yaşamasını istemiyor.
    kimlik dersleri veren profesörün ise çocuğu ile sağlıklı bir ilişkisi yok. kürsü sahibi olmasına rağmen içinde bulunduğu durumdan memnun değil. bir nevi ayaklarının geri geri gitmesi durumu söz konusu.
    tüm bu annelik figürleri içerisinde, kendi anneliğinin nasıl olabileceğini sadece hayal edebilen bir eleanor düşünün. içinde bulunduğu karmaşayı hayal etmeye çalışın.
    bu duygu seli içerisinde güçlü figür olmaya çalışan erkekler mevcut. fakat duygularına açık olabilme cesaretine sahip olunca kadar figüranlıktan öteye gidemiyorlar. figüranlık derken, kadının hayatındaki yerinden bahsediyorum.
    bunları bir kenara bırakacak olursak, herhalde bir soru cümlesidir bu film: “sana farklı bir insanmışım gibi gözüküyor muyum?” kadın ve erkeğin ortak paydası oluyor bu hissiyat. kendi içimizde değiştiğine inandığımız yanları dışarı yansıtmadan çözüm arayan insanın yalnızlığını seriveriyor göz önüne.
  • him ve her'ü arka arkaya izleyip gayet de beğendiğim filmdir. oyuncuları ayrı güzel zaten. yalnız him ve her bana göre hikayenin erkek ve kadın gözünden anlatılmasından çok aynı gözden kadın ve erkeğin anlatılması. iki film arasında olayların ele alınıs acısından bir fark göremedim. her bir kadın filmi değil yani. daha cok paralel kurguyla hikayeyi tek gözden tamamlayan iki film olmus. cok da güzel olmus orası ayrı.
  • bilmedigimiz bir hikaye anlatmiyor, aforizmalarla suslu degil belki ama iki farkli versiyonunu pes pese izlendigimde kendi iliskimi sorgulatacak kadar etkili oldu benim icin. acilarin, repliklerin, vurgularin degisimini cok begensem de hikayenin inandiriciligini sorguladigim bolumler de oldu. belki de jessica chastain'in oyunculuguna inanmakta gucluk cektigimdendir. performansi cok begenilmis ama -ozellikle "her"de- bazi sahnelerin askida kaldigini dusunuyorum. ornegin; cocugunu kaybetmenin acisiyla bas etmekte gucluk yasayan bir anne olan eleanor'un, trafik kazasi gecirip yerde baygin yatan esi icin verdigi tepki -yabancilasmaktan ote- yuzeyseldi. eleanor rolu icin gonlumden gecen evan rachel wood oldugundan tarafsiz yaklasamamis da olabilirim. kendi aksaniyla oynamasa bile james mcavoy'un performansiysa bir o kadar dogal ve samimiydi. ayrica cok guzel guluyor kendisi, zaten the last king of scotland'da gormustuk ki agzi yuzu dagilmisken bile gulusu can yakabiliyor.

    --- sevgilinin okuduğunu bilerek entry girmek ---

    the disappearance of eri: her versiyonun icinde olmak da apayrı bir eziyet.

    --- sevgilinin okuduğunu bilerek entry girmek ---
  • gündeme ayak uydurmak ziyadesiyle güç. bu gündem, öyle bir gündem ki, tıpkı mance rayder’ın —pardon— spencer ludlow’un da andığı gibi bir yandan buzullar eriyor, bir yandan afganistan’da bir bomba daha patlıyor, diğer yandan yeni bir çeşit grip salgını baş gösteriyor, öte yandan işsizlik oranı almış başını gitmiş, her saat milyonlarca insan açlıktan yaşamını yitirmiş, ve dahası, eleanor rigby ile conor ludlow’dan müteşekkil new yorklu bir çekirdek aile, oğullarını kaybetmelerinin ardından tüm bağlarını kaybetmiş...

    evet, ned benson’ın (hakkında yazdıklarımın daha bir göze hitap eden "tüm bu yalnız insanlar ner’den geliyorlar?" başlıklı bir versiyonuna şuradan ulaşılabilecek) bu ilk uzun metrajlı filmi yahut “filmleri” için seçtiği, ve kalabalık bir “dertler” kataloguna hasıl dünyamızda kendisine ancak son sayfalarda yer bulabilecek bir “dert” üzerine inşa edilen “the disappearance of eleanor rigby”, ne yazık ki, yeni bir şeyler söylemekten fersah fersah uzak bir yapıt. metin bazlı sığlığı türlü özlü sözlerle, görsel sığlığı ise (daha önceki “whiplashyazımda da andığım) sıcak bir renk filtresiyle giderilmeye çalışılmış lakin bu kurtarma çabaları ne yazık ki pek kâr etmemiş.

    tabii, yukarıdaki paragraf ancak benson bu filmi çekerken takındığı tutumda ciddiyse, gerçekten de ludlow ailesinin derdine hemdert olmak gibi bir amaç güttüyse geçerli. eğer yok, benson’ın amacı “para” dinine mensup new york ahalisinin ne denli sabun köpüğünden bir hayat yaşamakta olduğunu göstermekse —ki filmde bu fikri edinmemizi sağlayan bir çok ayrıntı da mevcut— o halde filme yeni ve daha iyimser bir gözle bakmayı düşünebiliriz ama bu halde bile filmde “yeni” bir şeyler gördüğümüzü söylemekte güçlük çekebiliriz.

    benson yaklaşık üç saatlik filmini “her” (kadının) ve “him” (erkeğin) şeklinde haremlik-selamlık bir formda düzenlemiş (tabii filmin gişesi bütçesinin üçte birini dahi karşılamayınca bu iki filmi birleştirip “them” (onların) adıyla yeniden yansıtmış perdeye). benson, jessica chastain'i takip ettiğimiz "her" bölümünde kırmızı bir filte kullanırken james mcavoy'u takip ettiğimiz "him" bölümünde ise mavi bir filtre tercih etmiş. ve madem filmin yaratıcısı filmini cinsiyetler arasında hem içerik hem de teknik yönünden bir ayrım güderek düzenleme ihtiyacı duymuş, o halde biz de filmlerde gördüğümüz new york ahalisini “kadınlar” ve “erkekler” diye ayırarak inceleyelim.

    “the disappearance…”ın kadınları kendi ayakları üzerinde durmayı başaramayan, babalarına yahut eşlerine bağımlı yaşayan ve bu asalakça hayatı mecbur bırakılmadıkları halde bizzat seçmiş gibi görünen insanlar. esas kızımız eleanor’un annesi olup isabelle huppert tarafından canlandırılan mary rigby, hayatını profesör eşi julian’a bağımlı idame ettiren ve bunu da ancak yüklü miktarda şarap takviyesi sağlayabildiği takdirde yapabilen fransız asıllı bir kadın. neden böyle? çünkü yapacak işi yok. eli ayağı tutmuyor da ondan mı yapacak işi yok? hayır, yapacak işi olsun istemediği için yapacak işi yok.

    ismini the beatles‘ın caanım eseri eleanor rigby‘den alan eleanor ise akli yeterliliğini babasından, çalışma ahlakını ise annesinden almışa benziyor. eşi conor’dan ayrıldıktan sonra soluğu babasının evinde alıyor. babası aracılığıyla bir derse yazılıyor fakat bunu o dersi almak istediği için değil, kişisel hayatına dair kafasındaki yükü bir nebze olsun hafifletebilmek umuduyla yapıyor. ve bu gizli ajandasını yürürlüğe sokmakta başarıya da ulaşıyor çünkü görüyor ki, dersin hocası profesör lillian friedman dahi dersi severek vermiyor.

    filmin en değerli bulduğum sahnesi ise “her” bölümünde izlediğimiz ve new york’un genç annelerinin ve muhtemelen diğer tüm genç annelerin mental durumları hakkında önemli fikirler veren “terasta yemek” sahnesiydi. bu sahnede eleanor ile kardeşi katy, charlie ve aldie çiftinin evine konuk oluyor. charlie, yemek sırasında altı-yedi yaşlarında bir oğlu olan katy’ye «sen neler yapıyorsun?» diye soruyor. ilk seferinde soruyu anlayamayan katy, ikinci sorgunun akabinde «philip ikinci sınıfa gidiyor» diyor.

    «ne var ki bunda?» diye düşünüyor olabilirsiniz ama sizi temin ederim ki bunda çok önemli bir şey var. dikkat ederseniz, charlie’nin sorusu katy’nin neler yaptığına yönelikti; oğlu philip’in neler yaptığına değil. fakat genç annemiz geride kalan altı-yedi senede oğlunun varlığını kendi özvarlığının o denli önüne koymuş ki, kendisine dair soruları dahi oğlundan yola çıkarak cevaplar olmuş. ve new yorklu katy bu halinde hiç de yalnız değil. filmi izledikten kısa bir süre sonra, iki buçuk yaşında bir oğlu olan istanbullu ablamı ilk görüşümde ona halini hatrını sorduğumda aldığım yanıtla birlikte oluşan diyalog şöyleydi:

    — ee, neler yapıyorsun bakalım?
    — n’olsun, aras’la uğraşıyorum işte.

    filmin erkeklerinin durumu, beklenileceği üzere, kadınlarınkinden çok daha iyi. rigby’lerin babası julian bir profesör ve bildikleri ölçüsünde kızı eleanor’a tavsiyeler veriyor, yetersiz kaldığı noktada ise onu yönlendirmeye çalışıyor. fakat julian’ın genel ruh halinde bir bezginlik, bir yorgunluk, bir hüzün hakim. conor’ın babası spencer da, her ne kadar yüksek eğitimli bir adam olmasa da, yaşına paralel ilerlemiş deneyimleri ve hayat bilgisiyle oğluna “filozofça” tavsiyeler veriyor. misal, oğlunu kaybetmiş bir baba olan conor, bardağın dolu tarafına bakmayı «kayan bir yıldızın ömrü yalnızca birkaç saniyedir. yine de gördüğüne sevinmez misin?» diyen babasından öğreniyor. ne var ki, oğluna iyimserlik çeşnili nasihatlerde bulunan spencer iş kendisine geldiğinde bir “hiç” gördüğünü söylemekten de çekinmiyor. new york’ta gayet prestijli bir restoran işleten spencer’ın en sevdiği aktivite ise “aptal” müzikler dinlerken “aptal” gazeteler okumak…

    esas oğlanımız conor ise “him”e «armut piş, ağmıza düş» dememeye niyetli bir görünüm içinde başlıyor, bu görüntüsünü uzun süre de koruyor ama ne var ki “dibine düşmüş bir armut”* olduğundan ve kendi ayakları üzerinde durmayı da başaramadığından, en nihayetinde babasının —adını annesinden alan— “ana” nam restoranını işletmeyi kabul etmek durumunda kalıyor. bunun öncesinde, yuvası dağılan conor’ı, tıpkı eleanor gibi, babasının evine dönerken buluyoruz.

    bir çocuğun vefatı ile bağları zayıflayan bir aileyi konu edinmesi ile john cameron mitchell’in 2010 tarihli “rabbit hole”ü ile felix van groeningen'in 2012 tarihli "the broken circle breakdown"ını, özellikle “her” bölümünde merkezine kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan ama başarılı olamayan çevresine bağımlı bir kadını alması ile woody allen’ın 2013 tarihli “blue jasmine”ini hatırlatan “the disappearance…”a bakıyor ve görüyoruz ki, new york ahalisinin en büyük sorunu çocuk kaybetmek ya da yuvalarının dağılması değil; kendi ayakları üzerinde duramamak, kendi kendine yeten bir insan, bir birey olamamak. kim bilir, belki de benson’ı kameranın başına iten, f. scott fitzgerald’ları, ernest hemingway’leri, t. s. eliot’ları da vakt-i zamanında daktilonun başına iten “lost generation”dan başkası değildir.
  • bilmeden de olsa üçlü film paketinin önce them versiyonunu izledim. sonra da 1 yıl öncesinde gösterilen sırasıyla him ve her versiyonlarını ki önce him, sonra her'ü izlemeli.

    izleyince de istemeden de olsa ne kadar doğru bir sıralamayla gitmiş olduğumu anladım. tıpkı star wars'un önce hikaye kronolojisine göre değil de sinema tarihine göre ilk üçlemesini izlemek gibi. parçaların sonradan birleşmesi ayrı bir keyif veriyor.

    gerek yaş itibariyle, gerekse zamanında doz aşımı yaşamış olmam itibariyle festival filmlerine ve onların buhran yoğun atmosferine tiksintiyle bakan biri olarak bu filmlerin de nispeten düşük tempolu, pikleri pek olmayan yapımlar olduğunu söyleyebilirim, lakin neye oranla; stüdyo işi makyajlı romanslara, seyirciyi hem duygulandırıp hem de güldürmeyi amaçlayan piyasa işlerine göre elbette. yoksa festival filmlerine oranla gayet tempolu, en azından saniyede 24 kare akıyor, 3-5 yerine.

    o yüzden anlamadım, beğenmedim, sevmedim diyenleri televizyondaki moda programı jürisindeki zibidilerin "seni sevmedim, eteğini sevmedim, küpeni beğenmedim" niteliğinde görmemek için bir sebep yok kanımca.

    her şeyden önce filmde anlatılan hikaye oldukça gerçek. birebir yaşanmış kopyası senaristin ya da yakınlarının başından geçmiş midir bilinmez ama etrafımızda bile pek çok insan bulabiliriz böylesi bir hikayeyi tıpkısıyla yaşamış olan.

    buradaki çiftin yaşadıklarını kendi yaşadıklarımızda ya da çevremizde deneyimleyebilmek bile ne kadar yalın olduğunu gösteriyor. aslında bir acının yaşanması ve sonrasında bunun altında karı-kocanın farklı yollarla kalkmaya çalışması ve bunun karşılıklı beklentilerine ters düşmesinin ikisini de nasıl birbirinden uzaklaştırabildiğini görüyoruz. işte en gerçek kısmı da böyle başlıyor. aynı yatağı paylaşan insanların hep gecede kaç kere seviştikleri, birbirlerine sarılıp uyudukları, sabah dolaşan saçlarını diğerinin yüzünden çekerek uyandıkları düşünülür.

    oysa aynı yatakta birbirine değmemeye çalışarak ama o yataktan da çıkmak istemeyerek uyumaya çalışmanın nasıl bir his olduğunu güzel veriyor. birbirine hala aşık bir çiftin uzak kaldıklarında nasıl yabancılaştıklarını ama nasıl bir o kadar da birbirlerini hissettiklerini çok doğal aktarıyor.

    karı kocanın farklı yapılardaki ebeveynlerinden uzaklaşarak birbirlerine nasıl eklemlendikleri de güzel işlenmiş. kadının babası ve annesiyle kopuk diyalogları, adamın bohem zampara babasıyla daha önce neredeyse hiç konuşmamışken iletişim kurmaya başlamaları güzel detaylar. hatta karakterler arasında en boş gibi görünen o restoran işletmecisi kart zampara baba, belki de oğlu ve gelini gibi olan tek yalnız insan koca hikayede.

    ve iki babadan gelen birer inci çok dikkatimi çekti:

    adamın babası: kayan bir yıldızın ömrü bir kaç saniyedir. ama yine de gördüğüne sevinmez misin?

    kadının babası: trajedi yabancı bir ülkedir. yerlileriyle nasıl konuşacağımızı bilemeyiz.
  • --- spoiler ---

    çiftimiz birbirini çok sever, birbirlerine aşıktır. kızımız hamile kalır; fakat bebeklerini doğduktan sonra henüz 2 aylıkken kaybederler. esas kız içine kapanır yas tutar, yataktan çıkmaz. yani tipik kadın gibi yaşar acısını. erkek, eşini çok seviyordur, hatta çok seven taraftır, bebeği kaybetmelerine de çok üzülür; o da tipik erkek gibi yaşar acısını. esasa kız bir gün intihar eder. ve sonrasında eşini terk edip ailesinin yanına taşınır. bu arada kızın onu terk etmesiyle erkek de darmadağın olmuştur ve kızı hep takip eder, bir gün kızın evine gidip onun annesiyle konuşur;

    esas oğlan: "hayatınıza karışmak istemem ve onun yaptıklarına; ama kader böyleymiş deyip unutamam bunu. hayatıma devam ettim, çünkü ilerlemek tek seçenekti.

    esas kızın annesi: herhalde insanlar farklı şekillerde yas tutuyorlar.

    sonralarda esas kızımız, kendi kız kardeşiyle arasında geçen bir konuşma;

    kız: birden onu özledim
    kız kardeşi: kimi
    kız: onu
    kız kardeşi: biraz bencil yellozluk var sende.
    kız: bu kadar açık sözlü olmana gerek yok
    kız kardeşi: sana çok kızgınım
    kız: biliyorum
    kız kardeşi: hala kızgınım.
    kız: biliyorum.
    kız kardeşi: onun tutunabileceği her şeyi elinden aldın.
    kız: bebeğimizin eşyalarını dolaba fırlattı. 10 dakika sonra çin yemeği söyledi. 6 ay denedim. aynı odada binlerce km uzaktaydık. aklımdan bile geçmeyecek şeyler düşünmeye başladım.

    kızımızın annesi istemeden kızımıza hamile kalmıştır ve pişmandır kaçırdıkları için... film boyunca elinden şarap kadehi hiç eksik olmaz.

    --- spoiler ---

    bu durum bana tanıdık geldi... karşımdaki insan benim gibi yaşamıyor ve davranmıyorsa, benimle aynı şeyleri hissetmediğini ve çaba göstermediğini düşünüyorum. terk ediyorum.
hesabın var mı? giriş yap