hesabın var mı? giriş yap

  • yaptigim bir arastirmaya gore (ciddi ciddi insanlarla oturdum konustum "*nudge* ya bişi sorucam eglenceli bi geceden eve donunde bi mutsuzluk cokuor mu sana da" seklinde 15 kisiye sordum... sonra baktim yüzdeye vuramiyorum 5 kisiye daha sordum yuvarlak hesap oldu) insanlarin yüzde 75 i (yani 20 kisinin 15 i) eglenceli bir geceden sonra eve geldiklerinde eger hemen yatip uyumazlarsa, inanilmaz bir mutsuzlukla karsilasiyorlar..

    boyle sanki içini pirçik pirçik bir şeyler edermiş gibi, inanilmaz bir yalnizlik, inanilmaz bir dram.. o an yaninizda savaş ay olsa, handy cam'i ile "nasil bir geceydi" diye sorsa, kisik sesi ile korkutsa, o derece..

    nette arastirdim, boyle dandik bir seyin arastirmasini yapan bir tek kendimin oldugunu farkettim.. ota boka sendrom bulan insan oglu, bu tarz bir mutsuzlukla kimse hastaneye gitmedigi, direk yatip uyudugu için bir ad bulamamis..

    ben buna izmir sendromu demek istiyorum arkadas.. maksat sehrimin adi yürüsün.. paris sendromu var, kudus sendromu var, stockholm sendromu bile var niye izmir sendromu olmasin.. bu da ilime, ilçeme bir hizmetimdir.

  • askerde ege ordu denetlemesinde avluda bekleşen 10.000 askerin içinde beni bulup tekmil soran tuğgenerale avazı çıktığı kadar bağırarak tekmil vermek ve sonrasında bölük komutanı tarafından tebrik edilmek.
    26 yaşında adımı soyadımı söylebildiğim için tebrik alacağım hiç aklıma gelmemişti.

  • insanın doğaya aykırı bir canlı gibi görünmesi, aslında hatalı bir bakış açısından kaynaklanır. zira insanı doğadan ayrı bir yere koymak, doğanın ve insanın anlamını daraltarak büyük resmi görmeyi engellemekten başka bir işe yaramıyor. doğa, milyonlarca yıldır değişen halleriyle, birbirinin kuyusunu kazan milyarlarca canlısıyla, soyu tükenen ve yeni türeyen türleriyle, düzenli işleyen bir sistemden ziyade böyle bir tarifin içine sokulamayacak ölçüde kaotik bir dinamik üzerinde hareket ediyor. o yüzden doğayı düzenli bir sistem ve onun belirli niteliklere sahip canlıları gibi dar kapsamlı bir tarifle ele alarak, insanı bu sistemin dışına koymak birçok şeyi ıskalamaya sebep olacaktır. ama yine de, insan denen canlının doğanın diğer evlatlarından farklı özelliklerle donatılmış olduğunu reddetmek mümkün değil.

    iki ayak üstünde yürümekle mi başladı acaba her şey? iki ayaklı duruştan kaynaklanan kalça daralması sebebiyle erken doğuma zorlanan insan, henüz gelişimini tamamlamamış yavrusuna bakabilmek için tek başına yaşayamazdı. irili ufaklı sosyal gruplarda işbölümünün kurulması zorunluydu. hayatla tek başına mücadele etmek yerine güvenli bir kalkan oluşturan yetişkinler arasında büyüme şansı bulan insan yavruları, hazır reflekslerle ve kıskaç, zehir, ağ gibi doğal silahlarla doğmak yerine, bunları zamanla edinme şansı buldu. silahlarını kendi bedeninin dışında kurabilme, yani alet yapma yeteneği sayesinde edindiği esneklikle diğer düşmanlarıyla mücadelede büyük avantajlar kazandı ve soyunu genişletti. hazır verili silahlarla hayata atılmak yerine bunları dış çevrede imal edebilmek için, yapı malzemeleri ve enerji bedenin diğer bölümlerinden ziyade büyük bir beynin kurulmasına harcandı. bu da akılla hareket etme yetisini daha da artırdı. akıl, sebep sonuç ilişkilerini çözdü, simgeleri kullanma yeteneğini yani dili doğurdu, dil yeni bir bilgi aktarım alanı olan kültürü kurdu, kültür nesillerin birbirine bilgi aktarmasını sağladı; öyle ki, neden sonuç zincirleri kurduğunda zorunlu olarak ölüm gerçeğiyle karşılaşan, kendisinin de ölümlü olduğunu farkeden insanoğlu, bu kaçınılmaz sonu ruh gibi bir kavramla, insanın ölümsüz bileşeni ile aşmaya çalıştı. cenaze törenlerinin ne kadar eski tarihlere uzandığı bunun göstergesidir.

    şu anda beyne bu kadar yatırım yapan başka bir canlı yok bildiğim kadarıyla, yani o bizim en büyük silahımız. ama bir zamanlar, buna benzer bir gelişim gösteren bir canlı türü daha vardı: neandertaller. ölülerine tören yaptıkları, alet edevat geliştirdikleri biliniyor. demek ki bir zamanlar şu koca dünyada "taşı elimden bırakırsam düşer" gibi basit olgulardan yola çıkıp ölümlülük gibi inanılmaz gerçeklere ulaşan, neden sonuç ilişkisi kurma yeteneğine sahip olan tek tür biz değildik. inanılmaz...

    o kadar yalnızız ki... kendi aramızda konuşuyor, tartışıyor, ama bulduğumuz sonuçları bizden farklı olan hiçbir canlı ile mütala edemiyoruz. verdiğimiz her karar, nereye varacağını bilemeyeceğimiz yollara sokuyor bizi. deneme-yanılma üzerine bir dünya inşa etmişiz, çünkü başka şansımız yok. bu yüzden elfleri, hatta orkları icat ediyoruz. bizden olmayan, ama yine de ölüm gerçeğiyle yüzleşebilecek kadar akıl sahibi olan, bildiklerimizi karşılaştırabileceğimiz sanal türler yaratıyoruz. uzaylıları arıyoruz belki bir şeyler biliyorlardır diye. ama, yalnızlığımızdan kurtulamıyoruz.

    şimdi bu pencereden baktığım zaman, bir zamanlar dünya üzerinde ölümlülükle yüzleşmiş tek tür olmadığımızı, bizler gibi varoluşunu anlamlandırmaya çalışan bir türle aynı dünyayı paylaştığımızı görüyor ve irkiliyorum. dünyayı anlayan, ama bana benzemeyen bir canlı ile yüzyüze gelmek... ürpertici!

    ama dünya sohbet odası değil ki oturup varoluşumuzun ve evrenin anlamları üzerine istişare edelim? büyük bir yaşam mücadelesinin içinde, sana bana çok benzeyen, düşünen, alet yapan, ama özünde farklı bir canlı ile karşılaşıyorsun. iç dünyasında ne olduğunu bilme şansın yok, ama eylemleri senin için ölümcül olabilir. zira, en büyük silahın olarak inşa ettiğin beynin bir benzerine o da sahip. seni günlerce gözleyerek davranışını çözümleyebilir, tuzak kurabilir, kabileni yok edebilir. diğer canlılarla mücadelende eşsiz bir fark getiren akıl, karşında olduğu zaman başına gelebilecek en büyük beladır, bunu seziyor, biliyorsun.

    o halde, ne yapacağını da biliyorsun insanoğlu: "o saldırmadan önce sen ona saldır. habil'i öldür!"

  • kendisi gibi 2010 yılından önce akpyi savunmamak ahlaksızlıkmış bazı suserlara göre.

    esas ahlaksız sizsiniz. hem de ahlaksızın en önde gidenlerisiniz. sanki akp'yi sevmeyen herkes darbeci, elitist, baykalcıymış gibi hala eski alışkanlıklarınızla manipülasyon yapıyorsunuz. bugünlerin yaşanmasında bu adam gibi sizlerin de payı var. o kopasıca elleriniz 2010'da evet demeseydi bugün hsyk ve yargı bu halde olmayacaktı. kuddusi okkırlar, ali ismailler hala yaşıyor olacaklardı.

    malum zatın sümüklü mendilleri ne yaparsanız yapın o günahlarınızdan sıyrılamayacaksınız. her zaman islamcıdan demokrasi bekleyen salaklar olarak anılacaksınız.

  • daha ergenlikten çıkamadan toprağa gömdüğünüz hayal gücünüzü özgür bırakmanın ne denli sarsıcı ve büyüleyici bir deneyim olduğunu gösteren oyun.

    eğer ki zihninizi ona adayabilir ve o varken kalan her şeyin etrafına kurşun duvarlar örebilirseniz fantastik rol yapmanın nelere kadir olduğunu anlarsınız. yıllardır gördüğünüz dostlarınızın tanıdık suratlarına baktığınızda her zaman gördüğünüz, öldürücü derecede sıradan ve bilindik bireyin yerine, yayını sessizce geren, maço tavırlarıyla göze batan orman elfini görüyorsanız bu deneyimi unutamazsınız. dört küsur gencin beton duvarlarla kaplı, malzemesinden çalınmış bir yapının, kötü oranlanmış bir odasında buluşması ve dışarıdaki hayatın tüm soğuk realist tacizlerini görmezden gelebilmeleri frp'nin inanılmaz marifetlerinden yalnızca biridir. sivilcelerin, kızların, 50 alınınca göbek atılan matematik sınavlarının giremediği, konaklanan handa yanan şöminenin sıcaklığının, kızarmış hormonsuz tavuğun ve ev yapımı biranın tadının sanki oradaymışçasına alındığı bir evrene hep birlikte geçiliyorsa, orada eşsiz bir deneyimin yaşandığını kabul etmek elzem olur.

    ben ve kendim gibi sivilceli dostlarım 11-12 sene önce falan bulaştık bu oyuna. forgotten realms'i bilmez idik, ucundan dragonlance romanları okumuş idik. lakin yüzüklerin efendisi'ni okumuş ve etkilenmiştik, henüz çeviri çılgınlığı başlamamıştı. drizzt kim, elminster kim, strahd kim bilmiyorduk. yalnızca tolkien'i ve 15 yaşındaki bir ergen gibi davranan yarım ekmek arası elf olan tanis'i, laurana'yı, çok sinsi planları olan raistlin'i biliyorduk. mutlu çocuklar sayılırdık, sıradan ve çirkindik. okul pantolonlarımız ya dar ya da çok bol geliyordu. o dönemdeki en büyük şansımız bir bilgisayarımızın olmamasıydı. oyunları ancak eşin dostun evinde oynadığımızdan bir arayış halinde idik. bilgisayar oyunları -hayatımın yüzde 50'sine denk gelen bir fenamınoğn- zihni uyuşturur. oysa imkansızlık ve frp hayal gücünü şahlandırır. bizler de dibine kadar imkansızdık. ancak gözlerimizi kapatmanın ve kendimizi buradan çok uzaklardaki bir dünyada, çevikçe ok atıp kılıç sallayan veyahut büyülü sözcükleri haykırarak sağa sola ateş topları fırlatan biri gibi hissetmenin hazzını keşfetmiştik.

    ilk oyunumuza başladığımızda ne ad&d biliyorduk ne de başka bir şey. zaten alayımızın matematiği kötüydü. tavla zarlarıyla ve dm'in insafına kalmış kurallarla oynadık. deli gibi eğlendik, akşam evlerimize döndüğümüzde ülkeler coğrafyası bile daha az tiksinti vericiydi. boş durmadık ve araştırdık, kural kitapları aldık, kıt ingilizcemizle nice romanlar okuduk. "thaco ney la" diyen çömezlerden roman karakterlerinin statlarını bilen oyunculara evrildik. d&d geliyormuş diye haber salındı, 3rd edition'ı övdük durduk. kurallara pek de uymuyorduk aslında. powerplay yapıyor, statları abartıyorduk.

    özellikle de 2000 yazını unutamam. akdeniz ikliminin "yazlar sıcak ve kurak..." ifadesiyle tanımlanmasının hakkını verdiği bir yazdı. o yaz güneşe çıkmak check-up gibiydi. eğer kriz geçirip ölmediyseniz kalbinizde sorun yok demekti. dermatologlara zerre itimatı kalmayan bizler o sıcakta 1 saat yürüdük, yokuş çıktık. frp oynamak için, duvarları 5-6 saatliğine yıkmak ve ruhları özgür bırakmak için çile çektik. oyun arasında acıkır ve adana dürüm yemek isterdik. o kadar şaşkın ve toyduk ki telefonla sipariş diye bir şeyin olduğunu bilmiyorduk. aramızdan iki kişi kalkıp kebapçıya gider, siparişleri paketlettirip dönerdi. yorulmak umrumuzda değildi, terli ve sivilceli olmamızı da dert etmiyorduk. çok uzaklardaki bir dünyaya gittiğimizde geriye kalan hiçbir şey mühim değildi. orada sadece şerefsizliği meslek edinmiş halfling, onurlu ranger, sinsi büyücü vardı.

    saatlerce oynuyor ve meraklı anneler onuncu kez telefon edince mecburen kalkıyorduk. telefon derken 3210'ların beğeniyle incelendiği zamanlar. bunu da araya sıkıştırmak istedim. saatlerce oynuyor, rol yapıyorduk. kendimizi hiç zorlamadık, hep orada gibi hissettik. dm rüzgar esiyor dediğinde üşüdük, karakterlerimizin hayallerini kurduk. balık alıp sattık, gizli ajanlığa soyunup her şeyi elimize yüzümüze bulaştırdık, muhtarın goblinler tarafından kaçırılan kızını bile şans eseri kurtardık. yeri geldi ve biz başlık parasını toplamak için maceraya atılan iki half-orc'u oynadık. 7 int'le hayatını idame ettiren bir canlının hislerine ortak olduk, düşünceleriyle empati kurmaya çalıştık.hepsi harikaydı. kendi somut anılarım kadar net hatırladığım nice anım var.

    takip eden yıllarda grubumuz dağıldı ve bir daha asla toparlanamadı. hayatın somut kıskaçları hepimizin düşlerini kırptı geçti. ne zaman frp oynamak ümidiyle bir masaya otursam son ödeme tarihi geçen faturalar geldi aklıma. hayallerimde kaybolamaz hale geldim, içimdeki çocuğun helvasını sindireli çok seneler geçti. bazen durgunlaşıp maziye dalıyor ve geçmişte beni mutlu eden anları düşünüyorum. böyle zamanlarda aklıma solmuş tshirtümün içinde coşkuyla replikler uydurduğum frp seansları geliyor. zaman diyorum, uyuz diyorum, zaman ve ben oracıkta dursaydık diyorum. durmuyor.