• bir film süresi içinde bana birbirinden farklı bir çok şey hissettirebilen, düşündürebilen bir film. ancak sonunda en ön planda kalan özeti:

    geciken gözyaşlari

    geciken gözyaşları konusuna gelicez, ancak önce filmden konuşalım uzun uzun... ancak genel olarak şimdiye kadar yazılmış entry'lerde geçen bazı şeylerden çok fazla bahsetmeyelim, zira filmin samimiyeti, insanların sofada oturuken inanılmaz gerçekçi duruşları vs çok etkileyici gerçekten ama, tekrarlamaya gerek yok. önünde saygı ile eğilmek lazım. yazının gerisinde de, şimdiye kadar daha az yazılmış noktalara eğilmek amacındayım, bakalım, hayırlısı... ha bu arada yazı ister istemez spoilerlarla dolu, filmi izlemeyenler okumasın bence, elimden geldiğince bu bölümlerde uyarmaya çalıştım ama atladıysam affola.
    her şeyden önce, bu kadar farklı insana bu kadar derin etki edebilen bir filmin iyi veya kötü olduğunu tartışmak çok gereksiz. çağan ırmak gayet başarılı bir senaryo yazmış, fena olmayan bir şekilde de yönetmiş. oyunculukların çoğu çok iyi. bazıları ise normal.
    aslına bakarsanız, filmi çok kısa özetlediğimizde şöyle bir sinopsis çıkıyor ortaya:

    --- spoiler ---
    karısı doğum yaparken, kendi kollarında ölen bir baba, küçük oğluyla birlikte yaşamaya çalışırken kavgalı olduğu babasının yanına taşınmak zorunda kalır, zira hastadır ve filmin sonunda ölür.
    --- spoiler ---

    çok basit ve duygu sömürüsü gibi görünüyor değil mi? öyle zaten, temelde bu basitliği ve yüzyıllardır insanları etkileyen hikayelerin temel özelliklerini almış çağan ırmak. hikayenin en genel hatlarında yeni bir şey yok, bir devrim yok. olmamalı da zaten. ancak filmde başka bir devrim var. film, türk sinemasını geçiyorum, politikasının, sanatının, tüm toplumunun yıllardır ya entellektüellikten yıkıla yıkıla baktığı, ya da görmezden geldiği 12 eylül yıllarına öyle bir derinden parmak basıyor, öyle bir halkın anlayabileceği, bu kez gözlerini kaçıramayacağı şekilde hikayeye bağlıyor ki, ben film sırasında şahsen 12 eylül'e en azından bir bir şeref golü atılmış, onu görmüşüm gibi hissettim kendimi.
    genel kurguda devrim ise şöyle:

    --- spoiler ---
    hepimizin üzüldüğü çocuk, doğarken annesini darbe yüzünden kaybetmiş, büyürken babasını darbe yüzünden kaybetmiş! işkenceler var filmde, polis korkusu var, 12 eylül mahşerinin 5 atlısı yok ortalıkta ama, o zamanları bilenler onları hissediyor yakında.
    --- spoiler ---

    ancak filmi bu kadar sevdiren bunlar mı sadece? bu kadar etkili olmasını sağlamaya yeter miydi bunlar? hayır, yetmezdi elbette. bundan sonrasında başta yönetmen, ardında oyuncuların başarısı geliyor.
    bir kere film, bütün karakterlerin yerli yerine oturduğu, ne sarktığı ne kısa kaldığı film. inanılmaz iyi bir gözlem gücü ile zamanında yönetmen/senarist'in dağarcığında yer etmiş kişiler ve olaylar, yaşandığı yılların gerçekliğiyle filme yansımış. inanılmaz bir başarı bu. bir filmi izlerken izleyici filmdeki karakterlerin söylediği her şeyi, yaptığı en ufak bir mimiği bile, bilinçaltında anında sorgular, kabul eder ya da etmez. seyirci bir repliği bile samimi bumazsa, biter o film. işte bu filmde, tüm karakterler, tüm karakterlerin vücut dilleri, konuşmaları, her şey ama her şey tam yerinde. o yılları yaşamış görmüş bir insan olarak söyleyebilirim ki, baba oğul arasındaki politik anlaşmazlıkları, polis korkularını, işkenceleri, işkencelerden geçenlerin sonraki yaşamlarını, yıkılmayarını, yalnızlıklarını, umutsuzluklarını gördüm, aynen filmdeki gibiydi.
    zaten bu gerçeklik filmi bu kadar inandırıcı, bu kadar insanları içine alan bir hale getiriyor. yoksa taplumsal belleği gaaaayet kısa olan türk halkına bu filmi başka türlü sevdiremezdi, tüm seyirci filme teğet geçer giderdi.
    çağan ırmak bu nedenle büyük bir iş başarmış diyeceğim tekrar. zira filmden sonra çok net olarak kendisiyle karşı karşıya geçip, zamanında içine attığı olayları, etrafında gördüklerini, bunları filme nasıl yansıttığını, nerelerden parçalar topladığını, ne kadarını kendisi veya yakın çevresinin yaşadığını sormak istedim.
    film, izlenirken gerçekten çok yoğun duygular içinde izleniyor. ancak sonrasında daha bir film gibi değerlendirilebiliyor. bunlarla devam edelim.

    senaryo: yukarıda da geçtiği gibi, türk sinemasının 12 eylül ile ilk samimi ve en etkili yüzleşmesi. bir gün birileri 12 eylül de mahfolmuş bir ailenin dramına bütün türkiye ağlıyacak deseleydi bana, asla inanmazdım. çağan ırmak en ufak ayrıntıya kadar o dönemi çok iyi anlamış ve aktarmış. çocuğun ismi neden deniz, farkında değil misiniz yoksa?
    fakat, çağan ırmak'ın senaryosunda bir eksik var. bilinçli yapılmış gibi geliyor bana. o da şu ki, bütün hayatı darbe yüzünden mahfolmuş ailenin, onların yakınlarının, bu darbeye, darbeyi temsil edenlere karşı tek bir olumsuz tavrının dahi olmaması. kendinizi o ailenin yerine koyun, annesi ve babası darbe yüzünden ölmüş olan çocuk olun, ya da onun bir yakını, hiç bir tepki göbtermez misiniz? insan ve toplum psikolojisine aykırı bir durum var ortada. çağan çok iyi anlamış ve anlatmış bir yere kadar darbenin hayatlara etkisini. ancak eksik kaldığı nokta, böyle nedenler ve sonuçlar üzerine insanların doğal tepkisi. o kadar suya sabuna dokunmadan bitiyor ki film, sanarsınız ki anneye kamyon çarptı da öldü, baba kanser oldu göçtü. hem o dönemin gerçeği hem de filmdeki karakterlere bakıldığında bahsettiğim tepki babaanne ve dedenin karakol basması değil elbette. ama en azından babaannenin ağzından dökülen bir "boyları devrilsin" lafıdır. çok eksik kalmış, bir dereyi doğduğu noktadan başlayıp geçtiği her yerde izleyip, tam denize döküldüğü yeri göstermemek gibi bişi bu. tüm bunları geçtim, filmin sonunda o dönemin paşalarını bir iki açıklamasını gerçek kayıtlardan kullanmak bile yetecektir belki, hem çok örneği de vardır sinemada, çok da etkilidir (bkz: dogville) (bkz: manderley).
    bunun dışında, temel örgü her zaman işlemiş olaylar zincirine dayanıyor. bunun yanında karakter yaratımı, karakterler arasındaki dialoglar çok başarılı yazılmış. ancak film seyirciyi ele geçirden sonra, çok fazla hırpalıyor. yani boks hakemi olsa çoktan filmi bitiminden 20 dakika önce durdururdu. şaka bir yana, senaryo olması gerektiğinden biraz uzun sanki.

    yönetmen: çağan ırmak, 'bir çağan ırmak tarzı vardır, bu film de onun bir göstersiidir' iddasında olmamış hiç. senaryoda göze aldığı riskleri yönetmenlikte göze almamış. ancak yaşadıklarını, bir dönem filmi yaratırken, inanılmaz gerçekçi ve olduğu gibi yansıtmayı başarmış. oyunculu yönetimi de gayet iyi. yalnız filmin çok başı ve çok sonu düşük. insan bu kadar yoğun bir filmde biraz daha etkili bir açılış ve kapanış bekliyor sinemasal anlamda. filmde ister istemez bir tv dizi filmi havası da var.

    --- spoiler ---
    filmin sonlarına doğru çocuğu yağmur altında şemsiye ile arayan babaanne ve dede görüntüsü, bana ağustosta rapsodi filminin son sahnesini anımsattı bana. bilerek mi çekti çağan ırmak bunu bilmiyorum ama önemli olan güzel görünmüş olmasıydı.
    --- spoiler ---

    oyunculuk:
    fikret kuşkan (sadık): inanılmaz başarılıydı. yemin ederim ki tanıyordum ben sadık abiyi. bizimkilerle olaylı bir mayıs'a gitmişti. dayım bize geldiğinde aşağıdan zile basar dayımı çağırırdı o zamanlar.
    çetin tekindor (hüseyin ağa): çok başarılıydı. baya filmden sonra ablamı aradım, 'filmde rahmetli dedemin birebir aynı karakteri var' dedim. dedemle dayım da az kavga etmemişlerdi o zamanlar, 'yok avukat olacaksın, yok devrimci olacağım' diye.
    ege teçman (deniz): iyi. ama daha iyisi olabilirdi. çocuk oyuncu bulmak ve performans almak her zaman zordur. deniz filmde sırıtmıyordu, ancak daha etkili bir çocuk oyuncuya rastlama şansları olabilirmiş ekibin. tabi o zaman seyircinin hali ne olurdu bilinmez.
    hümeyra (babaanne): genel olarak özellikle duyguları iki kutba sürükleme konusunda çok başarılı, ancak bir kaç sahnede düşüyor oyunculuğu.
    şerif sezer (teyze): genel olarak iyi, ancak kendi rolünün ön planda olduğu sahnelerde biraz zayıf kalmış.
    yetkin dikinciler (amca): abartılı bir karakteri oynadığı için zorlanmamış. ancak karatere kendisinden kattığı bir vücut dili var ki, bir yürüme tarzı mesela, gerçekten çok başarılı.
    binnur kaya (amcanın karısı hanife): filmin en başarılı oyuncularından biri kanımca.

    teknik: filmin teknik olarak zorlandığı yerler, deniz'in hayalinde kurguladığı olaylar.

    --- spoiler ---
    canavarlar, kurtuluş savaşı vesaire. buralarda türk sinemasının yapamadığı sahneler ortaya çıkıyor ister istemez. teknik olarak makyaj ve kostümler sırıtıyor. yönetmenlik de biraz fazla normal. zira bu hayal ürünü sahneleri biraz daha gerçeküstü ve fantastik göstermek mümkündü bence. ha, olmamış mı? olmuş, ama mükemmel olmamış. böyle bir film biraz daha mükemmel olsa daha iyi olmaz mıydı?
    senaryo olarak da tıkladığı bir yer var filmin: küçük çocuk kurtuluş savaşının bir sahnesini hayal ediyor, ancak o yaşkta bir çocuk nene hatun'un bilmez, zira daha okula başlamamış. bu arada okula başlamamış çocuğun çizgi roman okumasını kabul edebiliyor insan, okula gitmeden önce okuma yazma öğrenmek gayet mümkün zira.
    --- spoiler ---

    filmin bundan sonraki türk sinemasına bazı etkileri olacağını da düşünüyorum.
    örneğin türkiye'de gözü sadece para gören bazı patron yapımcıların, sinemadan para kazanmanın ancak filmlerde gördükleri amerikan film yapımcıları gibi hareket etmekten geçtiğini sananların son yıllarda türk sineması içine sokmaya çalıştıkları ve bir yere kadar da başardıkları içi boş sikindirik filmlerin karşısında baba gibi bir alternatif olarak duruyor olması çok önemli.
    türkiye'de gişe başarısı için ünlü ya da içi boş eğlence ve baldır bacaktan başka yollar olduğunu göstermesi açısından çok iyi.
    türkiye'de politik olaylardan bahsedip hala halka yakın durulabileceğini göstermesi açısından da çok önemli bir film.

    gelelim yazının başındaki 'geciken gözyaşları' bölümüne.
    efendim, bu seyrettiğiniz, bu hüngür hüngür ağladığınız film, aslında bir film değil. basbayağı yaşanmış gerçekler bunlar. hatta bir açıdan belgesel değeri olduğunu düşünüyorum.
    80 sonrasında yaşananlar hatırlandığında, sadık da, oğlu da şanslıydı. çağan ırmak biraz yumuşak davranmış senaryoyu yazarken. 12 eylül sonrasında, insanlar bu yansıtılandan fazla acılar da çektiler.

    --- spoiler ---
    filmin başında darbe yüzünden hastaneye yetişemeyip çocuğunu doğurduktan sonra ölen bir kadın görüyorsunuz. 12 eylül işkencelerinde, bir çuvalın içine kedilerle birlikte sokulan hamile bir kadından bahsetsem size, yeterince inandırıcı olur mu acaba bu iddialarım?
    sadık, bir zamana kadar oğlunu görebildi. o işkencelerden canlı çıkamayan insanlar da vardı biliyorsunuz değil mi? 17 yaşındayken asılabilmesi için yaşı büyütülen insanlar da vardı, onlar baba olmanın ne demek olduğunu bile bilemediler.
    anne filmin başında ölüyor, evet, çok acı. ama biliyor musunuz ki 12 eylül döneminde nice analara tecavüz edildi, çıplak bedenleri üzerinde sigara söndürüldü, filistin askılarında gerildi, karakollarda, askeri kışlalarda? 12 eylül mahşerini 5 atlısı generalden birine bir gazeteci sormuştu: "gözaltında işkence yapılıyor mu? kadınlara, erkeklere şişe sokulduğundan bahsediliyor, ne dersiniz?" ne demişti general: "şişeye ne gerek var? bizim koç gibi delikanlılarımız var!"
    sadık karısının, deniz de annesinin afedersiniz bir yerlerine işkencelerde şişe sokulacağını ya da yağız türk polis ve askerlerince tecavüze uğrayacağını bilseler, karısının, annesinin ölmüş olmasını tercih etmezler miydi acaba? ya da kadın bunları yaşamaktansa doğum sırasında öldüğü için mutlu olmaz mıydı sizce?
    sadık ve oğlunun gidebileceği bir evi, onlara sıcaklık gösterebilecek bir aileleri vardı hala. o dönemde binlerce insan, ailesi tarafından reddedildi, arkadaşları tarafından dışlandı, sokakta insanlar onlara selam bile vermedi, yollarını değiştirdiler onları görünce. hatta hatta kendi elleriyle onları şikayet ettiler sıkıyönetime, hayatlarını karattılar.
    --- spoiler ---

    diyeceğim şu ki, şimdi bu filmi izleyen yüzbinlerce kişi hüzünleniyor filmde, ağlıyorlar. ancak işte bu yüzbinler, belki kendileri değil ama anneleri babaları, işte o sadık ve oğluyla aynı sokaklarda karşılaştılar, yollarını değiştirdiler, sadık'a, 'komunist bu' diye baktılar, deniz'in annesine, 'komunistin karısı bu, orospu bunlar. komünistler karılarını birbirlerine peşkeş çekerler zaten diye düşündüler.

    --- spoiler ---
    bu yüzbinler sadık'ı hapse yolladılar, onun saklandığı evi polise haber eden o yüzbinlerin arasından birileriydi elbette. bu nedenle sadık işkence gördü, bu nedenle sadık öldü, bu yüzbinler yüzünden, o herkesin içini titreten çocuk, deniz, babasız kaldı.
    --- spoiler ---

    gene bu yüzbinler gidip o 5 generalin hazırlattığı o anayasaya %92 oranında evet oyu verdiler, aralarından birini cumhurbaşkanları olarak seçtiler değil mi? o anayasa ki hala o dönemde bu yaşananlara neden olan generallerin hakim karşısına çıkmasını engelliyor hala. bu yüzbinler sayesinde o generaller şimdi zamanında vurdukları paralarla tüm sülaleleri ile birlikte keyif çatıyor, bazısı marmaris koyuna bakan villalarında nü resimler boyuyorlar.
    tamam, belki bir çoklarının bu olanlardan haberi bile yoktu, ama bu ülkenin değerleri, bütün hayatlarını, gençliklerini bu ülkenin geleceği için ortaya koyduklarında, bu yüzbinler uyuyordu. uyumak istiyordu. tüm bu işkencelere, cinayetlere sessiz kalmayı tercih ediyordu. bir ülkeden yüzbinlerce insan hapse atılıyor, işkence görayor, bazıları işkencelerde, bazıları idam sehpalarında ölüyor ve yüzbinlerce kişinin haberi olmuyorsa bu biraz da yüzbinlerce kulağın gözün kapalı olduğu anlamına gemiyor mu?

    --- spoiler ---
    bu yüzden sadık sahilde arkadaşlarıyla içerken, 'biz bu ülke için hayatımızı verdik, kimsenin umurunda değilmiş meğer' demiyor mu filmde.
    --- spoiler ---

    kimse kusura bakmasın ama bu yüzden tüm o gözyaşları, biraz gecikmiş gözyaşları. zamanında aksa o gözyaşları, bu kadar acı çekilmezdi belki de. bir kurgu film için ağlayan bu insanlar, yanı başlarında eriyen insanları, mahfolan hayatları, bu kurgudan daha beterlerini gördüklerinde birkaç tane olsun gözyaşı dökse belki bu kadar ileri gidemezdi o generaller.
    ya da başka bir açıdan bakıldığında bu gözyaşları, geciken gözyaşları değil de, biraz günah çıkarma gözyaşları. zamanında ortaya çıkarılmamış insanlıkları için ağlıyor belki de bu kadar insan.
    daha da başka bir bakış açısıyla, insanlar aslında sadece su üstündeki acıya ağlıyor. sanırım filmde bir çok insan kendisiyle ilgili de paralellikler kurdu, daha özel sebeplerle ağladı. büyük ihtimalle de, 12 eylül, o zamanyaşananlar pek de bir iz bırakmadı seyircinin büyük bölümünde. kim bilir.

    sinema çıkışında bir anket yapılsa, sorulsa insanlara, '12 eylül generalleri mahkeme karşısına çıkarılmalı mı' diye, sonuç ne çıkardı acaba, çok merak ediyorum.

    neyse. sonuç olarak, ben filmi çok beğendim. eline sağlık çağan ırmak'ın. sinema yapmanın gerçekten büyük paralar gerektirdiği bu dönemlerde, böyle filmlerin başarılı olması çok önemli. senaryo ve yönetmenin öneminin bu şekilde ortaya çıkması türk sineması için çok iyi. umarım çağan ırmak ve bu gibi filmler yapan herkes çok çok çok paralar kazanır ve hayatında hiç bir duyarlılığı olmayan para babalarını elinde maymun olmazlar.

    ha bir de film sırasında yaşadığım ilginç bir olayı anlatmadan geçemeyeceğim. film tam başlayacakken, oturduğum sıranın hemen yanında 5 kişilik boş yer vardı. film başlamak üzereyken 4 yaşlı adam geldi, karanlıkta bu 5 kişilik yere oturdu. film sırasında arada onlardan yana dönüp baktım, gözleri yaşarmıştı onların da. neyse film bitti, çıkışa doğru ilerlerken yanyanaydık birisiyle. döndüm sordum:
    "siz de mi ağladınız kenan paşam?"
    "ağladım tabi, almamaz mı insan? o küçük çocuk için ağladım. kendi babam geldi aklıma, ağladım."
    "e, sadık için ağlamadınız mı paşam, baksanıza işkence yüzünden öldü?" diye sordum.
    yanındaki ihtiyarlaran biri atıldı,
    "ne yani, işkence yapmayacaklardı da, besleyecekler miydi?"
  • komple bir otobüse ve bana farklı anlar yasatmis film.

    insan niye uzun yol otobüsüne "babam ve oğlum" filmini koyar ki lan? daya komediyi, macerayi; millet yolculuğun getirdiği hüznü unutsun. koymuşlar babam ve oğlum filmini, ya ulusal kanallarda gezineceksin ya da bu filmi izleyeceksin; film seçme hakkin yok. sirayla devam ediyor filmler, birisi bitiyor diğeri basliyor. neyse basladi bu film. "epey zaman oldu izlemeyeli bakalim bari, 'açeydim gollarımı!' sahnesinde güler eğlenirim." deyip basladim izlemeye. muhtemelen otobüsün buyuk bir çoğunluğu da ayni şeyleri düşünmüş.

    basladik izlemeye, basta duygusal sahnelerde yavaştan gözüm dolmaya basladi. ota boka ağlayan bi insanim neticede, "lan kapatsam mi, otobüsün ortasında rezil olmak var." diye düşünmeye basladim, ama kapatmaya da elim varmiyor. vurucu sahneler gelmeye basladi, benim sümük de akmaya basladi yavaştan, gözlerden de geliyor hafif hafif yas. filmde sesin azaldigi sahnelerde bakiyorum otobüsün çoğu burun çekmeye baslamis.
    en sonunda bi sadık'la babasinin konuşup sadik'in bayildigi sahne geldi orada iyice gittim ben. ses cikarmadan ağlamaya calisiyorum. var otobüste de 5-6 fırt fırt burun çekme sesleri. ondan biraz sonra da basta gulerim dediğim "açeydim gollarımı" sahnesi bi patladi, otobüs komple burun çekme sesi, gözünü silenler, hafiften hickiranlar. kafayi hafif bi kaldirdim millet kendini gizlemeye calisiyor, bir yandan da gözünü burnunu siliyor.

    otobusce ağlama terapisi geçirdik anlayacaginiz. dert tasa dokuldu gitti. bi ara "kaptan kenara çek de bi sigara içelim yav." desem 20 kişi de arkamdan gelirdi en az. öyle dertlendik.

    ha bi de, film bitti; kapattim televizyonu. bekliyorum öyle. burun cekmeler kesildi otobüste, bi kadin var bi de ben. hala cekiyoruz, hala agliyoruz. babamla ters düştük hep bu yaz, aklima geldikce gözlerim yeniden doluyor. neyse müzik dinlemeye başlayınca kafam dagildi, duzeldim; baktim kadin da uyumaya baslamis. oylece devam ettik yolculuga. boyle de bir ani iste.
  • bir kere izledim, bir daha izlemem ben bu filmi.

    her şeyi bana aitti çünkü.

    dirseğine kadar bilezik takan yengesi de, düşünmeden yaşayan amcası da bana aitti. bağıra bağıra konuşan ailesinden, afili gömleğiyle ilgi çekmeye çalışan bakkalına kadar bana aitti.

    kendimi gördüm çoğu yerinde filmin.

    hüseyin benim babamın adı, çiftçi trakya'da. dedem hayal meyal hatırladığı babasının ismini vermiş. amcamın adı da çetin. dede yaşadığı hayattan, dik duruşundan esinlenmiş.

    dedem babasız büyümüş, gariban. malı müklü yok. bakmış durulmayacak buralarda, basmış gitmiş almanya'ya geride babaannemi 2 çocukla bırakıp. babam da duramamış buralarda, almanya'ya gitmiş çalışmaya dedemin arkasından 13 yaşında. gitmişler ama dede toz, toprak yutmuş; kanına işlemiş çiftçilik. 3 kuruş para da kazanınca duramamış. tutturmuş "ben tarla alacağım, mal sahibi olacağım." diye. babam ne dese dinletememiş. bağıra çağıra atmış arabaya babamı. toplamış tası, tarağı; dönmüş dede memlekete.

    "sen tarla alacaksan yine al da bi dükkan açalım, yarın öbür gün çoluğumuz çocuğumuz olacak. şehirde olsun bir ayağımız baba." demiş babam, bağıra çağıra açtırmış dükkanı dedeye. evlenmiş, şehre yerleşmiş babam. kahvecilik yapmaya başlamış.

    burda başladı film. benim hayatım da orda başlamışya neyse.

    iyi bir okula yazdırdı babam beni. şimdiki gibi kaydetmek değil, yazdırmak o zaman. kahvecilik zordur, bilen bilir. sabah açarsın, gece kaparsın. işinin başında durursa, takip edersen eğer para kazanırsın. çok çalıştı. hem beni okutmak için, hem de geçindirmek için.

    o günün bütün gazetelerini getirirdi kahveyi kapattıktan sonra. sesini duyar uyanırdım, anneme "uyudu mu?" derdi. kıyamazdı kendisi uyandırmaya. başucuma oturur, bakardı. uyumadığım halde uyuyormuş gibi yapar, gözlerimi aralayıp bakardım. yorgunluğundan eser kalmazdı o zaman. "uyu oğlum." derdi, o uyu deyince ben kalkar yatağa otururdum. "hadi oğlum, kalk yüzünü yıka uyumayacaksan." derdi. fırlardım yataktan, yüzümü yıkardım. o zamandan kalma alışkanlığımdır, kalkar kalkmaz yüzümü yıkarım şimdi de.

    geldiğimde sobanın yanına bağdaş kurmuş oturur bulurdum bir tomar gazeteyle. sobanın üzerinde de ekmek olurdu. önce gazeteyi açardı önüme, "hadi oğlum, oku." derdi; sonra ekmeği yağlayıp elime tutuştururdu. özledim o ekmeğin kokusunu. kaloriferlerin, klimaların içindeyim şimdi. o yanık kırıntı kokusunu özledim. babamın onca yorgunluğa rağmen uyumayıp yağladığı o sıcak ekmeği çok özledim.

    okunacak her şeyin kuponunu toplardı. hikaye, roman, ansiklopedi. "ben okuyamadım, bu çocuk okusun." derdi anneme.

    3. sınıftaydım. önce amcamla sonra dedemle kavga etti babam. kahveyi bıraktı; anneme "kaderimde bu varmış. ben giderim ama bu çocuk ilkokulu bari burda okusun. dayan." dedi. köye gitti. 2 sene göçebe gibi yaşadık. bi hafta o şehire geldi, bi hafta biz köye gittik.

    bu gidip gelmelerin arasında bir gün "baba kahvelere baktım, yoktun." dedim. "bende ne ana, ne baba, ne de karı kaldı oğlum. beni arayacaksan ya meyhanede ya da kerhanede ara." dedi. ben anlamadım o zaman ne demek istediğini. o anlatmış.

    5. sınıfı bitirdim, traktörle şehire geldi ertesi gün. eşyalar römorka yüklendi. babam traktöre bindi, biz de römorka çıkıp çekyata oturduk. hiç unutmam gökhan diye bir sınıf arkadaşım vardı bize yakın bir yerde oturan. bayağı da iyiydi aramız. onların sokaktan geçerken beni gördü, arkamızdan koşmaya başladı. bir şeyler söyledi, anlamadım. "nereye?" dedi en son. "köye taşınıyoruz." dedim. koşmayı bıraktı. ben anlamadım neden durduğunu. o anlamış.

    köyde okudum ortaokulu. annem hasta olmayalım diye üstümüze titrerdi, sarılık bulaştı. bit nedir bilmezdim, bit bulaştı. babam adam olayım diye uğraştı, ben itle kopukla kaynaştım köyde.

    okumayı bırakmadım ama. elime ne geçtiyse okudum. alışkanlık işte. lisede aldığım tavuk dönerin sarılı olduğu gazete kağıdını yere serdim, hem döneri yedim hem de gazeteyi okudum. çalıştırdığımız köy kahvesinde bulduğum her fırsatta gazeteleri ekonomi sayfalarına varıncaya kadar okudum. çalışırken boşluk bulamazsam eğer kahveyi kapadıktan sonra gazeteleri eve götürdüm, sobanın yanına bağdaş kurup okudum.

    destek verilir çiftçiye. dedem o parayı almak için gelmiş bir pazartesi. liseyi yeni kazanmışım, harry potter'ın da 2. kitabı yeni çıkmış o zaman. dede babayı yakmış, yakmış ama kendi de kavruk. mahçup, üzgün. babama gösteremediğinden olsa gerek çok sever beni. tuttum elinden, kırtasiyeye götürdüm. "olmaz." demedi, geldi. "dede şu kitabı istiyorum." dedim. bir kere gördüm dedemi dudakları titrerken, o da o zamandı. "çocuğum" der dedem bana hep. tuttu elimden, "gel çocuğum, gidelim." dedi. "başka zaman gelir alırız." çok sonra öğrendim, para alamamış o gün. ondan titremiş dudakları. eve dönünce de babaanneme "biz önünü kapadık ama okuyacak bu çocuk." demiş.

    dedeme "bana 1 dönüm arazi ver, ben gideyim ev yapayım. kendi işime bakayım." dedi babam benim yanımda. "bu evde kim oturacak, bu tarlaları kim çalışacak?" dedi, vermedi dedem. dayanamadı babam, saya yaptı en son köyün dışına. ağıla saya derler bizim orda. bir göz de oda yaptı kendisine. çoğu zaman eve gitmeyip orada kalıyor. arıyorum, "nabıyosun baba?" diyorum. "rahatım oğlum." diyor, "kafam rahat en azından burada."

    yemek yedikleri sahne koydu bana. biz de hep eksik yedik yemekleri. hep birileri eksik oldu masada.

    fotoğraf çektirdikleri sahne çok koydu. 24 yaşındayım bir tane fotoğrafımız yok ailece çekildiğimiz. hep birileri yok. ya dedemler eksik, ya amcamlar ya da babamlar. çok korkuyorum birileri göçüp gidecek o fotoğrafı çektirene kadar diye.

    istediği oldu biraz babamın. gazetecilik okuyorum istanbul'da. boyası, kokusu içime sindiğinden midir bilinmez ama hep gazeteci olmak istedim. okuyorum şimdi. biraz dedim evet. okuyamıyorum çünkü tam olarak. kafamı veremiyorum, kalıyorum.

    en çok deniz'in sabah avluda elinde kamerayla yürüdüğü sahne koydu bana. o sahne yaşarttı gözlerimi. hep yalnızdım ben o avlunun ortasında. tıpkı deniz gibi. hep babamla konuşabilmeyi istedim, konuşamadık. o işten zaman ayıramadı çoğunlukla, ben kırarım diye anlatamadım kendimi babama. öylece kalakaldım hep avlunun ortasında. yağmur hep üstüme yağdı.

    babam bir şey yapamaz. biliyorum. elinden gelen her şeyi yaptı, gücü yok artık.

    elinde şemsiyeyle gelip beni o yağmurdan kurtaracak birini bekliyorum. beni bu boktan hayattan kurtaracak, sarıp sarmalayacak kişiyi bekliyorum. o kişinin kim olduğunu da biliyorum.

    bir kere seyrettim. bir daha seyredemem bu filmi.
  • her ne kadar erkekler ağlamaz ise de insanın boğazını düğümleyen şeylerden biridir bu film. hem de çok fena.

    - gişe rekoru kırmak için yeteneksiz televizyon ünlülerini, yakışıklılığı-güzelliğiyle tanınan kazmaları oynatmaya gerek olmadığını
    - halka mal olmuş bir takım 30-40 yıllık eserleri sömürmeye gerek olmadığını, filmciliğin özgün kurgu yapmak olduğunu
    - bir filmin çok seyredilmesi için her dakika ve her fırsatta reklam yapılmasına gerek olmadığını, en iyi reklamın seyircinin kendisi olduğunu

    kanıtlayacak bir filmdir kanımca.**
  • baştan sona spoiler içeriyor. içermeyen cümleler de vardır elbet. onları okumak serbest.

    artık sıradan hayatlara ilişkin yapımlar pek ilgimiz dahilinde değil. istiyor ki insan manyak bir soygun planı olsun, insanüstü bir aşk, muazzam bir savaş içinde kahramanlıklar, o da olmadı sistem sorgulansın en temelinden. acayip bağlantılar ortaya çıksın film vesilesiyle, her bişeyi aslında masonlar planlamış olsun falan. bunları izleyici mi istiyor yapımcılar mı bilinmez. lakin çağan ırmak bunu istememiş. babam ve oğlum son 25 yılda türkiye'de binlercesi yaşanmış, en sıradan dramlardan bir tanesini anlatıyor.

    köy, vizontele'deki gibi mesela platolar oluşturarak çekilmemiş herhal. ama köy olmuş işte. bildiğin köy. babaanne evindeki temiz çarşaf ferahlığını, ahır kokusunu, köy bakkalındaki mal çeşitsizliğini, köyde birisiyle karşılaşmak istemesen dahi bunun imkansızlığını, yatıya kalınan evde gece tuvalete gitme sıkıntısını, traktör seyahatlerini, şehirli gibi yaşamaya imrenen köylüleri gördüğün bir köy.

    insan 6 yaşındayken kendi kendine kurduğu hayalin - kabusun birebir aynısını yirmi sene sonra sinemada görünce ne hissederse, onu hissetiriyor film. kendi düşümü bana gösteriyor.

    en acısı, bu ülkede harbi harbi başımızdan geçen bir hikayeyi gösteriyor. hani şimdi bile çok rivayetmiş gibi gelen 12 eylül hikayesini. masalmış gibi geleni. kimsenin üzerine alınmadığı bir hesap var 12 eylül'le ilgili, ödenmesi gereken. çağan ırmak bu hesabın adisyonunu çıkarmış. bir aileden iki can, kırgınlık dolu, boğaz düğümleyen yıllar. ödesin kim ödeyecekse. paşa paşa.
  • iki el kanda olsa gidilmesi görülmesi gereken bir sıcacık film.
    o sıcaklığı daha başından tutuyor elinizi usulca.
    hollywood özentisi vurgu ile bir çağan ırmak filmi demiyor
    çağan ırmak'tan bir film diyor
    sanki "işte öylece sana.." diyor...
    hakkında pek çok şey yazılmış tek tek sahneleri, oyuncuları anlatmakla olacak şey değil
    hepsi ayrı mükemmellikte, ben düşümdüm içlerinden seçemedim
    filmden çıktığınızda acı, tatlı onlarca duygu yaşamış halde oluyorsunuz
    içinize bir yağmur yağmış da
    her yer temizlenmiş
    toprak kokusunu içinize çekiyor gibi oluyorsunuz
    sahneler zihninizden geçtikçe içinizde bir şeyler kanatlanıyor, boğazınızda bir şeyler düğümleniyor...
    gözyaşı, kahkaha zincirleri yapıyorsunuz..
    bu anlamda bende hayat güzeldir etkisi de yarattı biraz diyebilirim.
    ama bu daha bizden olduğu için mi nedir, daha derinlere ulaşıyor..
  • "yine olsun yine izlerim" ve de akabinde "olmus bu adam" dedirterek cagan irmaki tebrik etme sebebi film. izleyeni aglamaktan gulmeye o kadar hizli surukluyor ki, kahkahaniz gozyasiniza karisiyor cok fena.

    hayalle gercegin birbirine gecisi dengeli ve eglenceli. oyunculariyla yonetmenini bile aglatan, yikip sarsan cok guzel, film gibi bir film... bir film cikisinda bu kadar kirmizi gozlu ve burunlu insani hic gormemistim.

    o ne humeyra'dir oyle, ne fikret kuskan'dir; ne serif sezer, binnur kaya, cetin tekindor, yetkin dikinciler ve de ege tanman'dir... cok yalin, sade, dogal ama derdini iyi anlatan, eli-yuzu duzgun bir film olmus. hem oyunculuk, hem yonetmenlik hem de senaryo dort dortluk, ayrintilar yine titizlikle yakalanmis. daha cok film bekliyoruz bu ekipten. bu arada, minik ege'ye
    (filmdeki deniz) dikkat! traktor ve telsiz kullanan humeyra ise evlere senlik!

    --- spoiler ---
    nuran: mahsul 1'den mahsul 2'ye, beni duyuyonuz mu? mahsul 1'den mahsul 2'ye... cevap verin giz!
    hanife: anne sen misin? duyuyom, tamam
    nuran: sadik geldi sadik!
    hanife: neeee, tamam
    --- spoiler ---

    --- spoiler ---
    ona bir oda ver baba, gidecek hicbir yeri yok
    --- spoiler ---
  • filmi izlemediyseniz bu entriyi hic okumayın.

    filmi acilis sahnesinden irdelemeye baslarsak; ilk sahne sadik ve karisi arasindaki diyalog ozelinde genel memleket haline bir bakisla basliyor. bu sahnede sadik'in karisini oynayan tuba buyukustun, sanirim ayvalik cekimlerinden sonra gerceklesen istanbul cekimlerinde filme dahil olmasi sebebiyle olsa gerek pek de iyi bir oyunculuk sergilememekte. bunun tamamen filmin ruhuna adapte olamamis olmasiyla ilgisi olabilir diye dusunuyorum, cunku bilenler bilir (tv dizisi bile olsa) zarife diye bir gercek yaratmis bir oyuncu tuba buyukustun.
    (ben olsam kapar gotururdum bu kizi da ayvaliga, derdim ki ;sette sen kosede otur, ama bi yandan bak sadik bu, ailesi bu derdim, hatta arada belki birgulu bile gosterirdim bak bu da seninkinin eski kirigi diye )
    neyse mevzubahis sahne sonrasinda, bir caresizlik sahnesi var ki iyisiyle kotusuyle kabulum ne elestiririm, ne overim anca hatirlar hatirlar aglarim.

    hani demin 'caresizlik sahnesi' diye ustun koru gectigim , olum-dogum-darbe sahnesi sonrasinda gelisen olaylar klipvari bir anlatimla verilmis de pek de iyi edilmemis, bir cok sey havada kalmis; kime nooldu, o nerden cikti, bu nereye gitti, o niye oraya girdi, kimler reklamci oldu!!! fatma kadin kimin nesiydi?. neyse herseyi de bilmek zorunda degiliz heralde.

    ve filmin ruhunun dogdugu ve doydugu yer olan ege kismi. film belli ki egeli bir film, film belli ki ege kani tasiyor. istanbuldan kurtuldugu anda sahneler kendini buluyor, nuran ve ekurisi cingeneler zamanindan firlamis gibi sarip sarmaliyor. tasi taragi toplayip egeye yerlesmeye durtuyor.

    hazir baska bir esere gonderme yapmisken, sadik'in abisinin de fareler ve insanlardaki lennieyi cagristirdigini soylemeliyim ve belki de filmin en guzel karakterlerinden biri oldugunu. altindan portakal olsam yuvarlanarak yetkin dikincilerin ayagina giderdim, o derece begendim. ozellikle; karisi hanife ve cocuklariyla olusturdugu o aile tablosu yok mu? gercek olsalar nazar ederdim. her ikisi de zeki, karizmatik, kariyer sahibi eslerin olusturduklari aile formuna tamamen zit dusen bu ailede bambaska bir guzellik var ki bunu da sadece cagan irmak gozu yakalayip gosterebilirdi heralde.

    finale gelmeden once bir diyecegim daha var ki o da birgulle ilgili. acikcasi ben bu kizin varligini anlamadim bu filmde. sadik istanbula gitmis, bu kizcagiz dagilmis, sadikin babasinin dedigine gore bu da bir tur bencillikmis, e kiz da bu kadar afra yaptigina gore evet bu bi bencillikmis sadikla bir iliskileri varken sadik cekip gitmis yani. e hadi kiz sadigi seviyor evet bunu anladik, onu gorunce hemen gitti suslendi puslendi, gerci evlenmis o da zaten. neyse hersey iyi guzel de sadik bu kizi sevmis mi sevmemis mi? bunu sevdiyse karisini sevmemis mi? ya da ikisini de mi sevmis? sadik kimi sevmis? memleket meselesi falan ama sadik gonul adami degil miymis? ask hani ask? tamam holywood filmleri bizi ask manyagi yapti silah kacakciligi ile ilgili filmlerde bile ask sahneleri ariyoruz , e buluyoruz da haliyle. ama bu oyle degil illa ask olsun diye degil, varsa var, varsa nerde, varsa kiminle'nin pesindeyim ben. neyse biraktim onu da bi kenara. birgul dusmemis pesine, ben mi dusucem.

    zaten cetin tekindor kollarini iki yana acarak na boyle durup gitme deseydim dedikten sonra, ne birgul kaldi ne sadik gozumde. iyi ki yikti gecti buyuk abi cetin tekindoru, yoksa ben bile "ah gitme deseydi" diye diye gogsume vuracaktim gunlerce.

    velhasil, filmin ovulecek alkislanacak, cok sahnesi, cok oyuncusu, cok kisisi var ama bunlarin hepsi sanki ayri ayri daha bi guzeller, sanki soyle bir sakin kafayla son bir oturup, olay orgusunu soyle bir toparlamak gerekmis de yapilmamis gibi. ama bu; son donemde izledigim en iyi ozellikle en samimi turk filmi oldugunu gercegini degistirmiyor.
    yoksa hangi yalan insana bu kadar dokunur ki?

    edit: onca sey yazmisim, soyle bir okudum da disimin kovuguna gitmedi, filmle ilgili ne tam hissettiklerimi anlatabilmisim, ne de dusuncelerimi oyle havada kalmis herbisey. bari filmde en etkilendigim sahneyi yazayim da susayim; deniz'in gunlerce tek laf etmeden durduktan sonra bir anda okula gideceginin ilk gununde kendini birakarak 'babami cok ozledim' diyerek aglamasi.
    belki de en gercegi, en koyani buydu bu filmde, cunku sadik gibi bi babasi olan deniz gibi bi cocuk, "babam nerde?" diye sormaz, "babam gelmiycek mi?" demez, durur durur, tam okula gidecekken babasini yaninda ister, bilir ki bir daha olmayacak o an isyan eder, cantasini firlatir, babasini ozler, oturur aglar. boyledir.
  • başlangıçta jenerik akarken "bir bilmemkim filmi" tarzında buram buram çeviri kokan ifade yerine "çağan irmak'tan bir film" gibi tadından yenmez bir türkçeyle kafadan tam puan almış filmdir. bu anlayışa sahip adamın filmi de bizden olur, içerden olur, ciğere işler.
  • bence filmin doruk noktası sadık'ın* ölümü tarif ettiği sahnedir.

    --- spoiler ---
    ...hayat devam edecek.
    birileri yeni kitaplar yazacak, okuyamayacaksın.
    yeni filmler çekilecek, izleyemeyeceksin.
    sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken, dinleyemeyeceksin.
    bunlar kolay, alışır insan.
    ama onu büyürken izleyememek, yanında olamamak, ilk kız arkadaşını göremeyecek olmak...
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap