hesabın var mı? giriş yap

  • dünyanın en mantıklı işi. biri olur da "bu gömlek niye böyle siyah aman ne güzel" derse eğer lapsss diye çıkarıp şaşırtırsın herkesi. normal. evet.

  • milli piyangodan para ciksa, once bir sakin olurum.
    derim ki; dur bakalim ne kadar cikti? sonra bakarim soyle 500 milyar filansa sakin kalirim. bir ev, bir araba, bir dukkan filan alinir sapitmayayim derim. ama 2-2,5 trilyon cikmissa hemen telefonla cin restoranini arar, eve istakoz soylerim. internetten eski talihlileri tararim, tavsiye alirim. uc tane filan bankayla anlasirim ama sonra yurtdisi bi bankaya yollarim cogunu. sonra derim ki ese dosta; bize slovenya' dan bi is teklifi geldi, biz artik orada yasayacagiz. cikarim esimle beraber, kubaya giderim. orada bi okul yaptiririm ikiyuzbin dolara filan. geze geze malta, prag, barcelona, iki senede 1 trilyonunu yerim. ama bitmesin diye sapitmadan yerim. gene de bir gece yedi yildizli otelde kalirim. sonra donerim memlekete. havuzlu mavuzlu bir ev alirim terasi deniz goren. sonra derim ki ese dosta; biz slovenyada cok calistik kazandik. o kazandigimizla da aha bunu aldik. cunku hesapladim, her ahbapa 1 milyar versem bana kalmiyor ki kimse de begenmez bir milyari, arkamdan laf ederler.
    sonra dukkan acarim bir tane de. cok luks bir dukkan bile olsa onune iki tabure bir sehpa atar aksama kadar tavla oynarim. bir de zirve duzenlerim; suserlerin havyara doydugu an diye. 30 kilo kalamar pisiririm ya da pisirttiririm. kafamizdan asagi deniz borulcesi dokturturum. raki selalesi yaptiririm. havuza absolut doldurttururum. sonra bir bakarim sakin olamamisim. bosver derim, haydan gelmisti huya gitti. oturur yeniden cv hazirlarim.

  • olm sizin gibi hıyarlar yüzünden şu ülkeden nefret ediyorum.

    çünkü çalışmak enayilik, çünkü güzelliğini kullanıp zengin kocaya kapağı atmamak salaklık, değil mi?

    sonra ağlaşırsınız ama "ya kızlar hep para peşinde üüü!"

    sizin gibi andavallar yüzünden.

  • ağustos 1997, kaç lira aldığımı hatırlamıyorum ama bilgisayarımın belleğini 16 mb'den -o zamanlar ev bilgisayarlarında pek bulunmayan bir miktar olan- 64 mb'a çıkarmış, sonra da onlarca internet explorer penceresi açıp windows'un hâlâ düzgün çalıştığını görerek zevke gelmiştim (maldım evet).

  • babaannesinin dolmasını yiyen başlığa üşüşmüş, bi sakin olun.
    türk mutfağı iyidir, dünyada hatırı sayılacak mutfaklardandır ama en iyisi değildir. şu eksikleri olduğu sürece de dünyada en iyi olma iddiası olmayacaktır.

    -otantik lezzetlerin bir standardının olmaması, korumacılık yerine fırsatçılığı benimsemiş işletmeler. "ay aynı bizim gibiler" dediğimiz italyanlar bile peynirlerine standart getirmiş, devlet denetimi ve damgası olmadan kimse üretim yapamazken, bizde önüne gelen ezine, tulum vs üretiyor. (bkz: bütün bir ömrü iyi beyaz peynir peşinde geçirmek). gerçekten iyi peyniri aramanız gerekiyor. senin köyünde mükemmel peynir yapılıyor olabilir, sen bunu koruyup yaymadıkça bir anlamı yok. dünya şehri (!) istanbul uyduruk kebapçı, dönerci, köfteci, pideci, baklavacı dolu. bunların hiç birinin belini doğrultamamışsın, hiç birini üst düzey yemek kategorisine sokamamışsın. hakkını vererek yapanı bulmak samanlıkta iğne aramak gibi.

    -iyi mutfak hem muhafazakar hem yenilikçi olur. bizde ikisi de yok. yenilikçi derken tavuk iskender yapmaktan bahsetmiyorum. özgün yemekleri aslına sadık kalarak yorumlamaktan bahsediyorum. hadi onu geçtik, bari muhafazakar olabilsek. o da yok. büyük şehirlerin orta yerinde 150 yıllık kasaplar, 100 yıllık mandıra dükkanları, meyhaneler, kahveler olmalı. bunlar kaliteden ve gelenekten ödün vermeden aynı standartta ürünler çıkarabilmeliler. bakın istisna olarak, bu konuda gaziantep iyidir. hem belediye çok destek olmakta, hem de bir kısım esnaf ve halkın bilinç düzeyi yüksektir.

    -deniz ülkesi olmamıza rağmen balık ve deniz mahsülü konusunda fakir bir mutfağımız vardır.

    -şarküterimiz iyidir (sucuk ve pastırma) ama çeşitlilik yoktur. italya'da ve ispanya'da gördüğümüz o yüzlerce çeşit içeren şarküteri dükkanları burada yoktur. bu arada türkiye'de gerçek sosis ve salam üretilmiyor. markette gördükleriniz fabrikasyon taklit ürünler. gerçek sosis konusunda denemeler yapılıyor ama, yakında daha yaygınlaşacağını düşünüyorum.

    -mutfağın önemli bir kısmı da içkidir. bizde hala seviye"ama tadını sevmiyom" ve "içmeden eğlenemiyo musunuz abi yaa" şeklinde olduğundan bu konuyu anlatmak zor. akdeniz ülkesi olup bu duruma düşmek üzücü. yerel şaraplar çeşitlenmeli. yerel yemek- yerel şarap eşleşmelerini de oturtmak gerekir. ya da yerel içkini (no rakı-balık) belli bir itibara çıkartman gerekir.

    -son sözüm türk müşteri kitlesine. yurtdışındaki restoranlar türkleri sevmezler. rezervasyonlarına riayet etmedikleri gibi, her şeyi kendilerine uydurmaya çalışırlar. italya'da yoğurtlu makarna arayan mı dersin, her ete "bu pişmemiş" diyen mi dersin, "pardon çocuk için köfte var mı acaba" diyen mi dersin. bunlar türkiye'de de böyledir. her yeni girişimi baltalamakta üstlerine yoktur. kendi kafalarında bir yemek vardır ve onu bulana kadar acaba ben doğrusunu mu biliyorum diye sorgulamadan mekanları yargılarlar. arkadaşlar adana kebapla pilav gelmez, sizin yüzünüzden geliyor. ali nazikte sarımsak olur, sizin yüzünüzden yok. bonfile kuruyana kadar pişmez, sizin yüzünüzden pişiyor.

    edit:(bkz: #72262200)

  • şarkılarının hikayesini merak edenlere çok az kişinin bildiği o hikayeyi anlatmak üzere buradayım. toplanın eyyy canısı'lar, sırılsıklam'lar, tutku'lular...

    not; kesinlikle şehir efsanesi değildir.

    ayakkabı tamircisi bir babanın kalabalık ve fakir ailesinin bir bireyi olan ibrahim, onaltı yaşından beri deliler gibi sevdiği zehra'ya şarkılarla, türkülerle ve şiirlerle kavuşabilmenin hayalini kuruyordu. çok klasik biraz anakronik zengin kız - fakir oğlan kuramından nasibini almıştı ve kızın babası yörenin en zenginlerinden biri olmakla beraber bir diğer zenginin oğluyla kızını evlendirip en zenginler arası bir voltran oluşturmanın hayalini kuruyordu. kızı annesinin zoruyla başladığı liseyi bitirince allahın emri peygamberin kavli kapitalizmin gerekliliği devreye girecekti.

    o yörelerde o zamanlar aşk el ele tutuşmalı, fırsat buldukça öbüşmeli, elleşmeli, dilleşmeli bir seviyede değildi. iki aşık arasındaki rabıta yine çok klasik biraz anakronik gönülle sağlanıyordu. evinin önünden geçmeler, yanından geçerken iç çekmeler, üç saniyeden fazla olmayan anlam yüklü bakışmalar ve belki tükenmez kalemin azizliğine uğramış bir kaç mektup. dahası ve ötesi yok. yani her aşk biraz platonikti o yörelerde, karşılıklı platonik.

    lise bitime doğru yol alırken ibrahim ve zehra aşkı da aynı hızla bitime doğru yol alıyordu. durumun vehametinin farkında olan ibrahim, kafaya koymuştu. karneleri alınca kızı kaçıracaktı. karne gününden bir gün önce her şeyi ayarlayan ibrahim, zehra'ya planı anlatmak için ıssızda bir buluşma ayarladı. işte bu klip ve şarkı o günü anlatır;

    sen aldırma, giderim buralardan bir pantolon bir caket.

    yani görüşme başarısız geçmiştir. kız ibrahim'i sevse de ailesini karşısına almayı kabul etmez ve ibrahim' tek bir seçenek bırakır; ünlü bir şarkıcı olup emine ün'ü tokatlamak. iyi çaldığı bağlamasına, herkesin ooo harika dediği şiirlerine, vay amk sende ne ses var oğlum be tepkileri aldığı sesine güvenerek yenilgiyi kabullenmiş gibi görünerek istanbul yolunu tutar. ümidi elinde ki malzemeyi harmanlayıp zengin olmak ve geri dönüp zehra'ya kavuşmaktır.

    gelir gelmez hayalleri haydarpaşa garının duvarlarına takılır ve bir ananskym bile diyemez istanbul'a doyunca. zira öyle unkapanı'na gidelim '' al bu sesim, bunlar şiirlerim, bu da sazım hüsnü '' diyelim de ünlü olalım gibi bir durum yoktur. en kolay bulunur işlerden birisidir inşaatçılık. yoksa sesi güze diye amele etmezler kimseyi. ibo'da başlar mala vurmaya. derken bir yandan kopmamak için mevzudan daha realist bir tutum takılıp nota filan öğrenmeye çalışır ki rakibi kürt sanatçılar bir mahsun bir özcan bu konuda çok şanslıdır ona göre.

    ilk yevmiyesini alıp, unkapanı'nı bi kolaçan ettikten sonra jeton alıp ailesini arayan ibrahim zehra'nın çoktan nişanlandığını duyunca yıkılır. sonra kalkıp üstünü başını temizler ve pes etmek yok diyerek otobüse atladığı gibi tekrar erzurum'a gider. delikanlı gibi gecenin bir vakti kızın penceresinin önüne dikilip bağırır; overlok makinası ayağınıza geldi. yok şey der; haşim ağa, bende para kazanıcam, bende zengin olucam, lütfen zehra'yı verme o adama. ve haşim ağanın oğullarından bir güzel dayak yer o akşam. o gecenin anısı şu şarkıda yaşar;

    yaktılar yüreğimden vurdular ciğerimden.

    ibrahim'n bu tacizinin üstüne bir de düğün tarihi öne çekilmez mi? gelmez mi zengin adamın almanya'da ki zibidi oğlu geniş paça pantolonuyla? peki ibrahim naapar? önce bunu;

    ne bugün ne yarın unutmayacağım vallah.

    yapar. hemen akabinde bir de şunları söyler;

    tutma benim gibi onun elini.

    burada çok bilinen bir yanlışı düzeltmek istiyorum. hani el ele tutuşmazlar demiştik ya, bu şarkıda '' tutma benim gibi onun elini '' derken benim elimi tuttuğun gibi değil tutmadığın gibi demek ister. her neyse, konuya dönecek olursak yazdığı şarkıları söyleyemeyen ibo, sessiz çığlıklarını kurşunlarla patlatmak ümidiyle yapacak daha iyi bir şey olmadığını görünce bastı gitti askere. o, acemi birliğinden içeri '' en yakın binadan atla girme içeri '' espirisi eşliğinde girerken sevdiği zehra kınayı getir aneeey eşliğinde bir başka şeye girdi. yanıyordu ibrahim ve her nöbette söylüyordu sessizce;

    canısı ömrümün yarısı.

    söylemekle kalmayıp notasını da yaptı. zaman notalarla aktı geçti. o, '' bu saatten sonra ben mi ulllaaann'' diye çömezlerini aşağılayarak askerliğini bitirirken zehra '' tabi ki sen tabi ki sen'' şeklinde sevmekteydi adını gizliden ibrahim koyduğu oğlunu. ha niye öyle sevmekteydi? zehra oyunbaz bir kızdı, çocuğa önce kimmiş annesinin bir tanesi diye soruyordu.

    ibrahim için artık hayat sadece yaşamış olduklarını ısıtıp ısıtıp yiyeceği bir mutfak tezgahından ibaretti. zira hem oturacak bir yer bulamıyordu, hem de yaşamış olduklarından daha lezzetli bir yemeğin olacağına inanmıyordu bu dünyada. bazen içine biraz daha kekik kattı;

    gece boyu uyumasam şiir yazsam hayal kursam.

    bazen bastı pul biberi;

    hala ben dut gibi aşık.

    yiyenlerin ağzını yüzünü yaktı, ağlattı onları ve derken iskender ulus ile karşılaştı arkadaşlarıyla bol acılı yemeğini paylaşırken. iskender ulus onun bu halini görünce bu acıdan daha çok yemek çıkar mantığıyla ona bir peçete uzattı ve sil dedi burnundaki teri.

    işte o saatten sonra başladı ibrahim yeniden. söylediği her şarkıyı öyle bir söyledi ki o yanına yaklaştırmadıkları sevgilisiyle aralarında yüzlerce km varken hasbihal etti, dertleşti onunla. yeniden aşık etti hatta kendine. mesela dedi ki;

    sen özümsün sen sözümsün iki gözümsün sen.

    bunu duyan zehra ne yaptı? ne mi yaptı? ne yapsın garip. gizli gizi ağladı kocasından önce yatakları hazırlamak için girdiği odada. hatta bir gün erkenden uykusu gelen kocası içeri girip zehra ile ibrahim'in hasbihaline şahit olunca cinnet geçirdi. teyibi kırdı zehra'yı daha çok kırdı. tüm o yörede ibrahim erkal kasedi satan ne kadar adam varsa onları da kırdı. ama durduramadı ibrahim'i. daha yüksek sesle bağırdı;

    aşkından yanam yanam yanam kül olayım mı?

    o bağırdıkça zalim koca zehranın sesini kıstı. örseledi onu aşağıladı. ve tüm bunlar ibrahim'in kulağına kadar gidince bu zulumden kurtarmak için zehra yı bir kaç fake attı;

    dönemem sana ah gücüm yok!

    bu fakeler kocayı rahatlatsa da zehra'ya kan kusturdu. taa ki emine ün'ün dudaklarında ibo'nun dudaklarını görene dek. işte o gün bitti ibo onun için ki ibo'da bitmek için dudaklarında gezinmişti emine'nin. ha tabi hoşuna gitmemiş miydi? tabi olum manyak mısın?

    o günden sonra ibrahim ve zehra... yorudum lan amk. bu nasıl bir işsizlikti böyle. allah'ım galiba çıldırıyorum. kalkıp şunla biraz halay çekeyim bari tam olsun;

    https://www.youtube.com/watch?v=q7ngdh7qg84

    edit; linkler düzeltildi.

  • valla ligin haline bakıyorum da, perez'in örnek göstermesi küçümsemek değil, olsa olsa iltifat olur gibime geliyor. ben olsam tamamen görmezden gelir, yok gibi davranırdım.

  • elazığ gönül dostları buluşmasında yapılan oldukça sert açıklamalardır.

    ak parti'nin oylarının yüzde 49'dan yüzde 34'e düşürüldüğünü söyleyen davutoğlu, parti yönetimini sert bir dille eleştirdi.

    -anayasal sistemler, devlet mimarisi kişilere, partilere göre inşa edilmez; çarpık bir cumhurbaşkanlığı sistemine geçildi.

    -istanbul seçimlerinde 800 bin oyla tekrar kaybetmişse, bunun sorumlusu eylemde söylemde ahlakta siyasi ayakta ciddi savrulmalara sebep olanlardır.

    -tabanda büyük kitleler kopmaya başladıysa insanları neyle tehdit ederseniz edin o çözülüşü durduramazsınız.

    -sıradan bir memurun dayısının oğlunun, amcasının oğlunun tutuklandığı bir türkiye'de fetö darbesinin baş sorumlusu olanların kardeşlerinin akrabalarının en yüksek makamları işgal ettiği görülürse orada adalete güven kalmaz.

    -devlet yapısıyla aile ilişkileri kesinlikle ayrılmalıdır, birinci derece akrabalık ilişkisi olmamalıdır.

    -devlet makamlarını birtakım trol çetelerine mahkum edenlerin karşılarında 3 sene sustuk

    -bir seçimde beka kaygısından bahsedip bu şekilde düşünmeyen herkesi terörist olarak itham ettikten sonra diğer seçimde imralı'ya başvurmak milletin vicdanından kopuştur.

    -adalet öylesine örselendi ki insanların hukuk sistemine güvenini sarsıyorlar. adalet duygumuzu sarsacak her şey için ortak tavır alma vakti geldi.

    -ülkemiz çok yoğun bir ekonomik krizin içinde ciddi bir mücadele veriyor.

    -ekonominin başında ekonomiden anlayan insanlar vardı; vizyon vardı.

    -kendi içerisinde beka kaygısı ile siyaset yapanlar tarih sahnesinden silineceklerdir.

    -ak parti 1 kişinin, bir ailenin partisi değildir böyle yola çıkmamıştır...

    -görev değişikliği değil bir hal değişimi lazım.

    -yeni meydan okumalarla ilgili akademisyenlerle, siyasilerle ve derneklerle çalışma yürütüyoruz. ak parti'nin temel değerleri bu memlekete egemen olmuş olsaydı kıyamete kadar susardık.

    https://t24.com.tr/…meseleleri-tartismaliyiz,828380
    https://www.ensonhaber.com/…-yerden-yere-vurdu.html

    +

    @bigdata rica etti, konuyla ilintili olarak şu başlığı paylaşıyorum.

    (bkz: davutoğlu ve babacan'ın yapması gereken çağrı)