• ingilizcesini okuyabilenlere kesinlikle ingilizce orijinal halini okumalarını tavsiye etmekle birlikte, türkçe okumayı tercih edenlerin de kesinlikle kaçırmaması gerektiğini düşünüyorum ve bu amme hizmetini siz ekşi sözlük okurlarına sunuyorum.

    iki genç balık birlikte yüzerken ters yönden gelmekte olan yaşlı bir balığa rastlarlar. yaşlı balık başıyla selam verir ve “günaydın gençler, su nasıl?” der. genç balıklar yüzmeye devam eder ve balıklardan biri nihayet diğerine dönerek sorar: su da neyin nesi?

    bu amerikan mezuniyet konuşmalarının standart bir gereği, ufak didaktik hikayelere yer vermek… hikaye kısmı bu türün [mezuniyet konuşması türünün] yine de iyi, daha az saçmalık olan geleneklerinden biri; ama kendimi burada siz genç balıklara suyun ne olduğunu açıklayan bilge, yaşlı balık olarak takdim edeceğim konusunda endişeleriniz varsa lütfen endişelenmeyin. balık hikayesinin ana fikri sadece şu: en bariz ve önemli gerçekler, görülmesi ve konuşulması çoğunlukla en zor olanlar. bu ingilizce bir cümle olarak tabii beylik bir laftan ibaret, ama aslında yetişkin var oluşun günlük dehlizleri içinde, bu beylik laflar ölüm kalım önemine sahip olabiliyor; ya da ben en azından bu yavan ve çok hoş günde böyle bir şey öne sürmek istiyorum.

    tabii bu tarz konuşmaların ana koşulu beşeri bilimler [amerika’daki ‘liberal arts’ kavramı] eğitiminizin anlami hakkında konuşulması, almak üzere olduğunuz diplomanın maddi bir karşılıktan öte hakiki insani bir değeri oldugunun açıklanmasıdır. o halde şimdi mezuniyet konuşması janrindaki en yaygın klişeden bahsedelim, beşeri bilimlerin sizi bilgiyle doldurmaktan ziyade size nasıl düşünülmesi gerektiğini öğrettiği klişesinden. eğer öğrenci olarak benim gibiydiyseniz bunu duymaktan hiçbir zaman hoşlanmamışsınızdır ve birilerinin size nasıl düşünüleceğini öğretmesi gerektiği iddiasını hakaret olarak addetmişsinizdir çünkü aslında bu kadar iyi bir üniversiteye kabul edilmeniz daha baştan nasıl düşünüleceğini bildiğinize dair yeterli bir kanıt gibi gözüküyor. ama size şunu önereceğim: bu beşeri bilimler klişesi aslında hiç de hakaretamiz degil; çünkü bunun gibi bir yerde alacağımız asıl kaydadeğer eğitim, düşünme kapasitesi hakkında değil, aynı zamanda neyin hakkında düşünüleceğini tercih etme hakkında da. eğer istediğinizi düşünme tercihinizdeki tam özgürlüğünüz size gayet bariz gözüktüyse (zaman ayırmaya değmez diye düşünüyorsanız), balıkları ve suyu aklınıza getirmenizi ve çok bariz olanın değeri hakkında şüphe etmek için sadece birkaç dakika ayırmanızı rica edeceğim.

    şimdi de başka bir ufak didaktik hikaye. alaska’nın vahşi doğasında oturan iki adam varmış. birisi dindarmış, digeri ateist. tanrı’nın varlığı hakkında tartışıyorlarmış, aşağı yukarı dördüncü biradan sonra gelen o özel tartışma şiddetinde. ateist şöyle demiş: “bak, tanrı’ya inanmamak icin gerçek sebeplerim yok değil. bu tanrı ve dua meselelerini tecrube etmedim de değil. daha geçen ay kamp yerinden uzakta berbat bir kar fırtınasına yakalandım, tamamen kaybolmuştum, hiçbir sey göremiyordum, hava sıcaklığı eksilerdeydi ve ben de denedim. karda dizlerimin üzerine çöktüm ve yalvarmaya başladım: “tanrım -eğer bir tanrı varsa- bu fırtınada kayboldum; şimdi sen bana yardım etmezsen ölüp gideceğim.” bunun üzerine dindar olanı ateist olanına cok şaşırmış bir halde bakmış: “e o zaman şimdi inanıyor olmalısın; yani sonuçta işte burdasın, hayattasın”. ateist olan umarsızca gözlerini çevirmiş: “yok yav, sadece birkaç eskimo ordan geçiyormuş da onlar bana kampın yolunu gösterdi.”

    bu hikayeyi standart bir beşeri bilimler analizinden geçirmek kolay: ayrı inanç şablonlarına sahip ve yaşadıkları tecrübelerden anlam inşa etmenin farklı yollarını benimsemiş iki insana aynı tecrübe çok değişik şeyler ifade edebilir. çünkü biz toleransı ve inançların çeşitliliğini övüyoruz ve beşeri bilimler analizimizin herhangi bir yerinde bu iki kişiden birinin yorumunun doğru diğerininkinin de kötü veya yanlış olduğunu iddia etmek istemeyiz. bu da makul; bu bireysel şablonlar ve inançların nereden geldiği hakkında hiçbir zaman konuşmamamızı ayrı tutacak olursak… yani, bunların bu iki kişinin içinde nereden geldiği hakkında… sanki bir insanın dünyaya karşı en temel yönelimi ve tecrübesinin manası, bir şekilde boyu veya ayakkabı numarası gibi genetikmiş ya da lisan gibi kültürden direk aktarılıyormuş gibi… sanki anlam inşa etmemizin bireysel ve kasıtlı bir tercihle alakası yokmuş gibi… ayrıca, bir de kibir meselesi var. dindar olmayan adam, ordan geçen eskimoların, kendisinin yardım duasıyla bir alakası olabileceği ihtimalini yok sayması gerektiğinden gayet emin. doğru ya, kendi yorumlarından emin ve kibirli birçok dindar insan da var. hatta muhtemelen ateistlerden daha da iticiler, en azından çoğumuza göre öyle… ancak dindar dogmatiklerin problemi bu hikayedeki inançsız adamınkiyle tıpatıp aynı: körce bir kesin emin olma hali, içeride kilitli olduğunu bilmemesine varacak kadar bir mahkum taassubu (dar görüşlülüğü).

    buradaki ana fikir şöyle: bence bana nasıl düşünülmesi gerektiğini öğretme mevzusunun bir kısmının gerçek manası bu. sadece biraz daha az kibirli olmak… kendim ve kesinliklerime dair sadece biraz daha fazla kritik farkındalığa sahip olmak… çünkü otomatik olarak hakkında kesin emin olduğum şeylerin büyük bir yüzdesinin tamamen yanlış ve aldatmaca olduğu zaman içinde ortaya çıktı. ben bunu zor yoldan öğrendim, siz yeni mezunların da böyle öğreneceğini öngörüyorum.

    otomatik olarak kesin emin olmaya meyilli olduğum şeylerin büsbütün yanlışlığına dair bir örnek: kendi birinci elden yaşadığım tecrubeler kâinatın mutlak merkezi olduğuma dair derin inancımı pekiştiriyor; realist bir kişi, var olan en canlı ve önemli insan... bu türden doğal, temel ben merkezlilik hakkında nadiren düşünürüz çünkü sosyal olarak çok iticidir. fakat hepimiz için aynı. temel ayarımız böyle, daha doğuştan içimize işlenmiş. bir düşünelim, mutlak merkezi olmadığınız hiçbir tecrübeniz olmadı. deneyimlediğiniz dünya ya sizin önünüzde ya da sizin arkanızda, ya sizin solunuzda ya da sağınızda, sizin televizyonunuzda veyahut sizin monitörünüzde. vesaire... diğer insanların düşünceleri ve hisleri size bir şekilde dolaylı olarak aktarılmalı ama kendinizinkiler çok birincil, acil, ve gerçek.

    lütfen size merhamet, başkası odaklı olma ya da bütün o erdem denilenler hakkında ders vereceğim konusunda endişeniz olmasın. bu erdem konusu değil. derinden ve kelime manasıyla ben-merkezli olmak ve her şeyi ben merceğinden görmek ve yorumlamak olmak olan doğal, içime işlenmiş standart ayardan bir şekilde kurtulmaya veya bunu değiştirmeye çalışma meselesi. bu doğal, içe işlemiş ayarı kontrol edebilen insanlar genelde "iyi ayarlı" [dengeli] olarak tanımlanır ki bu da iddia ediyorum ki tesadüfi bir terim değildir.

    burdaki muzaffer akademik ortam altında ortaya çıkan bariz bir soru şu: bu doğal ayarımızı ayarlama işinin ne kadarlık kısmı gerçek bilgi veya zihinle ilgili? bu soru ince ve zor. muhtemelen akademik bir eğitimin en tehlikeli tarafı –en azından benim durumumda- meseleleri fazla entelektuelize etmeye olan eğilimime, kafamdaki soyut bir argüman içinde yitip gitmeme imkan sağlaması. önümde olan bitene dikkat kesilmek, içimde olan bitene dikkat vermek yerine…

    eminim çoktan biliyorsunuzdur; kendi kafanızın içindeki süregiden monologla hipnotize olmaktansa (an itibariyle de bu gerçekleşiyor olabilir) uyanık ve dikkatli kalmak aşırı derecede zor bir şey. kendi mezuniyetimden 20 yıl sonra, zamanla anlamış bulunmaktayım ki beşeri bilimlerin size nasıl düşünüleceğini öğrettiği klişesi aslında çok daha derin, daha ciddi bir fikir için bir kısayolmuş: nasıl düşünüleceğini öğrenmek nasıl ve ne düşüneceğinizi biraz olsun kontrol etmeyi öğrenmekmiş. neye dikkatinizi vereceğinizi ve tecrübelerinizden nasıl anlam inşa edeceğinizi seçebilecek kadar bilinçli ve farkında olmak demek. çünkü yetişkin hayatınızda bu tür bir seçimi icra edemezseniz tarumar olacaksınız. zihnin mükemmel bir uşak ama berbat bir efendi olduğunu söyleyen eski klişe sözü aklınıza getirin.

    bu, diğer birçok klişe gibi, ilk bakışta çok yavan ve heyecansız olmakla birlikte, aslında büyük ve dehşetli bir hakikati ifade ediyor. ateşli silahlarla intihar eden yetişkinlerin kendilerini nerdeyse her zaman kafalarından vurmaları hiç de tesadüf değil. berbat efendiyi vuruyorlar. filhakika, bu müntehirlerin büyük bir kısmı da tetiği çekmeden uzun bir süre önce ölmüş oluyorlar.

    beşeri bilimler eğitiminizin gerçek olan, saçmalık olmayan değerinin neyden ibaret olduğunu beyan ediyorum: konforlu, müreffeh, saygıdeğer hayatınızı ölmüş ve şuursuz, kafanıza ve biteviye devam eden benzersiz, büsbütün, emperyal yalnızlık olan standart ayarınıza köle olmuş vaziyette idame ettirmekten nasıl korunabileceğiniz hakkında. bu kulağa abartı ya da soyut saçmalık gibi geliyor olabilir. somutlaştıralım. net gerçek şu ki siz mezun olmakta olan son sene öğrencilerinin henüz “her gün”ün aslında ne anlama geldiği konusunda bir fikriniz yok. kimsenin mezuniyet törenlerinde bahsetmediği yetişkin amerikalıların hayatının büyük bir kısmı var. bunlardan biri can sıkıntısı, rutin ve ufak gerginliklerle ilgili. burdaki ebeveynler ve yaşlılar neden bahsettiğimi çok iyi bileceklerdir.

    örneğin ortalama bir yetişkin günündesiniz, ve sabah yataktan kalkıyorsunuz, zorlayıcı, üniversite mezunlarının yaptığı beyaz yakalı işinize gidiyorsunuz ve 8 veya 10 saat boyunca sıkı sıkı çalışıyorsunuz. günün sonunda yorgun ve biraz streslisiniz ve tek istediğiniz eve gitmek, güzel bir yemek yemek, ve belki bir saat kadar gevşemek ve sonra yatağa erken girmek çünkü, doğal olarak, ertesi gün kalkmanız ve her şeyi baştan tekrarlamanız gerekecek. ama sonra aklınıza evde yiyecek bir şeyler olmadığı geliyor. zorlayıcı işinizden dolayı bu hafta alışveriş yapmaya vaktiniz olmadı, ve şimdi işten sonra arabaya binip süpermarkete gitmeniz gerekiyor. iş günü sonu ve trafik muhtemelen çok kötü. markete varmak normalden çok daha fazla vakit alıyor ve nihayet vardığınızda da süpermarket çok kalabalık çünkü vakit tabii ki gün içinde diğer iş sahibi insanların da araya alışveriş sıkıştırmaya çalıştığı vakit. market çok kötü ışıklandırılmış ve ortama insanın ruhunu öldüren türden bir arka plan müziği veya plaza popu yayılıyor. olmak isteyeceğiniz en son yer ama çabucak içeri girip çıkamıyorsunuz; istediğiniz şeyleri bulmak için marketin bütün o kafa karıştırıcı, devasa rafları arasından dolaşmanız ve külüstür alışveriş sepetinizi tüm o diğer yorgun, telaşlı insanların arasından geçirmeniz gerekiyor (vesaire vesaire, bazı kısımları dışarda bırakıyorum çünkü uzunca bir seremoni). ve nihayet bütün yemeklik malzemelerinizi alıyorsunuz; gün sonu telaşesi olmasına rağmen yeteri kadar kasanın açık olmadığını farketmenize değin… dolayısıyla kasa sırası inanılmaz şekilde uzun ki bu da aptalca ve sinir bozucu. ama sinirizi kasada çalışan telaşlı hanımdan çıkaramazsınız – ki o da günlük bıktırıcılığı ve anlamsızlığı buradaki prestijli bir üniversitedeki herkesin tahayyül edebileceğinin ötesinde olan bir işte fazla mesai yaparak çalışıyor.

    ama her neyse, nihayet sıranın en önüne geliyorsunuz, ve ödemenizi yapıyorsunuz. mutlak ölümün ses tonunda “iyi günler” diyorlar. sonra çürük, uyduruk plastik poşetlerinizi bir tekerleği çileden çıkartırcasına sola çeken alışveriş sepetinize koymanız ve kalabalık, bozuk, çer çöple kaplanmış park yerinden sürüklemeniz gerekiyor. sonra yavaş akan, ağır, arazi araçlarıyla dolu iş çıkışı trafiğinin içinden eve kadar araba sürmeniz gerekiyor, vesaire vesaire…herkes mutlaka bunu yapmıştır. ama henüz siz yeni mezunların asıl hayat rutinlerinin bir parçası olmadı; günlerce, haftalarca, aylarca, senelerce…

    fakat olacak. ve ayriyetten, daha birçok iç karartıcı, sinir bozucu, görünüşte anlamsız rutinler de cabası. ama konu bu değil. konu bu sinir bozucu, ufak saçmalıklar gibi şeyler işte tam olarak seçme işinin devreye gireceği yerler. çünkü trafik sıkışıklıkları, kalabalık market koridorları ve uzun sıralar bana düşünmek için zaman veriyor ve eğer nasıl düşüneceğim ve neye dikkatimi vereceğim konusunda bilinçli bir karar almazsam her alışveriş yaptığımda sinirleneceğim ve sefil olacağım. çünkü doğal standart halim bu gibi durumların tamamen benim hakkımda olduğu kesinliğine ayarlı. benim açlığım ve benim yorgunluğum ve benim eve varma isteğim; ve kalan herkes sadece önümde duran bir engelden ibaretmiş gibi görünecek. peki bu önümde durup bana engel olan insanlar kimler? ve çoğunun ne kadar itici olduğuna bir bakın: ne kadar da ahmakça ve inek gibi, gözlerinin feri kaçmış ve insanlık dışı bir halde duruyorlar kasa sırasında. sıranın ortasında durup cep telefonlarında yüksek sesle konuşmaları ne kadar da saygısızca ve sinir bozucu. bunun şahsi olarak nasıl da son derece adaletsizce olduğuna bakın.

    veyahut, tabii ki, eğer standart ayarımın beşeri bilimler[deki tipik] toplumsal bilinçlilik formundaysam, müsrifçe ve bencilce kırk galonluk depolarındaki benzini yakan devasa, aptal, şerit ihlalcisi arazi araçlarından, hummerlardan, v-12 pikap kamyonlarından iğrenerek zaman geçirebilirim gün sonu trafiğinde. ve şovenist ve dini tampon çıkartmalarının her zaman en çirkin, en düşüncesiz ve agresif sürücüler tarafından kullanılan en büyük ve bencil araçlar üzerinde olduğu [burada alkışlara cevap veriyor] (fakat bu nasıl dusunmemeniz gerektiği hakkında bir örnek) hakkında düşünebilirim. ve çocuklarımızın çocuklarının bize geleceğin bütün yakıtını tükettiğimiz için, muhtemelen iklimi mundar ettiğimiz için, ve şımarık, aptal, bencil ve iğrenç olduğumuz için, ve modern tüketici toplumun dupediz rezil bir şey olmasindan dolayi vs. nasıl da küçümseyerek bakacakları hakkında düşünebilirim.

    ana fikri anlıyorsunuz.

    eğer markette ve otoyolda böyle düşünmeyi seçiyorsam, iyi. birçoğumuz böyle. yalnız bu şekilde düşünmek öyle kolay ve otomatik olabilir ki ille de seçenek olmak zorunda değil. bu benim doğal standart ayarım. dünyanın merkezi olduğum ve benim birincil isteklerimin ve hislerimin dünyanın önceliklerini belirlemesi gerektiği inancı içinde otomatik ve bilinçsizce hareket ederken yetişkin hayatın sıkıcı, sinir bozucu, kalabalık kısımlarını otomatik olarak tecrübe etme şeklim.

    fakat tabii bu tarz durumlar hakkında tamamen farklı düşünme biçimleri mevcut. bu trafikte, bütün araçlar durmuş ve rölantiye almış bir halde bekliyorken bu arazi araçlarındaki insanlardan bazılarının geçmişte korkunç kazalar geçirmiş olabilecekleri ve şimdi araba sürmekten çok korktukları ve güvende hissetmeleri için terapistlerinin büyük, ağır bir arazi aracı temin etmelerini söylemiş olması ihtimalden uzak değil. veya az önce önüme kırmış olan hummer’in sürücüsü belki de ufak çocuğu yaralı veya hasta olan ve onu hastaneye yetiştirmeye çalışan bir baba. ve bu babanın telaşesi benimkinden daha büyük, daha meşru: aslında onun yolunun üzerindeki engel benim.ya da kendimi, süpermarketteki kasa sırasında kalan herkesin benim kadar sıkılmış ve gergin oldugunu ve bu insanlardan bazılarının hayatının benimkinden daha zor, bıktırıcı ve acı verici olduğunu düşünmeye zorlamayı seçebilirim.

    tekrar ediyorum; lütfen size ahlaki bir tavsiye verdiğimi ya da böyle düşünmeniz gerektiğini ya da kimsenin sizden otomatik olarak böyle yapmanızı beklediğini söylediğimi düşünmeyin. çünkü bu zor bir şey. irade ve gayret gerektiriyor ve eğer benim gibiyseniz bazı günler bunu yapma durumunda olmazsınız ya da yalnızca yapmak istemezsiniz.

    ama çoğu günler, kendinize bir tercih hakkı tanıyacak kadar farkındalık içindeyseniz az önce çocuğuna bağırmış bu şişman, ölü gibi bakan, aşırı makyajlı hanıma daha farklı bakmayı seçebilirsiniz. belki her zamanki hâli böyle değildir. belki de kemik kanserinden ölmekte olan kocasının elini tutuyordu üç gecedir. belki de bu hanım trafik bürosunda çalışıyor ve daha dün ufak bir bürokratik yardımseverlik göstererek eşinizin sinir bozucu, ürkütücü, formaliteden ibaret bir probleminin hallolmasına yardımcı oldu. tabii bunların hiçbiri muhtemel değil ama imkansız da değil. sadece neyi düşünmek istediğinize bağlı. gerçeğin ne olduğu konusunda otomatik olarak eminseniz ve standart ayarınızda işliyorsanız, o zaman muhtemelen --benim gibi-- sinir bozucu ve sefil olmayan ihtimalleri göz önüne almayacaksınızdır. ama gerçekten nasıl dikkat verileceğini öğrenirseniz, o zaman başka seçenekler olduğunu bileceksiniz. aslında kalabalık, sıcak, yavaş, tüketici cehennemi türünden bir durumu sadece anlamlı değil aynı zamanda kutsal ve ateşîn bir şekilde tecrübe etmek de kudretiniz dahilinde olacak; yıldızları oluşturan o aynı kuvvetle: aşk-sevgi, dostluk, her şeyin temelindeki mistik birlik kuvvetiyle…

    mistik şeylerin ille de doğru olduğundan değil. büyük harfle g-erçek (hakikat) olan tek şey, olanı nasıl göreceğinizi sizin seçeceğiniz. diyorum ki gerçek eğitimin, nasıl iyi-ayarlı olunacağını öğrenmenin hürriyeti budur. neyin anlamlı olduğuna, neyin olmadığına bilinçli olarak karar verecek olan sizsiniz. neye perestiş/ibadet edeceğinize siz karar vereceksiniz.

    çünkü garip ama doğru olan başka bir şey daha var: yetişkin hayatının günlük dehlizleri içinde ateizm diye bir şey yoktur. tapmama gibi bir şey yoktur. herkes tapar. tek seçeneğimiz neye tapacağımız. belki bir çeşit tanrıya ya da ruhani şeye tapmanın zorunlu sebebi – isa veya allah, rab (yhvh) ya da wicca’nin ana tanrıçası, ya da dört kutsal hakikat, ya da bir tür çiğnenemez ahlaki prensipler kümesi olsun— aşağı yukarı kalan her şeyin sizi diri diri yiyecek olmasıdır. para ve eşyaya taparsanız, bunlar hayattan anlam çıkardığınız mecralarsa hiçbir zaman bunlardan yeteri kadarına sahip olamayacaksınız, yeteri kadarına sahipmiş gibi hissetmeyeceksiniz. bu hakikat. vücudunuza, güzelliğinize, cinsel cazibenize tapın, her zaman çirkin hissedeceksiniz. zaman ve yaş kendini göstermeye başladığında da, insanlar sizin mateminizi tutmaya başlamadan önce milyonlarca defa öleceksiniz. bir bakıma bunları zaten biliyoruz. mitler, atasözleri, klişeler, vecizeler, kıssalar halinde kodlanmış; her harika hikayenin iskeletinde mevcut… işin tüm püf noktası bu hakikati günlük bilincimiz içinde görünür tutmakta.

    güce tapın ve kendinizi zayıf ve korkmuş halde hissederken bulacaksınız, ve kendi korkunuzu uyuşturmak için diğerlerinin üzerinde her zamankinden daha fazla güce gereksinim duyacaksınız. aklınıza tapın, zeki görünmeye tapın, aptal hissedeceksiniz, her daim foyası ortaya çıkmak üzere olan bir sahtekar gibi hissedeceksiniz. fakat tapınmanın bu türlerindeki sinsi olan şey bunların kötü ya da günah olması değil, bilinçsiz olması. standart ayarlar olması.

    gün be gün yavaştan kaydığınız, bunu yaptığınızın tamamen farkında olmadan neyi gördüğünüz ve değeri nasıl ölçtüğünüz konusunda git gide daha seçici olduğunuz türden bir tapınma. ve bu sözde gerçek dünya, sizi standart ayarlarınız üzere işlemekten alıkoymayacaktır çünkü bu erkeklerin, paranın, gücün dünyası, korku, öfke, hayal kırıklığı, ihtiras, kendine tapınma dolu bir havuza çakırkeyf olmuş, mırıldanarak eşlik etmekte. şu anki kendi mevcut kültürümüz bu güçleri fevkalade bir varlık, konfor ve bireysel hürriyet sonuç verecek şekilde kullandı. bütün mahlukatın merkezinde yalnız, minik, kafatası büyüklüğünde krallıklarımızın efendileri olma hürriyeti… bu çeşit bir özgürlük cazip şeyler içeriyor. ancak tabii çok çeşitli hürriyetler var; istemenin ve başarmanın ve göstermenin [? - burası tam net anlaşılmıyor] dışardaki büyük dünyasında bu hürriyetlerin en kıymetlisi hakkında pek konuşulduğunu duymayacaksınız. gerçekten mühim olan hürriyet, dikkat ve farkındalık ve disiplinle ilgili, ve diğer insanları önemsemek ve onlar için defalarca, tekrar tekrar ufak, seksi/artistik olmayan şekillerde fedakârlıkta bulunmakla…

    gerçek hürriyet bu. eğitilmek ve nasıl düşünüleceğini öğrenmek bu. alternatifi ise bilinçsizlik, standart ayarımız, anlamsız yarış, o kemirici olan sürekli sonsuz bir şeye sahip olup da kaybetmiş gibi hissetme hali.

    biliyorum, bütün bunlar bir mezuniyet konuşmasının kulağa gelmesi gerektiği gibi değil; eğlenceli, sen şakrak, çok ilham verici gelmiyor kulağa. bu görebildiğim kadarıyla birçok retorik inceliklerden arındırılmış hâliyle --büyük harfle-- h-akikat. tabii ki bunun hakkında istediğinizi düşünmekte serbestsiniz. ama lütfen en azından parmak sallamalı bir dr. laura vaazıymış gibi göz ardı etmeyin. bunlardan hiçbiri ahlak veya din veya dogma veya ölümden sonraki hayata dair büyük gösterişli sorular hakkında değil. büyük harfle h-akikat ölümden önceki hayat ile ilgili. gerçek bir hayatın gerçek değeri hakkında, ki bunun da bilgiyle neredeyse hiçbir alakası yok ve en çok basit bir farkındalıkla alakası var; gerçek ve temel olanın farkındalığı… bu etrafımızda olan açık görüş alanımızda öyle gizlenmiş ki, sürekli kendimize hatırlatmak durumundayız:

    “bu su.”

    “bu su.”

    bunu yapmak, yetişkin dünyasının gündelik hayatında bilinçli ve canlı halde kalmak, tasavvurların da ötesinde zor bir şey. bu da başka büyük bir klişenin daha doğru olduğu anlamına geliyor: eğitiminiz gerçekten de ömür boyu sürecek bir iş. ve şimdi başlıyor.

    size şanstan daha fazlasını diliyorum.

    david foster wallace
  • "ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması bir tesadüf değildir. kafalarından."

    gerçeklere, seçimlere, inançlara ve yaşama uğraşının kendisine dair bir yol haritası: bu su . 2008 yılında hayatı boyunca mücadele ettiği depresyona yenik düşen büyük yazar david foster wallace , bu su’da algının tuzaklarını, insanın kendi kendini hapsettiği kafesleri, gözlerimizin önünde uzanmalarına rağmen kavramakta zorlandığımız gerçekleri yalın ve duru bir dille anlatıyor.

    yeni kuşak amerikan edebiyatının en özgün ve benzersiz yazarlarından biri olan david foster wallace; thomas pynchon , donald barthelme ve don delillo gibi büyük isimlerden etkilenerek başladığı yazın hayatında kendine özgü bir stil ve dil oluşturmuş, ağır ve çetrefilli mevzuların altından duru, muzip ve dürüst manevralarla kalkmasıyla dikkat çekmiştir. wallace, kendi içinde adeta matematiksel kurgusu olan roman, kısa öykü ve denemeleri, parlak zekâsı ve kıvrak anlatımıyla öne çıkar ve magnum opusu kabul edilen infinite jest romanıyla çağımızın en önemli edebiyatçılarından biri sayılır.

    david foster wallace, 2008 yılında ömrü boyunca direndiği depresyona yenilmiş ve kaliforniya'daki evinde kendini asarak hayata veda etmiştir. bu su, david foster wallace’ın kenyon college mezuniyet töreninde yaptığı konuşmanın uyarlanmış bir metnidir. ağırlıklı olarak kullandığı ve kafasının içindeki seslerle kıyasladığı dipnotlar ve dili neredeyse zorlayan dolambaçlı ifadeleriyle tanınan wallace, bu su'da yazınının diğer örneklerinin aksine olabildiğince yalın ve duru bir anlatım seçmiştir. bu, 46 yaşında kaybettiğimiz yazarın bir topluluğa hitaben bu tarzda yaptığı tek konuşmadır.

    içinde yüzdüğümüz sularda yitip gitmemek, etrafımızda olanları gerçekten görmek için… bu su.
  • "iki genç balık birlikte yüzerken ters yönden gelmekte olan yaşlı bir balığa rastlarlar. yaşlı balık başıyla selam verir ve “günaydın gençler, su nasıl?” der. genç balıklar yüzmeye devam eder ve balıklardan biri nihayet diğerine dönerek sorar: su da neyin nesi?"

    kitabın adı, bu hazin hikâyeden geliyor.
  • okuduğum/dinlediğim en tokatlayıcı kısa yazılardan biri.
    internetin uçsuz bucaksız kumlarının içerisinde bunu bulabildiğim için çok şanslısın şu anda bu entry'yi okuduğuna göre sen de.

    bu yazının güzel kısmı herkesle paylaşılamayacak kadar derin olması. yazarın dediği gibi ''awareness'' gerektirmesi.

    o yüzden azınlığız. selam olsun.
  • orijinal metnine buradan http://www.stevey.com/2009/06/09/this-is-water/ ulaşabileceğiniz, david foster wallace'ın 2005 yılında kenyon üniversitesi'nde gerçekleştirdiği konuşma.

    bu metin beni çok üzer. döner döner okurum ve üzülürüm. peki ben manyak mıyımdır? habire kendimi üzmeye meraklı bir drama queen miyimdir? nedir? hayır, sadece david foster wallace'ın bu yazdıklarının içime işlediği insan mıyım hala diye kontrol etmek için döner okurum. içinde bulunduğum suda boğulmamak için. suyun beni olmadığım bir şeye dönüştürmemesi için.

    bu metni daha da dokunaklı yapan şey, david foster wallace'ın 46 yaşında kendini asmış olmasıdır. bize 'şanstan daha fazlasını dilerken' ne demek istediğini daha iyi anlarız bu bilgiyle. bazıları suyun su olduğunu bilmeden akışta yüzerken, bazılarının bunu hiç unutmaması gerektiğini düşünürüz, çaba sarf etmek gerektiğini, anlam vermek gerektiğini biliriz. üzülürüz. çocuk gibi.
  • bu su'da "anlattıklarım (...) 30'una, belki hatta 50'sine gelmek hakkında... kendi kafanıza bir kurşun sıkma isteğine kapılmadan." diyen dfw kendini astı. "gerçek olan tek şey dünyayı nasıl görmeye çalışacağınıza karar vermeniz" demiş bi yerde. belki de dünyayı görmemenizi sağlayacak yönteme karar vermeniz de olabilir. ya da olamaz. son tahlilde pek tabii ki zerre önemi yok tüm saçmalamaların. elmanın tadına bakıp çıkcaz. ya da kurdun.
  • bu küçücük, avuç içi kadar kitap aslında david foster wallace'ın bir üniversite mezuniyet töreninde yeni mezunlara yönelik yaptığı bir konuşmadan alıntıları içeriyor. yarım saatte okunup bitirilebilecek olan konuşma, kapağında "yaşama uğraşına dair bir yol haritası" diye düşülen alt başlığından ziyade "hayata hangi yönünden bakacağınız sizin elinizde," fikri üzerinde çeşitlenen öğütler ve örneklerden ibaret.

    kitabın ilginç adının, wallace'ın konuşmaya başlarken anlattığı şu kıssadan geldiği daha önce belirtilmiş:

    (bkz: #51410958)

    david foster wallace'ın kendi yaşama uğraşında başarılı olamayışı ise bu kitaba bardağın boş tarafından bakılınca biraz ilginç. çünkü gençlere yönelik bir söyleşide bu kadar güzel ve öz bir biçimde konuşup belki de kimilerinin hayatında yer eden bir iz bırakırken kendi hayatını intiharla sonlandırmış olması da bu kitapla ilgili acı ve düşündürücü bir konu sanırım, galiba depresyon hastalarının çoğu kendi sökükleri konusunda beceriksiz olmalarına rağmen aslında yapılması gereken şeyleri bilen ve hatta bunları etrafıyla paylaşmaya çabalayan bilgeler, kim bilir. ufacık tefecik ve içi dopdolu olan bu kitabı ben gönül rahatlığıyla tavsiye ederim çünkü içinde koşturduğumuz bu hayatta "su da neyin nesi?" diyenlerin arasında olmak zaten zor, bari biz suyun ne olduğunu ara ara kendimize hatırlatalım.
  • david foster wallaceın muhteşem konuşması.

    think of the old cliché about "the mind being an excellent servant but a terrible master". this, like many clichés, so lame and unexciting on the surface, actually expresses a great and terrible truth. it is not the least bit coincidental that adults who commit suicide with firearms almost always shoot themselves in the head. they shoot the terrible master. and the truth is that most of these suicides are actually dead long before they pull the trigger.

    http://www.youtube.com/watch?v=iygaxzjgvaq
    konuşma metni için:
    http://moreintelligentlife.com/…ce-in-his-own-words
  • uzerinden 10 sene gecen konusmadir.

    --- spoiler ---

    “there are these two young fish swimming along and they happen to meet an older fish swimming the other way, who nods at them and says “morning, boys. how’s the water?” and the two young fish swim on for a bit, and then eventually one of them looks over at the other and goes “what the hell is water?”“

    this is a standard requirement of us commencement speeches, the deployment of didactic little parable-ish stories. the story turns out to be one of the better, less bullshitty conventions of the genre, but if you’re worried that ı plan to present myself here as the wise, older fish explaining what water is to you younger fish, please don’t be. ı am not the wise old fish. the point of the fish story is merely that the most obvious, important realities are often the ones that are hardest to see and talk about. stated as an english sentence, of course, this is just a banal platitude, but the fact is that in the day to day trenches of adult existence, banal platitudes can have a life or death importance, or so ı wish to suggest to you on this dry and lovely morning.

    of course the main requirement of speeches like this is that ı’m supposed to talk about your liberal arts education’s meaning, to try to explain why the degree you are about to receive has actual human value instead of just a material payoff. so let’s talk about the single most pervasive cliché in the commencement speech genre, which is that a liberal arts education is not so much about filling you up with knowledge as it is about quote teaching you how to think. ıf you’re like me as a student, you’ve never liked hearing this, and you tend to feel a bit insulted by the claim that you needed anybody to teach you how to think, since the fact that you even got admitted to a college this good seems like proof that you already know how to think. but ı’m going to posit to you that the liberal arts cliché turns out not to be insulting at all, because the really significant education in thinking that we’re supposed to get in a place like this isn’t really about the capacity to think, but rather about the choice of what to think about. ıf your total freedom of choice regarding what to think about seems too obvious to waste time discussing, ı’d ask you to think about fish and water, and to bracket for just a few minutes your skepticism about the value of the totally obvious.

    here’s another didactic little story. there are these two guys sitting together in a bar in the remote alaskan wilderness. one of the guys is religious, the other is an atheist, and the two are arguing about the existence of god with that special intensity that comes after about the fourth beer. and the atheist says: “look, it’s not like ı don’t have actual reasons for not believing in god. ıt’s not like ı haven’t ever experimented with the whole god and prayer thing. just last month ı got caught away from the camp in that terrible blizzard, and ı was totally lost and ı couldn’t see a thing, and it was fifty below, and so ı tried it: ı fell to my knees in the snow and cried out ‘oh, god, if there is a god, ı’m lost in this blizzard, and ı’m gonna die if you don’t help me.’” and now, in the bar, the religious guy looks at the atheist all puzzled. “well then you must believe now,” he says, “after all, here you are, alive.” the atheist just rolls his eyes. “no, man, all that was was a couple eskimos happened to come wandering by and showed me the way back to camp.”

    ıt’s easy to run this story through kind of a standard liberal arts analysis: the exact same experience can mean two totally different things to two different people, given those people’s two different belief templates and two different ways of constructing meaning from experience. because we prize tolerance and diversity of belief, nowhere in our liberal arts analysis do we want to claim that one guy’s interpretation is true and the other guy’s is false or bad. which is fine, except we also never end up talking about just where these individual templates and beliefs come from. meaning, where they come from ınsıde the two guys. as if a person’s most basic orientation toward the world, and the meaning of his experience were somehow just hard-wired, like height or shoe-size; or automatically absorbed from the culture, like language. as if how we construct meaning were not actually a matter of personal, intentional choice. plus, there’s the whole matter of arrogance. the nonreligious guy is so totally certain in his dismissal of the possibility that the passing eskimos had anything to do with his prayer for help. true, there are plenty of religious people who seem arrogant and certain of their own interpretations, too. they’re probably even more repulsive than atheists, at least to most of us. but religious dogmatists’ problem is exactly the same as the story’s unbeliever: blind certainty, a close-mindedness that amounts to an imprisonment so total that the prisoner doesn’t even know he’s locked up.

    the point here is that ı think this is one part of what teaching me how to think is really supposed to mean. to be just a little less arrogant. to have just a little critical awareness about myself and my certainties. because a huge percentage of the stuff that ı tend to be automatically certain of is, it turns out, totally wrong and deluded. ı have learned this the hard way, as ı predict you graduates will, too.

    here is just one example of the total wrongness of something ı tend to be automatically sure of: everything in my own immediate experience supports my deep belief that ı am the absolute center of the universe; the realest, most vivid and important person in existence. we rarely think about this sort of natural, basic self-centeredness because it’s so socially repulsive. but it’s pretty much the same for all of us. ıt is our default setting, hard-wired into our boards at birth. think about it: there is no experience you have had that you are not the absolute center of. the world as you experience it is there in front of you or behind you, to the left or right of you, on your tv or your monitor. and so on. other people’s thoughts and feelings have to be communicated to you somehow, but your own are so immediate, urgent, real.

    please don’t worry that ı’m getting ready to lecture you about compassion or other-directedness or all the so-called virtues. this is not a matter of virtue. ıt’s a matter of my choosing to do the work of somehow altering or getting free of my natural, hard-wired default setting which is to be deeply and literally self-centered and to see and interpret everything through this lens of self. people who can adjust their natural default setting this way are often described as being “well-adjusted”, which ı suggest to you is not an accidental term.

    given the triumphant academic setting here, an obvious question is how much of this work of adjusting our default setting involves actual knowledge or intellect. this question gets very tricky. probably the most dangerous thing about an academic education?—?least in my own case?—?is that it enables my tendency to over-intellectualize stuff, to get lost in abstract argument inside my head, instead of simply paying attention to what is going on right in front of me, paying attention to what is going on inside me.

    as ı’m sure you guys know by now, it is extremely difficult to stay alert and attentive, instead of getting hypnotized by the constant monologue inside your own head (may be happening right now). twenty years after my own graduation, ı have come gradually to understand that the liberal arts cliché about teaching you how to think is actually shorthand for a much deeper, more serious idea: learning how to think really means learning how to exercise some control over how and what you think. ıt means being conscious and aware enough to choose what you pay attention to and to choose how you construct meaning from experience. because if you cannot exercise this kind of choice in adult life, you will be totally hosed. think of the old cliché about quote the mind being an excellent servant but a terrible master.

    this, like many clichés, so lame and unexciting on the surface, actually expresses a great and terrible truth. ıt is not the least bit coincidental that adults who commit suicide with firearms almost always shoot themselves in: the head. they shoot the terrible master. and the truth is that most of these suicides are actually dead long before they pull the trigger.

    and ı submit that this is what the real, no bullshit value of your liberal arts education is supposed to be about: how to keep from going through your comfortable, prosperous, respectable adult life dead, unconscious, a slave to your head and to your natural default setting of being uniquely, completely, imperially alone day in and day out. that may sound like hyperbole, or abstract nonsense. let’s get concrete. the plain fact is that you graduating seniors do not yet have any clue what “day in day out” really means. there happen to be whole, large parts of adult american life that nobody talks about in commencement speeches. one such part involves boredom, routine, and petty frustration. the parents and older folks here will know all too well what ı’m talking about.

    by way of example, let’s say it’s an average adult day, and you get up in the morning, go to your challenging, white-collar, college-graduate job, and you work hard for eight or ten hours, and at the end of the day you’re tired and somewhat stressed and all you want is to go home and have a good supper and maybe unwind for an hour, and then hit the sack early because, of course, you have to get up the next day and do it all again. but then you remember there’s no food at home. you haven’t had time to shop this week because of your challenging job, and so now after work you have to get in your car and drive to the supermarket. ıt’s the end of the work day and the traffic is apt to be: very bad. so getting to the store takes way longer than it should, and when you finally get there, the supermarket is very crowded, because of course it’s the time of day when all the other people with jobs also try to squeeze in some grocery shopping. and the store is hideously lit and infused with soul-killing muzak or corporate pop and it’s pretty much the last place you want to be but you can’t just get in and quickly out; you have to wander all over the huge, over-lit store’s confusing aisles to find the stuff you want and you have to maneuver your junky cart through all these other tired, hurried people with carts (et cetera, et cetera, cutting stuff out because this is a long ceremony) and eventually you get all your supper supplies, except now it turns out there aren’t enough check-out lanes open even though it’s the end-of-the-day rush. so the checkout line is incredibly long, which is stupid and infuriating. but you can’t take your frustration out on the frantic lady working the register, who is overworked at a job whose daily tedium and meaninglessness surpasses the imagination of any of us here at a prestigious college.

    but anyway, you finally get to the checkout line’s front, and you pay for your food, and you get told to “have a nice day” in a voice that is the absolute voice of death. then you have to take your creepy, flimsy, plastic bags of groceries in your cart with the one crazy wheel that pulls maddeningly to the left, all the way out through the crowded, bumpy, littery parking lot, and then you have to drive all the way home through slow, heavy, suv-intensive, rush-hour traffic, et cetera et cetera.

    everyone here has done this, of course. but it hasn’t yet been part of you graduates’ actual life routine, day after week after month after year.

    but it will be. and many more dreary, annoying, seemingly meaningless routines besides. but that is not the point. the point is that petty, frustrating crap like this is exactly where the work of choosing is gonna come in. because the traffic jams and crowded aisles and long checkout lines give me time to think, and if ı don’t make a conscious decision about how to think and what to pay attention to, ı’m gonna be pissed and miserable every time ı have to shop. because my natural default setting is the certainty that situations like this are really all about me. about my hungriness and my fatigue and my desire to just get home, and it’s going to seem for all the world like everybody else is just in my way. and who are all these people in my way? and look at how repulsive most of them are, and how stupid and cow-like and dead-eyed and nonhuman they seem in the checkout line, or at how annoying and rude it is that people are talking loudly on cell phones in the middle of the line. and look at how deeply and personally unfair this is.

    or, of course, if ı’m in a more socially conscious liberal arts form of my default setting, ı can spend time in the end-of-the-day traffic being disgusted about all the huge, stupid, lane-blocking suv’s and hummers and v-12 pickup trucks, burning their wasteful, selfish, forty-gallon tanks of gas, and ı can dwell on the fact that the patriotic or religious bumper-stickers always seem to be on the biggest, most disgustingly selfish vehicles, driven by the ugliest [responding here to loud applause] (this is an example of how not to think, though) most disgustingly selfish vehicles, driven by the ugliest, most inconsiderate and aggressive drivers. and ı can think about how our children’s children will despise us for wasting all the future’s fuel, and probably screwing up the climate, and how spoiled and stupid and selfish and disgusting we all are, and how modern consumer society just sucks, and so forth and so on.

    you get the idea.

    ıf ı choose to think this way in a store and on the freeway, fine. lots of us do. except thinking this way tends to be so easy and automatic that it doesn’t have to be a choice. ıt is my natural default setting. ıt’s the automatic way that ı experience the boring, frustrating, crowded parts of adult life when ı’m operating on the automatic, unconscious belief that ı am the center of the world, and that my immediate needs and feelings are what should determine the world’s priorities.

    the thing is that, of course, there are totally different ways to think about these kinds of situations. ın this traffic, all these vehicles stopped and idling in my way, it’s not impossible that some of these people in suv’s have been in horrible auto accidents in the past, and now find driving so terrifying that their therapist has all but ordered them to get a huge, heavy suv so they can feel safe enough to drive. or that the hummer that just cut me off is maybe being driven by a father whose little child is hurt or sick in the seat next to him, and he’s trying to get this kid to the hospital, and he’s in a bigger, more legitimate hurry than ı am: it is actually ı who am in hıs way.

    or ı can choose to force myself to consider the likelihood that everyone else in the supermarket’s checkout line is just as bored and frustrated as ı am, and that some of these people probably have harder, more tedious and painful lives than ı do.

    again, please don’t think that ı’m giving you moral advice, or that ı’m saying you are supposed to think this way, or that anyone expects you to just automatically do it. because it’s hard. ıt takes will and effort, and if you are like me, some days you won’t be able to do it, or you just flat out won’t want to.

    but most days, if you’re aware enough to give yourself a choice, you can choose to look differently at this fat, dead-eyed, over-made-up lady who just screamed at her kid in the checkout line. maybe she’s not usually like this. maybe she’s been up three straight nights holding the hand of a husband who is dying of bone cancer. or maybe this very lady is the low-wage clerk at the motor vehicle department, who just yesterday helped your spouse resolve a horrific, infuriating, red-tape problem through some small act of bureaucratic kindness. of course, none of this is likely, but it’s also not impossible. ıt just depends what you what to consider. ıf you’re automatically sure that you know what reality is, and you are operating on your default setting, then you, like me, probably won’t consider possibilities that aren’t annoying and miserable. but if you really learn how to pay attention, then you will know there are other options. ıt will actually be within your power to experience a crowded, hot, slow, consumer-hell type situation as not only meaningful, but sacred, on fire with the same force that made the stars: love, fellowship, the mystical oneness of all things deep down.

    not that that mystical stuff is necessarily true. the only thing that’s capital-t true is that you get to decide how you’re gonna try to see it.

    this, ı submit, is the freedom of a real education, of learning how to be well-adjusted. you get to consciously decide what has meaning and what doesn’t. you get to decide what to worship.

    because here’s something else that’s weird but true: in the day-to day trenches of adult life, there is actually no such thing as atheism. there is no such thing as not worshipping. everybody worships. the only choice we get is what to worship. and the compelling reason for maybe choosing some sort of god or spiritual-type thing to worship?—?be it jc or allah, bet it yhwh or the wiccan mother goddess, or the four noble truths, or some inviolable set of ethical principles?—?is that pretty much anything else you worship will eat you alive. ıf you worship money and things, if they are where you tap real meaning in life, then you will never have enough, never feel you have enough. ıt’s the truth. worship your body and beauty and sexual allure and you will always feel ugly. and when time and age start showing, you will die a million deaths before they finally grieve you. on one level, we all know this stuff already. ıt’s been codified as myths, proverbs, clichés, epigrams, parables; the skeleton of every great story. the whole trick is keeping the truth up front in daily consciousness.

    worship power, you will end up feeling weak and afraid, and you will need ever more power over others to numb you to your own fear. worship your intellect, being seen as smart, you will end up feeling stupid, a fraud, always on the verge of being found out. but the insidious thing about these forms of worship is not that they’re evil or sinful, it’s that they’re unconscious. they are default settings.

    they’re the kind of worship you just gradually slip into, day after day, getting more and more selective about what you see and how you measure value without ever being fully aware that that’s what you’re doing.

    and the so-called real world will not discourage you from operating on your default settings, because the so-called real world of men and money and power hums merrily along in a pool of fear and anger and frustration and craving and worship of self. our own present culture has harnessed these forces in ways that have yielded extraordinary wealth and comfort and personal freedom. the freedom all to be lords of our tiny skull-sized kingdoms, alone at the center of all creation. this kind of freedom has much to recommend it. but of course there are all different kinds of freedom, and the kind that is most precious you will not hear much talk about much in the great outside world of wanting and achieving and [unintelligible?—?sounds like “displayal”]. the really important kind of freedom involves attention and awareness and discipline, and being able truly to care about other people and to sacrifice for them over and over in myriad petty, unsexy ways every day.

    that is real freedom. that is being educated, and understanding how to think. the alternative is unconsciousness, the default setting, the rat race, the constant gnawing sense of having had, and lost, some infinite thing.

    ı know that this stuff probably doesn’t sound fun and breezy or grandly inspirational the way a commencement speech is supposed to sound. what it is, as far as ı can see, is the capital-t truth, with a whole lot of rhetorical niceties stripped away. you are, of course, free to think of it whatever you wish. but please don’t just dismiss it as just some finger-wagging dr. laura sermon. none of this stuff is really about morality or religion or dogma or big fancy questions of life after death.

    the capital-t truth is about life before death.

    ıt is about the real value of a real education, which has almost nothing to do with knowledge, and everything to do with simple awareness; awareness of what is so real and essential, so hidden in plain sight all around us, all the time, that we have to keep reminding ourselves over and over:

    “this is water.”

    “this is water.”

    ıt is unimaginably hard to do this, to stay conscious and alive in the adult world day in and day out. which means yet another grand cliché turns out to be true: your education really ıs the job of a lifetime. and it commences: now.

    ı wish you way more than luck.
    --- spoiler ---
  • bütün diploma törenlerinde dağıtılsa, dünya çok daha güzel bir yer olurdu.
hesabın var mı? giriş yap