• marguerite yourcenar'ın mektup-kitabı. homoseksüel bir adamın (alexis), karısına (monique) yazdığı etkileyici bir mektuptan oluşuyor bu roman. daha fazlası için bkz;
    http://sarikent.blogspot.com/…or-tanrnn-sagnda.html
  • 1929 tarihli bu kiabın, sosi dolanoğlu çevirisiyle metis yayınlarından çıkan türkçe'deki ilk baskısı 1999'da, ikinci baskısı da nisan 2014'te yapıldı. http://www.metiskitap.com/catalog/book/4970
  • yourcenar 'son'ları çağırıyor, en acı ve en gerçek olanları, bu kez erkek kılığında, "sizden olabildiğince alçakgönüllülükle af diliyorum, sizi terk ettiğim için değil, bu kadar uzun süre kaldığım için."
  • küçük feux.

    “beni seviyordunuz. beni aşkla sevdiğinize inanacak kadar kendini beğenmiş değilim; hâlâ, bana nasıl tutulabildiğiniz demiyorum ama, beni nasıl bu şekilde benimseyebildiğinizi anlamış değilim. her birimiz, başkalarının anladığı haliyle aşk hakkında pek az şey biliyoruz; sizin için aşk belki de tutkulu bir iyilikten başka bir şey değildi. veya, benden hoşlandınız. tam da, genellikle en vahim kusurlarımızın gölgesinde büyüyen o nitelikler —zayıflık, kararsızlık, ince düşüncelilik— sayesinde benden hoşlandınız. en çok da, bana acıdınız. sizde acıma uyandıracak kadar ihtiyatsız davranmıştım; birkaç hafta boyunca iyi davranmış olduğunuz için, bir ömür boyu öyle davranmayı doğal karşıladınız: siz mutlu olmak için mükemmel olmanın yettiğini sandınız; bense, mutlu olmak için artık suçlu olmamanın yettiğini sandım.

    epey yağmurlu bir ekim günü wand'da evlendik. belki de, nişanlılığımızın daha uzun sürmesini tercih ederdim monique; zamanın bizi alıp götürmesini isterim, sürüklemesini değil. önümüzde açılan bu hayat konusunda endişelerim yok değildi: düşünün ki yirmi iki yaşındaydım ve siz de hayatıma giren ilk kadındınız. ama sizin yanınızda her şey her zaman çok basitti: beni bu kadar az ürküttüğünüz için size minnettardım. şatodaki misafirler birbiri ardınca gitmişlerdi; biz de gidecektik, birlikte gidecektik. köy kilisesinde evlendik, babanız uzak seferlerinden birine çıkmış olduğundan etrafımızda birkaç dost ile ağabeyim vardı sadece. ağabeyim, bu yolculuk pahalıya mal olduğu halde gelmişti; ailemizi kurtarmış olduğum için —böyle demişti— bir çeşit sevgi gösterisiyle bana teşekkür etti; sizin servetinizi ima ettiğini o zaman anladım ve bundan utanç duydum. hiç cevap vermedim. yine de dostum, sizi ailem için feda etseydim kendim için feda ettiğimden daha suçlu olur muydum? hatırlıyorum, güneş ve yağmurun bir ara olduğu, tıpkı insan yüzü gibi kolayca ifade değiştiren o günlerden biriydi. sanki hava güzel olmak için çabalıyor, ben de mutlu olmak için çabalıyordum. tanrım, mutluydum. utana sıkıla mutluydum.

    ve şimdi monique, susmak lazım. kendimle olan diyaloğumun burada son bulması lazım: burada, birleşmiş iki ruhun ve iki bedenin diyaloğu başlıyor. birleşmiş ya da sadece bir araya gelmiş. her şeyi söylemek için dostum, sahip olmaktan kendimi alıkoyduğum bir cüret lazım; özellikle de, aynı zamanda bir kadın olmak lazım. ben sadece hatıralarımı sizinkilerle karşılaştırmayı, belki de fazla acelecilikle yaşadığımız o keder ya da zoraki sevinç anlarını bir anlamda yavaşlatılmış olarak yaşamayı isterdim. bunlar, neredeyse uçup gitmiş düşünceler, alçak sesle fısıldanan çekingen itiraflar, duymak için dinlemek gereken çok sessiz bir müzik gibi geliyor aklıma. ama alçak sesle yazmanın da mümkün olup olmadığını da göreceğim.

    hâlâ zayıf olan sağlığım, ben şikâyet etmediğim için sizi daha endişelendiriyordu. ilk aylarımızı birlikte yumuşak iklimlerde geçirmemizde ısrar etmiştiniz: evlendiğimiz gün, meran'a gittik. sonra kış bizi daha da ılık ülkelere sürükledi; ilk defa denizi, güneş altındaki denizi gördüm. ama bunun önemi yok. aksine, daha hüzünlü, daha sert bölgeleri tercih ederdim, sürdürmeyi arzulamaya çabaladığım varoluşla uyum içindeki bölgeleri. bu tasasız ve tensel mutluluk diyarları bende hem sakınma hem de rahatsızlık duygusu uyandırıyordu; bir günahı bastırma sevincini aklıma getiriyordu hep. tutumum bana ayıplanmaya layık göründükçe, eylemlerini mahkûm eden katı ahlaki fikirlere sarılmıştım. kuramlarımız içgüdülerimize çözüm yolu sunmadığı vakit, onların karşısına çıkardığımız yasaklara dönüşüyorlar monique. bir gülün kıpkırmızı göbeğini, bir heykeli, yoldan geçen bir çocuğun esmer güzelliğini bana fark ettirdiğiniz için size kızıyordum; bu masum şeylere karşı bir tür çileci dehşet duyuyordum. ve aynı nedenden dolayı, daha az güzel olmanızı tercih ederdim.

    bir tür sessiz anlaşmayla, tamamen birbirimizin olacağımız anı geciktirmiştik. önceden, biraz endişe, biraz da tiksintiyle bunu düşünüyordum; bu fazla büyük yakınlık bir şeyleri bozacak, alçaltacak gibime geliyordu. hem sonra, bedenlerin uyuşması ya da birbirini itmesinin iki kişi arasında neleri ortaya çıkaracağı hiçbir zaman bilinmez. bunlar pek sağlıklı fikirler değillerdi belki, ama benim fikirlerimdi işte. her akşam, yanınıza gelmeye cesaret edip edemeyeceğimi soruyordum kendi kendime; buna cesaret edemiyordum, dostum. ama sonra, bunu yapmak gerekti: yoksa kuşkusuz, davranışımı hiç anlamayacaktınız. benden başka kim olsa, kendinizi bu denli basitçe sunuşunuzdaki güzelliği (iyiliği) ne kadar çok takdir edeceğini biraz hüzünle düşünüyorum. sizi sarsabilecek, hele gülümsetebilecek bir şey söylemek istemem, ama bana öyle geliyor ki bu anaç bir armağandı. daha sonra çocuğunuzun size sımsıkı sarıldığını gördüm ve her erkeğin, bilmeden, kadında her şeyden çok annesinin onu bağrına bastığı günlerin hatırasını aradığını düşündüm. en azından bu benim için doğru. beni rahatlatmak, avutmak, belki de eğlendirmek için gösterdiğiniz biraz endişeli çabaları sonsuz bir merhametle hatırlıyorum; ve ilk çocuğunuzun bizzat ben olduğuma neredeyse inanıyorum.

    mutlu değildim. bu mutluluk eksikliği bende epey hayal kırıklığı yaratıyordu, ama sonuçta boyun eğiyordum. bir anlamda, mutluluktan vazgeçmiştim, ya da en azından sevinçten. sonra, kendi kendime, bir evliliğin ilk aylarının nadiren en güzelleri olduğunu, hayatın aniden birleştirdiği iki varlığın birbirinin içinde bu kadar çabuk eriyip hakikaten tek varlık olmalarının mümkün olmadığını söylüyordum. çok sabır ve iyi niyet gerekli. bunlar ikimizde de vardı. daha da yerinde olarak, sevincin bize bağlı olmadığını ve yakınmakta haksız olduğumuzu söylüyordum. eğer makul olsak her şey eş değerde olur sanırım, ve belki de mutluluk daha iyi katlanılan bir mutsuzluktur sadece. kendi kendime böyle söylüyordum, çünkü cesaret olayları değiştiremediğimizde onlara hak vermekten ibarettir. ancak, yetersizlik ister hayatta ister sadece kendimizde olsun, bu onun büyüklüğünü azaltmıyor ve aynı ölçüde acı çekiyoruz. ve siz dostum, siz de mutlu değildiniz.”
  • "bu mektup bir açıklama. bir savunma halini almasını istemem. onaylanmayı dileyecek kadar çılgın değilim; kabul görmeyi bile talep etmiyorum: bu çok büyük bir talep. sadece anlaşılmayı arzu ediyorum...

    hayat, olası bütün tanımlardan daha karmaşıktır; basite indirgenmiş her imge, kaba olma riskini taşır her zaman. şairlerin kesin terimlerden kaçınmasını onayladığımı da sanmayın, onlar sadece düşlerini bilirler; şairlerin düşlerinde hakikat payı çoktur, fakat hayat bu düşlerden ibaret değildir. hayat şiirden daha fazla bir şeydir; fizyolojiden daha fazla bir şeydir, o kadar uzun zaman inandığım ahlaktan da. hayat bunların hepsidir ve çok daha fazlasıdır: hayat, hayattır. tek servetimiz ve tek lanetimiz."
  • bu kitabın sonunda korkunç ağır bir veda vardır. her anlamda ağır, her anlamda boğucu, her anlamda sıkıcı. aşk gibi herkesin her şeyi bildiğini var saydığı bir konuda marguerite'in aşkı anlatması zaten çok fenayken bir de buna böyle veda eklenince marguerite'in aklından, bambaşka bir kitap olmuştur alexis ou le traite du vain combat.
  • "farkındayım, kendimle çelişiyorum. kuşkusuz duymamız gerektiği için duyduğumuzu sandığımız önseziler için de aynı şey geçerli. kabahatlerimiz demek zorunda olduğum (sırf adet yerini bulsun diye bile olsa) şeylerin en acımasız sonucu, bu kabahatleri işlemediğimiz günlerin hatırasına varıncaya kadar her şeyi lekelemesi. beni endişelendiren tam da bu. çünkü, eğer yanılıyorsam, ne açıdan yanıldığımı bilemiyorum, ve o zamanki masumiyetim demin öyle olduğu konusunda teminat verdiğim kadar büyük değil miydi, yoksa şimdi kendimi düşünmeye zorladığım kadar suçlu değil miyim, buna asla karar veremeyeceğim."
  • "şeyleri giydirmeye çabalayan muhayyilelerimizdir, oysa şeyler muhteşem bir biçimde çıplaktır."

    böyle diyor marguerite yourcenar. fakat buna rağmen, bazı şeyleri öyle bir çırpıda, oldukları gibi, tüm çıplaklıklarıyla anlatabilmenin de mümkün olmadığından bahsediyor bu mektup-kitap boyunca.

    tanım: alexis, yürek burkan bir itiraf mektubudur. ilk kez 1929 yılında yayımlanmıştır. ancak yazarın da değindiği gibi, "toplum ahlakı, bu romanın temel ögesinin çok eskimiş olamayacağı kadar az değişmiştir."
  • "sözlerin düşünceye ihanet ettiğini çok yerde okudum, ama bana öyle geliyor ki yazılı sözler düşünceye daha da çok ihanet ediyor."

    "insan çekip giderken, sanki kendini özlettirmek istermişcesine fazla müşfik görünmesinde ayıplanacak bir yan vardır."

    "sessizlik sadece insan sözlerinin yetersizliğini telafi etmekle kalmaz, vasat müzisyenler için akorların zayıflığını da telafi eder."

    "hiçbir şey, nihai olduğu bilinen bir bozgunun güzelliği ile boy ölçüşemez"

    çizgi manyağı ettiğim bu kısa kitaba sığdırdıkları için yourcenar'ı ayrıca, seviyorum!
  • son zamanlarda okuduğum en içten kitap olarak tarif edebilecegim, marguerite yourcenar tarafından yazılan ve türkçe'ye "alexis ya da beyhude mücadelenin kitabı" olarak çevrilen bir veda mektubu. kitap isminden de anlaşılacağı gibi iyi veya günahsız olmanın ne kendisini ne de etrafındakileri mutlu etmeye yetmediğini farkeden alexis'in kendiyle verdiği beyhude mücadeleyi anlatıyor. değer verdiği ama aşık olamadığı kadına bir açıklama, kendini anlatma içeren kitapta daha fazla içindeki müziği susturmaya, sessizliğe kendini mahkum etmeye çalışmanın günah olduğunu düşündüğü şeylerden daha ızdırap dolu ve günah olabileceğini anlayışını anlatıyor.
hesabın var mı? giriş yap