• haldun tanerin hem enfes bir kısa hikayesinin hem de hikayenin içinde bulunduğu kitabın adıdır.
    hikaye, sabahları erken kalkmanın getirebileceği güzelliklerden ve bunu başaran insanların hayattan nasıl bir zevk alacaklarından dem vurur. ancak bunun yanı sıra başka bir sürü güzel şey de anlatır çaktırmadan.
    kitaptaki diğer hikayelerin her biri bambaşka tatlardadır. içlerinde şeytan tüyü ve yaprak ne canlı yeşil adlı olanlar, naçizane fikrimce en lezizleridir.
  • içinde yalıda sabah,küçük harfli mutluluklar,karşılıklı,şeytan tüyü,sonsuza kalmak,neden sonra...,yaprak ne canlı yeşil adlı yedi öyküden oluşan (bkz: haldun taner) in öykü kitabı.

    "kız yeni şu halde.yeni olmasa köpek onu koklamazdı.belli ki oğlan burayı platonik sevişmelerin garsoniyeri yapmış.ne yapsın fakir,evi yok ki götürecek.ilişki biraz gelişince sinemaya,diskoya,oradan da bodrum katında bir arkadaşının odasına.filmlerde gördükleri gibi öpüşme,sarılışma ve çiftleşme numaralarıyla oğlan ona ustalığını,kız da ona sözümona masunluğunu,acemiliğini belgelemek için çabalayacak.ne dünyadayız yahu.sevişirken bile doğal olamıyoruz.her şeyimiz numara."
  • haldun taner'in son öykü kitabıdır aynı zamanda, vefatından 3 yıl önce yayımlanmıştır.
  • yazılışı hakkında ferhan şensoy‘un bir anektodu olan hikaye.

    https://twitter.com/…tatus/1126062295598153728?s=20
  • haldun taner in sedat simavi ödülü kazanmış öykü kitabı. karşılıklı adlı öyküsünü ayrı güzeldir.
  • haldun taner’den öğrendiğim bir şey var: “ben her gün 20 sayfa yazarım oğlum” dedi bana. “nasıl hocam, 20 sayfa çok ciddi.”, “sabah 6’da kalkarım. daktiloyu balkona atarım. -kadıköy moda’da otururdu- 20 sayfa yazarım. “yani aklınıza bir şey gelmezse ne yapıyorsunuz? öyle bir durum olmuyor mu?” “hayır!” dedi, “aklıma bir şey gelmeyebilir. gördüğümü yazarım. 6 buçuk vapuru 5 dakika geç geçti. martılar uçtu. manzarayı yazarım. çocukları alacak okul minibüsü geldi. bu 20 sayfanın hepsini kullanmak zorunda değilsin. belki bir gün bir işe yarar içinden bir paragraf alırsın, atabilirsin. ama nasıl bir marangoz dükkanını açıp sabahleyin çalışmaya başlıyor sen de yazar olarak dükkanını açıp çalışacaksın. her gün yazacaksın” ondan öğrendiğim bir disiplindir.

    sonra haldun beyin bana “ben onları atarım” dediği, moda'daki balkondan boğaz’a bakarken yazdığı notlardan “yalıda sabah” isimli çok önemli bir öyküsü çıktı, atmayı düşündüğü 20 sayfalardan.

    işin buysa oturup yazacaksın. bana ilham geldi, ilham birazdan gelecekmiş, ilham bugün gecikecekmiş, e-mail attı gibi bir şey yok

    ferhan şensoy
  • in cin uyanmadan denizin üstü de boş gibidir. bir gece balıkçılı ya da erkenci iki martı sezilir alacakaranlıkta. amaçsız, kararsız oraya buraya süzülürler. işgüzar işgüzar kanat çırparken birden durulur, suya konarlar. ben onlan maçtan önce ısınmaya çıkmış çurçur yedek oyunculara benzetirim. asıl maç çok sonra başlayacak.

    kocaman gövdesi ve iri kanatları ile bir kaşıkçı kuşu çok yükseklerde tur atıyor. uzakta bir takanın patpatı. kıyıda böcek gagalayan bir deniz kırlangıcı. çöpleri eşeleyen uyuz bir köpek. kara kuşları bu saatte henüz uyku sersemidirler. kargaların gece tüneği kahvenin yanındaki çınar. bu çınarın bizans'tan kaldığı söyleniyor. kırlangıçlar daha çok sahildeki apartmanların bacalarında, pencere pervazlarında barınıyorlar. karacılar içinde ilk uyanan yine serçeler. balkonda onlar için geceden doğradığım ekmekleri didikliyorlar. kaşıkçı kuşu bir planör gibi iniş yaptı suya. çevresine bakınıyor.

    sabahın bu ilk saatleri benim saltanatım. kırk elli dakika da sürse, bu krallığımın her anını yudum yudum tadarım. böyle bir tiryakiliğimiz varsa, yaz kış yataktan beşte fırlamak gerek. sabahı herkesten önce yakalamak için. ama mahallenin en erkencisi olmak övüncünü benden kapan biri var: kahveci rıza efendi. ömrübillah güneşi üzerine doğdurmamış olmakla övünüyor. helal olsun. denizin kişiliği bir başkadır bu saatte. kokular başkadır, renkler başkadır, hele sesler bambaşka. kokularda tazelik vardır, yıpranmamışlık, koklanmamışlık, rayihasını ilk size teslim ediyormuşluk vardır. renkler gerçi henüz uçuk, belirsiz ve siliktirler, ama şekilleri muhayyelesi ile tamamlamak yaratıcılığını verdiği için çoğu kimse pastel tonları yeğlemez mi? seslere gelince, asıl şaşırtıcı olan seslerdir. sabahın ilk saatlerindeki sesler, insanlığın ilk günlerindeki, ilk insanın, ilk algıladığı seslere benzerler. yepyeni, taptaze, ürpertici, merak uyandırıcı.

    takanın uzaklaşan patpatı, ayakları ile suyu dövüp ürküttüğü balığı gagası ile havalandıran beyaz pelikanın kanat çırpışı, uzakta bir horozun ilk ötüşü. hepsi mat, hepsi surdinli, pastel ve asil. alın tokmağı vurun davula, sabahın ilk saatlerinde sesi başka çıkar. rutubet derisini gevşettiğinden mi? hayır. sizin kulak zarınız henüz günün hoyrat gürültüleri ile bekâretini yitirmediğinden. gün ışıyor artık.

    sabahın ilk saatlerinin suskunluğunu müzikle bile bozmaya kıymamalı. susmalı, sadece susmalı ve dinlemelidir. sabah saatlerinin suskunluğu sadece içilmek içindir. içe sindirilmek için.

    bir yere geç kalmış gibi siyah bordürlü kanallarıyla telaşlı telaşlı çırpınan, sinirli bir deniz saksağan sürüsü geçti modaya doğru.

    iki klakson sesi durgunluğu iki yerinden bıçakladı. ilkokul çocuklarını toparlamaya gelen minibüsün şoförü bekletilmekten hoşlanmaz. bunu bilen bücürler o gelmeden, sırtlarında çantaları, ellerinde sefertasları, anaları tarafından çoktan kaldırıma bırakılmışlardır. bu beklenip de hâla görünürde olmayan, eczacı beyin dombadiz torunu. her sabah böyledir. davranamıyor işte, ne yapsın. erkencilerden şimdi çekeceği var araba-da. üstünlüğünün tadını çıkarmak o yaştan, hatta daha küçükten başlıyor.

    martılar birer ikişer toplaşıyorlar. yaşam maçı birazdan başlayacak denizin üstünde. hava üstü milleti ile sualtı tayfası arasında. işte, mihalcık kuşları da daldı aralarına. biraz açıkta dört karabatak dala çıka eğleşiyorlar. etraf birden şamataya boğuldu. martılar, acı çığlıklar atarak birbirlerinin ağzından balık kapıyorlar. çınarın tepesinden, zakkum ağacının dallarından ve telgraf tellerinden, aşağıdaki bu panayırı ukalaca seyreden kargalar var. neden ukalaca? her "tepeden bakış"ın içinde bir ukalalık vardır da ondan. kaldı ki kargaların ukalalığını yadırgamamalı. bilimsel testler karganın attan daha zeki olduğunu saptayalı hanidir.

    tam bu sırada bir helikopter geçti üzerimizden. florya'daki cumhurbaşkanı köşküne kurye götürüyor olacak. çok önemli ödevine uygun düşen kalın homurtusuna karşın bizimkiler öyle kıyasıya bir gırtlak derdine düşmüşler ki, o an tepelerindeki kanadı fırıldaldı bu iri ve acayip kuşa aldırmadılar bile. bu semtin yabancısı bir iki balıkçıl tedirgin olup havalanacak oldu ama, baktılar ki öbür kodamanlar oralı değil, geri döndüler. kodamanlar, yerliler alışık helikoptere. biliyorlar ki, onun yaşam alanı ayrı, kendilerininki ayrı. başka bir dalga uzunluğunda, başka dalgalar peşinde bir iri kuştur o. ne hali varsa görsün. varsın vatanı kurtarsın. önemli olan şu anda midelerinin feryadını dindirmektir. değil helikopter, üstlerinden bombardıman filosu geçse bile umursamayacaklardır.

    bu gürültülü kahvaltı faslı bitip de keyifleri gelince martıların oyun hevesi uyanır. bu oyuna "kaya kapmaca" oyunu diyebiliriz. bizim orda üç kaya var: biri hayli açıkta, öbür ikisi onun çok gerisinde, sığda ve yan yana... her birinin üstüne ancak bir martı sığar. bu kayalardan en kapışılanı nedense o açıkta olanıdır. bu kayalar met ve cezire göre ya gözden kaybolurlar, ya açıkça ortaya çıkarlar. martılardan biri o açıktaki kayayı kapmak, üstüne binmek için seğirtir. hepsi birden onun peşinde kayaya yönelirler. aralarında çığlık çığlığa bir kapışmadır başlar. kaya ilk kapanındır. o, onu kapıncaya kadar engellemek, gagalamak, itip düşürmek mübahtır. ama kayaya çıktıktan sonra artık dokunulamaz. "erken gelen oturur" kuralını siz sade insan toplumlarında mı geçerli sanıyordunuz? ılk konanın öncelik hakkına, martıların bu oyununda da uyulur. bildiğim, hiçbir martı bu kuralı bozmuyor. kimse artık o kayanın keyfini süren martıyı izaç etmiyor. boşta kalınca belki kızgın, belki şaşkın ve üzgün, bilemem, kuş olmadım ki bileyim, belki de hevesi kursağında kalmışların öfkesiyle, kanada kuvvet o martının tepesinde tur atmaya başlıyorlar. bu söylediğim martılar ya hep, ya hiçe oynayan ihtiraslı martılardır. amaçları o en güzel kayadır. onu kaptırınca, evet ancak onu kaptırınca, kıyıdaki öbür ikinci sınıf kayalara konmak için depara geçerler. ama kanaatkar martılar, akıllı, temkinli martılar daha ilk kapışmada en güzel kayanın kendilerinin olamayacağını sezip, hiç değilse bu kayaları elden kaçırmamak için usulca gelip onlara çöreklenmişlerdir. en güzel kayanın kapışmasından boş dönenler, öbür kayalara yöneldikleri zaman orda da ayaza kalırlar. ondan sonra üç kayanın tepesinde dön baba dön. belki biri bıkar, doyar, havalanır da, havalanmaya karar verince yerine ilk atlayan ben olayım diye. o kayaya binmenin zevki nedir, nerden gelir, bilemem. yazın bir derece anlıyorum da, dışarda rüzgar sulu karı savururken, karayel kıyılarda ıslıklar çalarken, üstelik de su karadan daha ılık iken, kayanın üstünde sırtını karayelin ayazına vermenin alemi nedir, kestiremiyorum. ama herhalde tamah edilecek bir yanı olması gerekir. orayı kapanın keyfine sınır yoktur. o yana döner, bu yana döner, gagası ile sırtını, kuyruğunu sıvazlar, karinasını şişirip kurulur. belki hem durup, hem akan suların karşısında gidiyor duygusuna kapılmak hoşuna gitmektedir. belki de sadece başkalarının gıpta ettiği bir yerde olmanın böbürünü tatmaktadır. bilemem dedim ya, hiç kuş olmadım.

    kara kuşları denize inemez, anladık, ama kayalara neden konmaz, neden bu kayaların tekeli yalnız martılarda, nadiren de karabatak ve balıkçıl kuşlarında, neden bir zeka testi şampiyonu karga ya da bir kırlangıç oranın keyfini denemeyi akıl etmez? bu ilke hangi meydan savaşından sonra varılmış bir antlaşmadan kalmadır? yoksa sadece bir "gentleman agreement" midir? diyeceksiniz ki karalar nasıl kara kuşlarının ise, denizler de bahriyelilerindir. peki o zaman martıların, mihalcıkların, deniz saksağanlarının, telefon tellerinde işi ne? kırlangıçlar, dini bütün güvercinler bu işe neden hiç itiraz etmezler? bu açıkgözlüğe ve şımarıklığa karşı koymazlar?

    güneş artık burdayım demiştir. oturduğum masadan sahil görünmez. çöplük halindeki yamaç da görünmez. yalının önünden geçen sahil yolu görünmez. bağdat kapı kethüdası veliyüttin paşanın eski lebiderya yalısının yıkılmasından sonra selamlıkla ana yalıyı ikiye bölen sahil yolunun kıyı tarafında kalan kameriye kalıntısı bile görünmez. denizden başka bir şey görünmez. bu deniz de sabahın sisi içinde, engin, sınırsız bir deniz gibi görünür. güneşin çıkmasıyla kıyılar "manzara-i umumiye" içinde yerlerini alıverir. yassıada, kınalı, burgaz ve öbürleri sözbirliği etmişlercesine, ne sihirdir ne keramet, sanki birden suyun içinden çıkıverirler. ve böylece marmara'nın kısa süren bu açık deniz numarasına son verirler. arka fonda samandağları siluetini sergiler. hatta bazen güz lodoslarında beyaz karlar! ile uludağ bile arkadan başını uzatır.

    okullu kızlar cıvıl cıvıl bizim sokağın ucundaki liselerine doğru geçmeye başladılar. sabahın bu erken saatinde birbirlerine anlatacak ne çok da şeyleri vardır yarabbim. durmadan konuşuyorlar. sanırım çoğu, evden, ana babalarından yakınır. belki de, olur olmaz alınganlıkları dile getiriyorlardır. önde asker adımı gibi hızlı hızlı yürüyen, hiç yüzü gülmeyen, gözlüklü ve sivilceli biri var, yalnız gidiyor. daha arkada kameriyenin
    yıkık duvarına çantasına dayayıp okul ödevinde son bir rötuş yapan kalın bacaklı, kısa boylu bir başkası... bunlar yarının kadın hakları savunucuları, acar avukatları, öğretmenleri yargıdan olacak soydandırlar. olacak buzağı çocukduğundan belli olur. öbürküler, daha çok laf olsun diye, başkalarından aşağı kalmayalım diye, diploma peşine düşmüş, iyi kötü bir evlilik yapınca her işi yüzüstü bırakacak cinstendir. haydi bilemediniz, bir iş bulup kocalarına, "işte ben de hayatımı kazanıyorum" takazasına yatırım yapmaktadırlar.

    arkadan acele acele kazulet gibi bir öğrenci ile yanında inadına süt çalığı, yerden bitme, kavruk bir kız gidiyor. bunlar, hep birlikte gidip birlikte gelirler. dostluk boy uyumu dinler mi? bir de yine ufak tefek, ama daha şimdiden elektriği öbürkülerden başka, yırtıkça bir kız var içlerinde. her sabah dişi kedi gibi peşinde üç beş erkek çocuk sürükler. onlar laf atarlar, o bu lafların altında kalmaz. bazen gülümser, berikiler yılışır. bazen durur, döner, avaz avaz bağırır, azarlar. onları geriye püskürtür. bir alemdir bu küçük kızlar. kışın beyaz yakalıklı okul üniforması içinde saf birer yavrucuk görünmesini, yaz gelip de dar süveterler ve blucinler giyince, birden on yaş büyümüş bakışlarla küçük dişi pozları taslamasını ne güzel becerirler. bu onlara doğuştan vergi.

    güneş iyice aydınlattı karşı kıyıyı. bizden göründüğü sırasıyla topkapı sarayı, aya irini, süleymaniye, ayasofya, beyazıt ve solda önde hepsinden de zarif, sultanahmet, filmcilerin o pek sevdiği karşıdan yatık ışık almaya başladılar. bu ışık onların olanca konturlarını, ayrıntılarını ortaya çıkarır. mimarları, bu yapıtları sanki sırf bu ışık için yaratmış gibidirler... çünkü öğle ve akşam güneşinde o ayrıntıların çoğu güme gidiyor. trallesli antemius usta! miletli izodur! koca sinan! sedefkar mehmed ağal.. cümlenizin artık toz olmuş, doğa ile kaynaşmış değerli kafataslarınızdan ve mübarek ellerinizden sevgi ile öperim. bazen havanın bir açıp kapadığı güz sabahları iri siyah bulutlar, güneşin önünden geçerek ilahi bir ışık oyununa başlarlar. film deyimi ile travelling dediğimiz bu kaydırmaca içinde, saydığımız anıtların birini aydınlatıp öbürlerini loşlukta bırakır, sonra aydınlattığından kayıp demin loşluktaki komşusuna geçer, bu sefer de onu vurgular. göksel bir travellingdir bu. her birini kısa bir süre nur içinde bırakan... şu bizanslıdır, bu osmanlı ayrımı yapmadan. bu görmeden inanılmayacak görüntü oyunları da sabahın erken saatlerine özgü. bu görüntüleri de yutmak gerek, içe sindirmek. hazır önümüze çıkmışken. çünkü bir gün geç olacaktır. bilirim, kestiririm, önsezerim. bu nimetler insana ilelebet verilmemiş.

    sırasız konuştuğuma, bir yazdan, bir kıştan dem vurduğuma, ordan oraya atladığıma bakmayın. her sabah kırk elli dakikalık krallığımda zamanı altüst etmek, mevsimleri umursamamak, sap derken saman demek özgürlüğümü hoşgörün. görmeseniz de zaten ben bildiğimi okurum.

    çınarın koruyucu çatısı hem kahveyi, hem ağaca yapışık bira bayii dükkanını, hem de kameriye yıkıntısının üstünü kaplıyor. bu kameriye yıkıntısında yazın karpuz sergisi kurulur. kurban bayramlarında kurbanlar burda kesiliyor. "eyyamı adiyede" okula gitmeyen, eğitim deyimiyle "sıfır-yedi yaşından küçük" mıncırıkların parkıdır. geceleri aşıkların buluşmasına yarıyor. aşıklar gece gündüz dinlemezler; yersizlikten bazen sabah saatlerinde de burayı kullanıyorlar. el ele tutuşup denize karşı susuşuyorlar, ona diyeceğim yok. şimdi aşağıda yine iki kişi var: ufak tefek biblo gibi bir kızla incecik bacaklı upuzun zayıf bir oğlan. kim bilir ne konuşuyorlar. muhakkak ki. toplumu kokuşmuş buluyorlardır. bulmasalar yaşlarından ayıp. o çağda kan damarlarda hızlı dolaşır. kız da konuşuyor, ondan geri kalmamak için. ne konuşuyorlar, bilemem. tanrı insana iyi ki bir gırtlak vermiş. kafasındakileri ses ve hece haline getirip diller kurmuş. hotantocadan esperantoya kadar milyarlarca insan her yerde, her tanrı'nın günü, yüzlerce dilden durmadan konuşur. evde konuşur, sokakta konuşur, uçakta konuşur, vapurda konuşur, kentte konuşur, kırsal bölgede konuşur. radyoda konuşur, televizyonda, mecliste, diplomatik kabullerde, birleşmiş milletlerde, zirve toplantılarında... tavlamak için konuşur, tezgahçılık için konuşur, yağcılık için konuşur. espri yapmak için konuşur, kendini göstermek için konuşur, suçlamak için konuşur, bindirmek için konuşur, boşalmak için konuşur, savunmak için konuşur, belgelemek için konuşur, yutturmak için konuşur, yutar görünmek için konuşur, konuşur oğlu konuşur. buncağızlar henüz ilk tanışmanın henüz yazılmamış pembe sayfaları önünde. birbirlerini ilk tavlama numaralarında. ikisi de karşısındakine kendinin en iyi sandığı, ayna karşısında kendine en yakıştırdığı bayramlık pozlarını çok iyi düzenlenmiş bir boşveri ambalajı ile tezgahlamakla meşgul. kız, gözleri dalgın, elindeki değnekle yere rasgele bir şeyler çiziyor. oğlan, iki adım uzaklaştı. yerde gördüğü bir çakılı ayağı ile düzeltip, parmaklıklara doğru bir şut attı. bu dönemde erkek birinci kemandır. kadın çokluk uysal olur, aşağıdan alır. birbirini tamamlıyor hissi vermek kadının ilk öksesi. iki taraf da karşısındakine kendi hayalindeki özellikleri giydirir, işine geldiği gibi...

    bilmez miyim, bilirim, çünkü üçüncü kattan bakıyorum. yaş yaşadım, tepeden görüyorum. hep giydiririz insanlara bir şeyler, işimize geldiği gibi. bu pembe günler geçer bir gün. sonra alışma, tanışma, doyuşma ve... bıkışma gelir arkasından. kaba, bencil gerçek çıkıverir o giydirilmişliklerin altından. o zaman da böyle sokulacak mısınız birbirinize çocuklar? becerirseniz aferin derim. başka çaresi yoktur çünkü bu işin. beceremezseniz kısa kesmek gerekir. sen yoluna, o yoluna...

    oğlan, kızın yanına geldi, saçlarını okşuyor. sabahın ayazında hırpani bir köpek koptu geldi, kızı kokladı gitti. kız, çocuğa sokulmuş, on altı yaşında var yok. on birinde bile sokulmanın ustası olur kızlar. hatta daha doğuştan.

    belediye çöp kamyonlara bu sahile haftada bir uğruyor. yandaki apartmanın kapıcısı naylonlara sardığı çöpleri yamaçtan aşağı attı. o yamaç zaten bizim mahallenin çöplüğü. kapıcı oğlanı tanıyor ki, güldü, göz kırptı. kız yeni şu halde. yeni olmasa köpek onu koklamazdı. belli ki oğlan burayı platonik sevişmelerinin garsoniyeri yapmış. ne yapsın fakir, evi yok ki götürecek. ilişki biraz gelişince sinemaya, diskoya, oradan da bodrum katında bir arkadaşının odasına. filmlerde gördükleri gibi öpüşme, sarılışma ve çiftleşme numaralanyla oğlan ona ustalığını, kız da ona sözümona masumluğunu, acemiliğini belgelemek için çabalayacak. ne dünyadayız yahu. sevişirken bile doğal olamıyoruz. her şeyimiz numara.

    adadan inen ilk vapur güneşin ışınlarını sağ bordasına almış geliyor. denizi yarışının hışırtısı, motorunun sesi, hatta makine dairesinde çalan kaptan çam buradan duyulmakta.

    kahvecinin kırlangıcı dal değiştirdi. bir iri karga basso sesiyle avaz avaz öttü. kayalardaki hegemonya sürüyor. statüko henüz bozulmadı. ama ikinci, üçüncü kayalara usulca yerleşen, kanaatkar, tedbirli martılarda belli belirsiz bir hareketlenme var. hallerinden memnun kalsalar ya, hayır. onların da gözü en güzel kayada şimdi. ihtiras onları da bürümüş. onun biraz kıpırdadığını görünce hemen yerini almak için depara hazır durumdalar. kendilerini onun tabii varisi sayıyorlar. ama keyfini bitirip bir iki çırpındıktan sonra havalanan mutlu martının havalanmasıyla, o sırada tesadüfen başının üstünde tur atan aylak martılardan biri fırsatı değerlendirdi. o anda pike yapıp kayaya indi. ne var ki, bu ârada iki küçük kayadaki martı da son hızla oraya depar yapmışlardı. en güzel kayanın aylak martı tarafından işgal edildiğini görünce hemen gerisin geriye eski kayalarına uçmak istediler. ne var ki, bu arada oraya da iki yeni martı gelip tünemişti. insan elindeki ile yetinmesini bilmeli. bu oyunu oynayanlar hep aynı martılar mıdır? yoksa ekip değişir mi? bilmem, bilemem. martı olmadım ki bileyim. bildiğim bir şey var ki, kuralların değiştiğini görmedim. değişeceğini de pek sanmam. bu sosyete oyununu uzun mesafe kuşları, göçmen kuşlar da oynar mı? onu da bilemem.

    size gizli kayadan hiç söz etmedim değil mi? ismi üstünde işte. kendini gizler de ondan. gizli kaya çok sinsi bir kayadır. en imrenilen kayanın da açığında cezirle bile hiç ortaya çıkmayan, varlığını hiç belli etmeyen, ama denizcilerin dip haritasında belli yeri olan, vapur ve motor kaptanlarının açığından geçtiği, yerli kayıkçıların bindirmemek için kolladıkları bir sinsi denizaltı yükseltisidir. üstü işaretsiz, fenersiz. şunu itiraf etmeli ki, insanoğlu başkasının başına gelen felaketten gizlice zevk alan aşağılık bir yaratıktır. böyle bir hassası olmasa yunan tragedyası ortaya çıkar mıydı? yunan tragedyası nedir? yunan tragedyasında ne olur? kitaplara bakarsanız, seyirci kahramanla özdeşleşir, onun başına gelen felaketler kendi başına gelmişçesine heyecanlanır, ürperir, dehşete düşer, oturduğu yerde o ihtiraslardan kendini arındırırmış. laf. bence gerçek gizleniyor. şöyle deseler daha doğru: insanoğlu, başkasının başına gelen felakete sözde acıyan, ama o felaket kendini bulmadı diye de için için sevinen bir rezildir. ne demiş lucretius, "suave mavi magnum turbantibus aequora ventis..." ne hoş olur sakin bir limandan azgın dalgalarla boğuşan denizcileri seyretmek... işin aslı budur dostlarım. tragedyanın özü de bu. gerisi fasa fiso. seyircinin üstünlüğünü sağlamak, seyirciye yağcılık. o gizli yükselti, o sinsi kaya kaç lüks motorun, kaç milyonluk kotranın mahvına sebep oldu, ben bu pencereden tanığım. hele saatte yüz elli kilometre giden bir sürat teknesini jilet gibi ikiye bölüp dümendeki çemiş oğlanı üç metre havaya fırlattıydı da aklımız başından gitmişti.

    bir keresinde de, hiç unutmam, televizyon dizilerindeki yat kulüpleri üyeleri gibi, son model kotra kılığında giyinmiş, güneşten yanmış, çarpık gülümsemeli, ağzı pipolu iki yakışıklı delikanlı ve charlie'nin melekleri tipinde üç manken vücutlu genç kız, diskolardan seçilmiş bir potburiyi kendilerine fon müziği yapmış afili afili seyrederlerken bir sabah güm diye gelip gizli kayanın üstüne bindirdiler. ilk korku şoku geçince -hep böyle oluyor zaten- hemen kurtulacaklarını sandılar. oğlanlar denize dalıp tekneyi sağdan soldan, arkadan önden itmeyi denediler. olmayınca tekne hafiflesin diye kızları indirdiler. sinsi kayanın yüzeyi teknenin üçte birini aldığı için kenarlarında ancak üç kişi barınabiliyordu. kızlardan birinin ayağı kaydı, mazotlu suya düştü. çıktı, sinirli sinirli söylendi. ilkin bu beklenmeyen serüveni alayla, yine televizyon filmlerindeki esprili diyaloglarla atlatıp yola koyulacaklarını sanırken, şimdi aksiliklerin birbirini kovalaması bu küçük hanımlarla küçük beylerin "mood"unu iyice bozmuşa benziyordu. herhalde onları kalpazankaya'da, yürükali'de, yahut ne bileyim ben nerede, bekleyen başka gruplar da olmalı idi. gecikiyorlardı. iki saat önceki güvenceli, mutlu gülümsemeler uçmuş, yerini ıslak saçları alnına yapışmış, gözleri öfke ile büyümüş, nefes nefese aksi yüzler almıştı. tekne kurtarımından çok birbirleriyle dalaşmaktan yoruldukları görülüyordu. ıslak ıslak teknede oturan deminki kız aksi bir şey söylemiş olmalı ki, oğlanlardan biri kayanın kenarına tırmandı, ona bir şamar şaklattı. kız da yerde bulduğu bir kurbağa paletini onun suratına fırlattı. avaz avaz bağırmaya başladı. sonra şortu ve bluzu ile denize atladı, kız arkadaşlarının engellemeye çalışmasına karşın kıyıya yüzmeye başladı. kıyıya çıktı, çöplük halindeki yamacın deve dikenleri arasından yukarı tırmanırken, iki defa kayıp düştü, çamura bulandı. sonra yola çıktı. ıslak şortu ve bluzu ile ilk otomobile atlayıp ya evine döndü, ya da öç almak için başka bir erkek arkadaşının evine doğru yollandı. öbür kızların bu olaydan keyfi kaçmış olmalıydı. dalaş devam ediyordu. oğlanlar gömlekleri, fularları fırlatmış kan ter içinde uğraşıyorlardı. hepsinin sinir stokları tükenmiş, sigortaları atmıştı. öğleden sonra sade giysilerinden değil, sabahleyin kendilerine giydirdikleri o nazik, uygar pozlardan da soyunmuşlardı. kızlardan ikincisi geçmekte olan bir başka motordan yardım istedi. motor yanaştı, sahibinin çocuklara bir şeyler önerdiği anlaşılıyordu. adam arka tarafa yanaştı, onların da gayretiyle motoru söktü. ama bu bile tekneyi hafifletmeye yaramamıştı. yeni gelen onlara bir şeyler söyleyip uzaklaşıyordu. kızlardan biri onun teknesine atladı. bizimkiler bu duruma da bozuldular. ne var ki, milyonluk kotranın derdine düştüklerinden, kızın oyunbozanlığını şu anda sorun yapacak halleri yoktu. o kız gidince tek kalan kız bir gayrete gelsin, bir gayrete gelsin... kötü günde arkadaşlarını terk etmeyen bir özveri anıtı oldu adeta. küçük bir kapla durmadan teknenin suyunu boşaltıyor, arada inip çocuklara gereç uzatıyordu. böylece akşamı buldular. güzel tasarlanan bir gün, gizli kayanın azizliğine kurban gitti.

    mühendis beyin av köpeği durduğu yerde havladı. herhalde kendince bir gerekçesi olmalı. tamam, anlaşıldı. meğer efendisini görmüş. mühendis bey danimarka'dan getirmiş bunu. ıki yüz bin lira ediyormuş. cedbe ced cins köpek. yağcılık atadan geçmiş kanına. mühendis beyin bir de cins papağanı var. televizyondan öğrenmiş. durmadan herkese "selam" diyor. av köpeklerinin ve bir miktar nankör kalabilmelerine karşın kedilerin yağcılığını bir derece anlıyorum da, papağanlara nedense daha bir tutuluyorum. senin kanadın var efendi. sen onlar gibi yere bağlı değilsin ki, kuşsun yahu. ötesi var mı? sultan keyfinin emrine göre o daldan kalkar bu dala konarsın. süslü kafeslere, hazır yemeğe tamah edip insanların maskarası olmanın alemi var mı? bence, kuş soyunun en pespayesi papağandır.

    yoldan iş ehli, çantalılar geçmeye başladı artık. kapıcı, ev sahibinin otomobilini yıkıyor. mühendis bey otomobiline yürüdü, yukarı baktı, karısına el etti: sevgilerinden mi, uğur edindiklerinden mi? "iyi aksatalar mühendis bey." küçük oğlu da bakıyor pencereden. "babacığı işe gitsin de ona mamacıklar, ciciler alsın, dimi oğlum?" işte karı koca, aynı dairede çalışan bir çift. bunlar hep bu saatte işe birlikte giderler. yaz kış yürüyerek. prensip edinmişler. hızlı ama sportif bir yürüyüşleri vardır. ikisi de tıkız ve ayni boyda. çok çalışkan elemanlar olmalılar. belki işletme fakültesinde öğrenci iken tanışmışlardır. zülfikar bey de çıkar biraz sonra, sarıp sarmaladığı torununu arabası ile gezdirmek için. bugüne bugün ihtiyarlara da bir işlev verilmek gerek her evde.

    işte bağdat kapı kethüdası veliyüddin paşa yalısının yerine yapılan apartmanın üçüncü katında oturmanın baş avantajı, ama yine de en büyük sakıncası bu. insan üçüncü katta oturunca, olacakları sezdiği kuruntusuna kapılıyor. şu martı bu kayadan kalkacak, onun yerini sağdaki martı değil de soldaki alacak. şu motor bu gidişle gizli kayaya bindirecek. güzel başlayan ve bu uzantıda gideceği kuruntulanan bir gün burada heba olacak. buradan bakınca o delikanlının hangi tav usullerini kullanacağını. ama sonunda tavlanır görünen o ufak tefek biblo gibi kızın öksesine düşüp tavlanacağını, o işgüzar karı kocanın bu çalışma coşkusunun asıl kimlerin kesesine yarayacağını, bunu göremesinler, sezemesinler, her sabah bu hevesle koşa koşa işe gelsinler diye de burunlarına primlerden terfilerden, buzdolabı, çamaşır makinesi, murat arabası gibi imrenilebilir nice standart oltalar uzatılacağını, buradan tepeden bakan siz anlayıp gülümseyebiliyorsunuz.

    tepeden bakmak insanı bir önbilmişliğin, bir kehanetin, gözleme dayanan bir deneyimciliğin ukalalığına itiyor.

    üçüncü kat, insanı benbilirimci yapıyor. ben kaçın kurasıyım. ben herkesin söylediklerini, gizlediklerini, iç düşüncelerini, dış düşüncelerini, hepsini hepsini avucumun içi gibi tahmin ederim. oynanan hep aynı oyundur. ister kaya kapmaca olsun, ister gönül, ister avanta kapmaca, ister yutmaca yutturmaca oyunların mekanizmasını sezince, bilmediğiniz oyun kalmayınca tekdüzeleşiyor birden dünya, yavanlaşıyor yaşam. ilginç yanı kalmıyor. benbilirimciliğin, başka türlüsü düşünülemezciliğin, ben adam sarrafıyımcılığın, kaçın kurasıyımcılığın bunca antipatik oluşu da galiba buradan geliyor. boş verin antipatiye sempatiye. mutlu etse bari. o da yok. tam tersi, sonu bilinen hikâyelerin yavanlığına döndürebilir bir gün yaşamı. üçüncü katın bu mesleki çarpıtmasından kurtulmak gerek.

    birinci kat düzayak günlük gerçeklerin katıdır. birazdan migros gelir, mahallenin hanımları, hizmetçileri kuyruğa girer. sokak satıcılarının avazı dört yanı kaplar. pazarlıklar, çekişmeler, kuyrukta beklerken ya da pencereden pencereye günlük dedikodular başlar. devalüasyondan konuşulur, bir gece önceki televizyon açıkoturumundan, ya da yayan bir diziden, pahalılıktan yakınılır, buna da şükür denir. orko'ya ince makarna gelmiştir. albayın hanımına müjde verilir. tüp gazın karaborsadan nerde satıldığını öğrenmiştir biri. öbürkülere haber verir. birinci kattan ne kıyı görünür, ne martıların oyunu, ne kotraların serüveni. birinci kat, yaşamı ve insanları, olanca yalınkatlığı, olanca düzayaklığı hizasından görür. küçük olaylarla, umutçuklarla doludur. kendi kendine yeter. çamurlu bir yolda taştan taşa atlayarak giden yolcular gibi süfli geçim batağında yine de tutunacak, oyalanacak, konuşacak, gülecek, kavgalaşacak, barışacak oyalantılar bulur kendine.

    apartmanın çamaşır asılan bir de en üst taraça katı var. bir taraça ki, arzullahı vasıa... oradan ne koy, ne kameriye, ne kıyı, ne yol, ne ilk katlar görünür. sade bulutlar görünür ve denizin engini.... gökle bir uçak izi vardır. bozkazları görürsünüz bazen, sürü halinde geçen. yan yatırılmış, sivri yanı önde bir v çizgisi halinde... sonra yine gökyüzü, sonra yine bulutlar. bazen mıh gibi duran, bazen hafif hafif süzülen beyaz ya da esmer üşengeç bulutlar.

    gökyüzü, bulutlar, engin deniz, ancak ermişlere vergi bir huzur dünyası, bir nirvana alemi olabilir. sıradan fanilere göre değil.

    ama ben geçen gün merak ettim. en aşağı o dik yamaçtan düşe kalka kıyıya indim. deniz, sahili yumuşak okşuyor. birazdan uyutacakmış gibi.

    yine cezir vardı. iki sokak köpeği, sahi-lin birden bu kadar genişlemesine çok şaşmış olacaklar ki, bunun izahını bulmak ister gibi önce birbirlerine sonra bana baktılar. kıyıdan ne yol ne de birinci katlar görünüyor. bizim üçüncü katın ukala penceresi aşağıdan yukarı perspektifle bana daha da bir ukala ve sevimsiz geldi birden.

    sular çekilince şimdi daha temiz çakıllar çıkmıştı ortaya. kenarda bir otomobil lastiğinin etrafında kümelenmiş karıncalar. yamacın çöplüğünden kaymış çanak çömlek. delik bir soba borusu. pul pul parlayan camlar arasında dolaşan iki küçük çocuk şeytan minaresi arıyorlar. denizde bir sopa yüzüyor. biraz ilerde mazottan bir çizgi uzanmakta. kuşluk vaktine doğru denizin sabahki tuzlu genç kızlık kokusu yerini yosun kokusuna bırakıyor. burada tuhaf bir huzur var. ana toprağın elektriğini, denizin ışınımını daha yoğun duyuran. doğal, kozmik bir huzur. geçmiş gitmiş bir vapurun dalgası vurdu birden kıyıya. içi boş oyuncak ördekler gibi kendilerini dalgalara bırakmış üç deniz saksağan, ine çıka keyfediyorlar.

    gözüm yerde tersyüz edilmiş debelenen bir kaplumbağaya ilişti. deminki iki küçüğün muzipliği olacak. şimdi ilerde taş sektiriyorlar. hayvanlar dünyasında acımasız yok ediş vardır. vahşet vardır. ama eziyet ve işkence yalnız insanlara vergi. hem de sunturlusu. kaplumbağayı yüzüstü doğal durumuna geçirdim. bağasının içine büzülmese elini öpüp çocuklar adına tarziye de verecektim. bu saatlerde kayaların müşterisi pek olmuyor. orayı boş bulan bir kaşıkçı kuşu geldi, kondu. gagasını kuyruğundaki salgıya bulayıp sırtını sıvazlıyor.

    kaplumbağa paytak paytak yürümeye başladı. hiçbir şey olmamış gibi. her şeye boş vererek. arada bir nedense duruyor. sonra yine yürüyor. güneş kıyıyı iyice ısıtmıştı. kaplumbağa kümelenmiş karıncaların yanından geçti, ama onlarla ilgilenmedi. otomobil lastiğinin yanında bir salyangoza rastladı. ona da yüz vermedi. güneşin tadını çıkarmaktan başka bir şey düşünmediği anlaşılıyordu. yürüyüp yürüyüp duruyordu. bir şeye kulak kabartır gibi. kaplumbağanın düşünmeye ihtiyacı var mıdır? hiç sanmam. bir şey düşünse bu kadar sevimli olamaz. düşünmüyor kaplumbağa. önyargısı, artyargısı yok. kaplumbağa sebep-sonuç zinciri bilmez. neden vardır? yüz, yüz elli yıl yaşasa da, bir gün neden yok olacaktır? niye bağasına yapışık yaratılmıştır? onu da bilmez. var olduğu için vardır. bağasıyla yaratıldığı için öyledir yürüdüğü için yürür. durduğu için durur. kendinden şüphesi yoktur. aşağılık kompleksi ve bunun tersi sanılıp da aynı olan üstünlük kompleksi onun semtine uğramamıştır. beni görüyorlar mı, hakkımda ne düşünüyorlar kaygısını da tanımaz.

    oh be! dünya var kıyıda. bu kıyıda burnu büyüklere, ukalalara yer yok. alçakgönüllüler ülkesi bu kıyı. doğa tiryakiliğinden başka hiçbir şeyin geçerli olmadığı. sadece yaşayan. ahkam çıkarmadan, yorum yapmadan. dünü, evvelki günü, bugünü, yarını, öbürgünü takmadan. sadece yaşayan. yalın olarak hiçbir şeyi kuruntulamadan, gösterişe kalkmadan. herkese, doğanın her yaratığına yaşam hakkı tanıyıp, onların içinde eriyerek, onlardan biri olmakla yetinebilerek.

    hiç konuşmadan, yazmadan, kendini belli etmeden, başkalarının yargısını sallamadan, umursamadan.

    en iyisi kıyının verdiği şu ökoloji dersini uygulamak mı dersiniz? yoksa bir taraçaya, bir sokağa ve birinci kata, bir ukala üçüncü kata çıkıp, ama en çok da bu kıyıya inip, bulutlarla kaplumbağa arasındaki değişken elektrik akımını andıran bu iniş çıkışların, bu gidip gelişlerin bileşiminden daha ilginç bir yerlere varmayı beklemek mi?

    haldun taner
    mühürdar 1979
  • haldun taner'in öykülerinden oluşan kitap. adını da ilk öyküsünden almaktadır. oldukça akıcı, okuması keyifli bir kitaptır.
  • haldun taner'in ölüm yıldönümü vesilesiyle aklıma düşmüş olan eseridir.
    “yazsam aklımdan şüphe eden çıkabilir,yazmasam yazarlık vicdanıma yediremiyorum.”
hesabın var mı? giriş yap