hesabın var mı? giriş yap

  • son yıllardaki yazılanlara baktım da çoğunlukla kendisini döneminde takip edememiş gençler yazmış. size şöyle örnek vereyim bugün yaşasaydı mültecilerin ve yasadışı göçmenlerin ülke için ne kadar faydalı olduğundan bahsederdi. oradan anlayın durumu.

  • aklıma umut sarıkaya, zenci, yağlanmış zenci dansçı vs. gibi bir çok itlik getiren haber. ama düşünmeyeceğim bunları. nişanlımı aradım. kına gecesi dahil herşeyi iptal ettirdim. mevlütlü düğün yapıcam.

  • kadıköylüler toplanın, çareyi söylüyorum.

    boğa'da toplanıp hırsız var diye bağırıyoruz. 5 dakika içinde gelen tomalar sayesinde duşumuzu, çamaşırımızı, bulaşığımızı hallediyor, artan suyu da leğenlere dolduruyoruz.

    hadi bakalım #occupyiski

  • ''sinemaya yazılmış aşk mektubu'' diye klişe bir tabir vardır. her ne kadar eskidiyse de bence tadı kaçmış değil. sinemaya olan sevgiyi ve tutkuyu işleyen filmler bir şekilde seyircide karşılık buluyor. zaten sinema bazen yalnızca benzer duyguların paylaşıldığını görmekten, bunu tecrübe edebilmekten ve yalnız olmadığımızı yeniden keşfetmekten ibarettir. o yüzden küçük bir liste yapıp bu konuyu işlemiş olan filmleri bir araya toplayayım dedim.

    hail caesar, coen biraderler, 2016
    1950'lerde geçen film, bir stüdyoda çalışan eddie mannix isimli karakterin bir gününü anlatıyor. eddie, bu bir gün boyunca yapımcıların, oyuncuların ve stüdyoya dair tüm sorunların çözülmesi için uğraşacaktır. ancak film coen kardeşlerin filmi olduğu için sorunlar, "ışık lazım, figüran lazım" türünden değil kaçırılan birilerinin kurtarılması gibi meselelerden oluşmaktadır. film olarak coen kardeşlerin filmografisinde aşağılarda yer alır ama sinema sevgisinden bahsedeceksek bu filmden de bahsedebiliriz.

    the purple rose of cairo, woody allen, 1985
    büyük buhran döneminde, new jersey'de yaşayan cecilia'ya ve sıradan yaşamına konuk oluyoruz. rutinlerden, kasvetten ve sıkışmışlık hissinden kaçış yolu arayan cecilia, elbette en iyi kaçış yolu olan sinemanın büyüsüne kendisini kaptırır. ancak bir gün büyülü gerçeklik somut gerçekliğe dönüşür. aynı zamanda ferhan şensoy'un en sevdiği filmlerden biridir.

    babylon, damien chazelle, 2022
    babylon benim için 2022 yılının en iyi filmiydi. chazelle'in sinemaya olan aşkının boyutlarını bu filmle idrak edebilmiştim. sinemanın/erken dönem hollywood'un sevmediği tarafları olsa da dönüp dolaşıp aşkını itiraf etmekten kendini alamıyordu. eminim ki seyredenler film kadar chazelle'in tutkusundan da etkilenmiştir. sinemanın sesli formata geçiş süreci özelinde yine stüdyoda iş bitirmekle görevli manny karakterini ve bu süreçte yıldızı aniden parlayanlar ile sönenlerin serüvenine şahit oluyoruz. soundtrack'i bile ayrı güzeldi yahu. aylar sonra bile manny and nellie's theme dinlerken manny'nin sinemada gözleri dolduğu an aklıma geliyor.

    the fabelmans, steven spielberg, 2022
    spielberg'ün ''evinin kapılarını ilk kez pazar keyfi için açtı'' tadındaki epey kapsamlı biyografi filmi. ketumluğu ve çekingenliği ile bilinen spielberg, aile sırlarını açıkça anlatmaktan çekinmemiş. ancak bahsettiğimiz kişi spielberg olduğu için sinema aşkının nasıl başladığını ve yeşerdiğini de görme şansımız oluyor. sinemanın spielberg üzerindeki etkisine farklı biçimlerde tanık olabiliyoruz.

    la nuit americaine, françois truffaut, 1973
    truffaut birçok önemli filme imza attı ama hiçbirinde bu filmdeki samimiyeti ve güneşin kızıla çalmaya başladığı cuma akşamüzeri hissini almadım ve alamıyorum. set süreci kişisel münasebetlerle tuhaflaşan bir filmi tamamlamaya çalışan yönetmene odaklanan film, yalnızca yapım sürecini göstermekle yetinmiyor; her köşesinde yönetmenlere ve filmlere dair küçük anımsatmalarla sinemaya olan sevgisini gösteriyor.

    goodbye dragon inn, tsai ming-liang, 2003
    görkemli günleri geride kalmış olan ünlü bir sinema salonunun kapanmadan önceki son gecesine ve son gösterimine konuk olduğumuz goodbye dragon inn, seyretmesi biraz zor bir film. durağan filmlere, hatta bir derece şiirsel sinemaya aşina olmayanlar için zorlayıcı bir deneyim olabilir. bu filmi daha çok klasik anlatı yapılarına alternatif arayan ve sinemanın dibini sıyırmak isteyenler için yazdım.

    holy motors, leos carax, 2012
    bu film sinemaya yazılmış bir aşk mektubundan ziyade, okurken karın ağrıtan ilişki bitiminde yazılan devasa boyuttaki mail gibi. bilen bilir, o mailin her paragrafında ayrı bir konuyla yüzleşilir; carax da holy motors'da, sinemaya ilişkin bildiğimizi sandığımız tüm anlayışları karşısına alıp her biriyle tek tek yüzleşirken anlatı kalıplarının tamamının içinden geçiyor. sinemadaki yapaylığı ağır eleştiriyor, ama bunu çok sevdiğimden yapıyorum diye de ekliyor. sinemayı seviyorum diyen herkes tarafından mutlaka seyredilmeli.

    amator/camera buff, krzysztof kieslowski, 1979
    kieslowski'nin en sevdiğim filmlerinden biri olan amator, çocuğunun doğumu için kamera alan bir işçinin, amatör videolar/filmler çekmeye bağımlı hâle gelme süreci ve hayata dair başkaca konuları keşfetmesini anlatan, özünde naif ancak yer yer soğukluğunu hissettiren bir film. o hava kieslowski filmlerinin genel yapısıyla da alakalı olmakla birlikte, bu filmin belgeselvari bir yönü de var, o yönünden bolca besleniyor.

    la vida util, federico veiroj, 2010
    uzun yıllardır çalıştığı sinemanın kapanmasıyla birlikte aşık olduğu filmlerden de ayrılmak zorunda kalan ve derin bir boşluğa düşen jorge'nin, sevgisini kanalize edebileceği yeni bir şey arayışını anlatır. sakin, zaten süresi de kısa, seyretmesi kolay, bazı eksiklerine rağmen sinema sevgisini iyi anlatan filmlerden biri.

    ed wood, tim burton, 1994
    edward d. wood jr.'ın hayatına odaklanan bu garip film hakkında ne söylenebilir emin olamıyorum. sinemayı sevmekten de öte sinemaya inanan ve güvenen bir yönetmenin, her kötü filminin ardından daha da azimli bir şekilde bir sonraki filmi için uğraşmaya başlamasını seyretmek çok farklı bir deneyim. aynı zamanda sahneleri ikinci kez çekmeye gerek bile duymayan bir yönetmenden bahsediyoruz. müthiş. yazarken özendim. keşke arkadaşım olsaydı.

    die gebrüder skladanowsky, wim wenders, 1995
    wim wenders'tan iki film var. ilki, sinema tarihinin ilk gösterimini yapmış ve aslında sinema sanatını resmi olarak başlatmış olan skladanowsky kardeşlerin hayat hikâyelerine odaklanıyor. ilk gösterimi yapan kişilerin lumiere kardeşler olduğu zannedilir ancak öyle değildir. bu filmde bütün detaylar var. zaten wim wenders, filmin açılışında ''sinemaya katkıda bulunan ve isimleri unutulmuş olanlara ithaf edilmiştir'' der.

    lisbon story, wim wenders, 1994
    wim wenders'tan ikinci film. filmlerde ses şefliği yapan bir karakterin lizbon'a yaptığı bir seyahat özelinde, kullanılan seslerin nasıl kaydedildiğini ve nasıl kullanıldığını görme şansı elde edebildiğimiz bir film olması nedeniyle yeri ayrıdır. ancak bununla da sınırlı değil; sinemaya ve hafızaya dair düşündürücü temaları ve söylemleri barındırmasıyla da ilgi çekici bir yanı var.

    sullivan’s travels, preston sturges, 1941
    yoksul insanlar hakkında sosyal mesajlar içeren bir film çekmek isteyen fakat yoksulluğun ne olduğunu bilmediği için filmin de nasıl olması gerektiğini bilmeyen bir yönetmenin, filmi çekebilmek için bir süreliğine her şeyi bir kenara bırakıp yoksul bir yaşam sürmek istemesini anlatır. aynı zamanda dönem sinemasına eleştirel bir bakış sunar. veronica lake isimli şahıs her zamanki gibi sahneye girdiği anda kendisine aşık eder.

    living in oblivion, tom dicillo, 1995
    bir yönetmenin sette geçirdiği bir gününe şahit oluyoruz bu filmde. düşük bütçeyle, kısıtlı imkanlarla, normal bir sette kısa sürede halledilebilecek sorunların çekim sürecini açmaza sürüklediği bir ortamda yine de o çekimleri tamamlamaya kararlı bir yönetmenin azmini ve sabrını seyretmek çok keyiflidir. bendeki yeri daima ayrı olmuştur bu filmin.

    last film show, pan nalin, 2021
    ilk kez film seyreden 9 yaşındaki bir çocuğun gördüğü anda sinemaya tutulması, sırf film seyredebilmek için uzun yollar katetmeye başlaması ve nihayetinde ışık ile resimlerin gizemini çözüp kendi sinemasını kurmak için çabalamasını anlatan, pek orijinal olmasa da oldukça naif, sinema sevgisinin saflığını olması gerektiği gösterebilen bir film.

    karpuz kabuğundan gemiler yapmak, ahmet uluçay, 2004
    sinemaya aşık çocukların hikâyesinin iyi hâli zaten bizde yapılmıştı. çocukluk, çıraklık yapmalarına rağmen arta kalan bolca zaman ve sıfır imkanla bir film projeksiyon makinesi yapmak için uğraşan mehmet ve recep'in hikâyesi, sinemaya yazılmış en güzel aşk mektuplarından biri değil miydi? heyecan ve tutkularına şahit olmak sinemayı yeniden sevdirmemiş miydi? bu topraklardan çıkmış en özel filmlerden biridir.

    aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni, yavuz turgul, 1990
    sinemamızın kıymetli yapımlarından bir olan film, 60'larda ve 70'lerde çektiği romantik filmlerle ün kazanmış fakat 80'lerde kendini yenileyerek daha farklı, daha sosyal, hatta daha kişisel bir film yapmak isteyen haşmet asilkan'ın hayata geçirmeye çabaladığı yeni film sürecini anlatır. düşük bütçenin, geniş seyirci kitlelerine hitap etmeyecek bir filmin peşinde olmanın ne tür zorlukları beraberinde getirdiğini deneyimleriz.

    bu filmleri tavsiye diye yazmak biraz anakronik hissetirse de sinema sevgisinden bahsederken akla ilk gelen filmlerden oldukları için yazmadan da olmuyor.

    singin' in the rain, gene kelly/stanley donen, 1952
    hızla değişen film endüstrisinde nerede durmaları gerektiğini belirlemeye çalışan karakterlerin karşılaştıkları zorlukları ele alan film, don lockwood karakteri üzerinden 1920'lerin sonlarında sessiz filmlerden sesli filmlere geçiş sürecini anlatıyor. debbie reynolds ve gene kelly ikilisinin uyumu, nadir rastlanır türdendir. gelmiş geçmiş en iyi müzikal diyenler de vardır. şahsen katılırım.

    cinema paradiso, giuseppe tornatore, 1988
    ünlü bir yönetmenin, uzun yılların ardından çocukluğunun geçtiği kasabaya geri dönmesi ve sinema aşkına tutulduğu o günleri anımsamasını anlatır. salvatore'nin alfred ile olan muhteşem ilişkisi, sinema tutkusunun ışık, beyaz perde ve film şeritleriyle somutlaşması mutluluğu neredeyse elle tutulur kılar.

  • ''halkın devlete yük olmaması gerekiyor.'' demiş.
    devlet bize neden yük oluyor peki? vergiler altında eziliyoruz. araba alırken 2 tane de devlete alıyoruz. nefes almak için para veriyoruz. işimiz ve gelirimiz yok diye zorunlu sağlık sigortasına para veriyoruz. devlet halkına gereken hizmeti sunmakla yükümlü.

    devlet bize yük olmaktan çıksa zaten kimse kendi ağırlığı altında ezilmez.

  • iyi bir gelecek için naçizane bir öneri hayatınızın hiçbir aşamasında bedavacılığa alışmayın.

  • --- 6x1 için jon'la ilgili spoiler ---

    yok jon artık öldü, yok jon yaşadı, falan filan zibilyon tane teori üretildi. dikkatli izleyiciler mutlaka farketmiştir ama gelin hep beraber son kez aşalım şunları:

    1- melisandre'nin gerçek hali yaşlı kadın değil saçmalamayın. melisandre hepimizin beğendiği asimetrik de olsa diri göğüslü, taş vücutlu gencecik bir ablamızdır.

    2- kolye kendisini sürekli genç göstermesini sağlayan bir büyü değil, büyü ve zehirlerden onu koruyan bir koruyucudur. 2x1'de üstatların en tontiği cressen'i kaybettiğimiz zehirli şarap sempozyumunda zehri içtiğinde kolyenin parlamasının sebebi şarabın zehrini absorbe edip "bende kanka raad ol" şeklinde selektör yapmasıdır.

    titelheld ekledi, banyo neyim yaparken de çıkarıyor kolyeyi.

    (sözlükçe sanırım melisandre'nin sıkı takipçisiyiz :)

    3- jon öldüğünde, ateşler içinde kıştepesinde savaşırken gördüğü jon'u geri getirmek için bir bedel ödemesi gerektiğini bildiği için hüzünlenmiştir.

    4- jon'u geri getirmek için ödeyeceği bedeli bildiği için de perişandır.

    5- buz ve ateşin şarkısını geri getirmek için ödeyeceği bedel de buradadır.

    6- kolyeyi çıkarmış, iksiri içmiş, bedelini ödemiştir.

    lütfen jon dönecek mi, melisandre aslında yaşlı mıymış gibi teorilerinize biraz ara verip dinlenin. sevgiler, davos.

    sorular üzerine benim teorim editi:
    evet jon uyanacak, gece nöbetçileri kapıyı zorlayıp tam içeri girecekken kılıçlar çekildiği anda gözlerini açacak ve bölüm bitecek. sonraki bölümde ise tormund ve şürekası da gelince kan dökülmeden iş çözülecek. jon görevinden azad olacak, aliser thorne ve lord kumandan'ı bıçaklayan hainler cezalandırılacak, hayatta bir amacı kalmayan aklı başında tek insan olan davos yeni lord kumandan olacak, jon ise tormund ve ordusu ile winterfell'i almaya gidecek.

    --- 6x1 için jon'la ilgili spoiler ---

  • platonik aşkın bünyeyi aptal ettiği durumlarda akla gelebilitesi olan bir durumdur.. karşı cins (genelde hatun olur bunlar) pek bi güzeldir, iyi kalplidir, lakin bir türlü etkileyemezsiniz, diliniz tutulur, açılamazsınız vs... sonra planlar yapmaya başlarsınız, "nasıl dikkatini çeksem?" "ne yapsam da bana aşık olsa?" diye kafa yorarsınız (ya da sadece ben yoruyorum).. çok yaratıcı bünyenizin aklına "hayatını kurtarırsam kesin bana aşık olur" fikri gelir (çok film izliyorsunuz gözümden kaçmadı).. sonra hızlı hızlı gözünüzün önünden sahneler geçmeye başlar..

    boğuluyordur.. imdat çığlıklarına yetişip sahile kadar taşırsınız.. suni solunum filan (sizi gidi sizi).. sonra hayata döner ve size sımsıkı sarılır.. evet! başardınız!!

    karşıdan karşıya geçiyorsunuzdur okul çıkışında.. bir anda hoşlandığınız kişi yola atlar.. hızla gelmekte olan kamyonun acı fren sesiyle birlikte çevik bünyeniz onunla birlikte karşı kaldırıma düşer.. bütün arkadaşlarınızın gözü önünde olmuştur bu olay bir de! karşı cins kişisi size minnettardır, sıkı sıkı sarılır.. o da nesi? aşık mı olmuş ne? bravo! başardınız!!

    teröristler okulu basmıştır!! hoşlandığınız karşı cinsi rehin almışlardır.. siz de çaresiz durumdasınızdır.. sonra ağzınızdan o sözcükler çıkar.. "onu bırakın beni alın.." aşkınızın gözlerinden süzülen damlaların anlamını hepimiz anladık sanırım.. mekandan sağ salim çıkarsanız pembe panjurlu ev fantaziniz için para biriktirmeye başlayabilirsiniz, kefilim..

    birlikte yemek yiyiyorsunuzdur.. bir anda zat-ı muhteremin boğazına bir şeyler kaçar... hemen sırtına vurursunuz, olmadı ters çevirirsiniz... hastaneye kaldırırsınız.. evet!! hastanede gözlerini açtığında başında siz varsınızdır!! o aşık olmayacak da kim olacak?

    bu örnekler uzar da uzar...

    lakin hayat acımasızdır.. hoşlandığınız karşı cinse çıkma teklif etme arifesinde, gözünüz ondan başkasını görmezken bir anda bir fren sesi duyulabilir ve kolunuzdan kenara çekilme durumu söz konusu olabilir (başıma geldi ordan biliyorum).. akabinde " hele hölö, ben senden hoşlanıyorum" demeyiniz.. zaten gözünde saf salak aşık imajı çizmişsinizdir, gözünün önünü göremeyen bir bünyeye aşık olmasını beklemeniz bünyenizi daha da yıpratır..

    boşverin gitsin yahu! hayat devam ediyor.. ne güzel kuşlar böcekler! hayat kurtarmayla aşık olacaksa hiç olmasın değil mi ama? sizden iyisini mi bulacak?
    karşılıklı olan sevgi bütün bu fantazilere layıktır.. gerisi sözlüğe başlık olur.. hatırlanınca dalga geçilir..

  • kıyaslama;

    denize doğru > uzi'nin şimdiye dek yaptığı ve ölene kadar yapabileceği tüm şarkılar.

    ben bu adamı 25 sene önce de, iki ay önce de sahnede dinledim ve şunu söyleyebilirim ki enerjisinden gr eksilme yok adamın. dans eder, enstrüman çalar, dili vardır, yurt dışı görüsü muazzamdır ama her şeyden çok müzisyen kere müzisyendir. düşününce adamın 35 senelik sanat hayatında tek falsosu da yok.

    kendisi "kanka olunmak istenen ünlüler" listemin tepelerinde yer alan ender müzisyenlerdendir, hatta şimdi düşündüm de george michael ve david bowie ölünce en tepeye yerleşti sanırım.

    ömrü uzun olsun. herkesin de dediği üzere, yaptıkları nesiller sonra da elbet dinlenecektir.

  • aralarında iran ajanlarının olduğunu düşünüyorum amaç türkiyeyi taraf olmaya zorlamak ve zor durumda bırakmak. bu gece bu eyleme katılan her bir kişi tespit edilip güvenlik soruşturmasından geçirilmelidir.