hesabın var mı? giriş yap

  • müthiş bir ayardır, şöyle ki;

    f.g. bir gün sohbet ederken ateist genç bir anda sohbetin ortasında ayağa kalkar ve "allah yoktur, bunu şimdi size kanıtlayacağım" der.

    genç - eğer tanrı varsa kötüdür, tanrı yaratılmış herşeyi yaratan mıdır? eğer tanrı herşeyi yaratmışsa kötülüğü de yaratmıştır bu da demek oluyor ki tanrı kötüdür.

    f.g - bakar mısın genç, soğuk gerçekte var mıdır?

    genç - bu nasıl bir soru böyle? elbette vardır, sen hiç soğukta bulundun mu?

    f.g. - hayır, aslında soğuk diye birşey yoktur genç. gerçekte soğuğu bize düşündüren şey ısının yokluğudur. peki genç, gerçekte karanlık var mıdır?

    genç - elbette vardır.

    f.g. - hayır, karanlık da gerçek de var olmayan bir kavramdır. karanlık aslında ışığın yokluğudur. ışık, üzerinde çalışabileceğimiz bir konu, ama karanlık değil. kötülük yoktur, tıpkı soğuk ve karanlığın olmadığı gibi. allah kötülüğü yaratmadı. kötülük sadece bir insanın kalbinde allah sevgisi olmadan gerçekleştirdiği şeylerden ibarettir.

    genç o dakika fizikçi olmaya karar vermiş. kuantum fiziği okuyup amerika'ya yerleşmiş, mis gibi para yapıyormuş şu an.

  • dolarla maaş alıyordum ve her gün dolar düşüyordu. 1.6lardan 1.1e kadar geldi ve bu böyle gitmez, maaşımızı tlye çevirin diye isyan çıkardık.

    ve başardık, 1.1den tl ye sabitledik maaşı.
    çalışma hayatımda istediğimin olduğu tek olay budur.

    dua: allah kimseyi vizyonsuz yaratmasın

  • joachim trier ve eskil vogt ikilisinin çok iyi yaptığı bir şey var, insan olanın sert karnını (hayır, yumuşak değil) bilerek, oraya durmadan ve farklı biçimlerde dokunuyorlar. ama vuruyorlar, ama gıdıklıyorlar, ama yakıyorlar, ama kaşıyorlar... sonra film bitiyor, film gerçekten bitiyor, ama ben onu taşımaya devam ediyorum. dürtmeye korktuğum yerlerde artık ağrılar var. her hareketimle bana kendini hatırlatan ağrılar... varolduğunu bile bilmediğim kaslarımı hissediyorum. unutmuşum çünkü kullanmayalı uzun zaman olmuş... bu süper ikilinin yarattığı bütün filmleri izlemiş kahrolası bir melankolik olarak, bu etkiye bayılıyorum.

    verdens verste menneske (aka "dünyanın en kötü insanı"), “oslo üçleme”sinin üçüncü filmi (diğer iki film: reprise/@dolls ve oslo 31. august/@dolls). hiçbir film birbirinin devamı veya öncesi niteliğinde değil, ama sessizce birbirlerini çağırıyorlar.

    “dünyanın en kötü insanı”, prolog, 12 bölüm ve epilog’dan oluşuyor. en özet haliyle, dünyadaki yerini bulmaya çalışan julie’nin hikayesine, giriş- gelişme- sonuç akışıyla eşlik ediyoruz yani.

    julie bir sahnede diyor ki; “hiçbir şeyin sonunu getiremedim, sürekli bir şeyden diğerine atladım durdum”. sonunu getiremediği şeylerse, bize atalarımız ve toplum aracılığıyla dayatılan şeyler aslında: tek bir hayatın var ve o hayata tek bir eğitim hayatı, tek bir meslek, tek bir evlilik, tek bir aile, tek bir eş, bir veya birkaç çocuk, belki bir köpek veya kedi seç, koy. diğer ihtimalleri bir kenara bırak, seçtiklerinle devam et, sonunu görene kadar onlarla hayatını geçir... bu yolu böyle gitmeyi istememek julie’yi dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

    aksel bir sahnede diyor ki; “bazen yeni şarkılar dinliyorum, daha önce hiç dinlemediğim şarkılar. sonra bakıyorum, hepsi gençliğimden. o zaman dinlemediğim veya karşılaşmadığım şarkılar sadece. aslında yine eski şarkılar dinliyorum.” umutla bekleyeceği, türlü türlü hayaller kuracağı bir gelecek olmadığını kabullenince, aksel’in geçmişine dönmesi, oraya sığınması, saklanması, orayı tekrar keşfe çıkması, sadece orada yaşamak istemesi, “sanatım aracılığıyla hatırlanmak istemiyorum, hayali bir yüz olmak istemiyorum, sadece evimde yaşamak istiyorum” demesi, aksel’i dünyanın en kötü insanı yapar mı peki?

    aksel bir sahnede julie’ye diyor ki; “senin hakkında, senin bile unuttuğun şeyler biliyorum, öldüğümde hepsi yok olacak”. biraz sonra ekliyor; “ sen hayatımın aşkısın”. aksel’in çabasını görebiliyorum. julie’ye, kendisiyle ilgili önemli bir şey vermek istiyor. julie yaşadıkça bu cümleyi saklasın, böylelikle aksel de bu cümle aracılığıyla unutulmasın, yok olmasın istiyor.

    çünkü bu dünyada kendine bir yer bulabilmek, bir iz bırakabilmek, “ben de buradan geçtim” diyebilmek çabası var... bunu yapmaya çabalayan herkesin yolu başka. kimimiz aksel gibi sonunu getiriyor, kimimiz julie gibi bir yerden diğerine atlayıp duruyor. julie gibilere özenen bir sabitsevici olarak; onu deneseydim, o adımı atsaydım, o kapıyı açsaydım veya tam tersi kapatsaydım, neler olurdu?... diye her zaman merak edeceğim. dünyadaki yerimi -henüz- bulamadım, üstelik bulmak için ne aksel kadar yaşadım ne de julie kadar cesurum. peki bu beni dünyanın en kötü insanı yapar mı?

  • çaykur'un ettiği zararın en büyük müsebbibi üretici ve siyasettir. devlet, yaş çay için bir birim fiyat belirler. bu verilen fiyat ise standartlara uygun olarak toplanmış, yani 2,5 yaprak çay içindir. standartlara uygun yaş yaprak satan bir üretici yoktur. 10 yaprağa kadar dal budak çay verenler bile oluyor. şimdi aslında daha az çay satması gerekirken, üretici daha çok çay satıyor ve bunun parasını da kısa bir zaman içinde alıyor. üretici kazanması gerekenden daha fazla para kazanıyor. bunun bedelini de devlet, yani halk ödüyor.

    özel sektör ise aynı paraya sezon başında iyi çay alıyor, yada biraz daha kötü çayı düşük fiyattan alıyor veya devletin belirlemiş olduğu fiyattan uzun vadeli bir ödeme planı ortaya koyup, çay üreticisinden öyle alıyor. özellikle büyük özel sektör üreticileri iyi çayı alırken kötüsü çaykur'a kalıyor. eğer ki ilgili eksperler veya amirler çayı almama yönünde bir yaklaşım ortaya koyarsa halk, siyasi ayağa gidiyor, hemen siyaset devreye giriyor ve tepeden inme baskıyla çay üreticisi, çer çöp çayını gene satıyor.

    işin imalat boyutuna etkisi de şöyle. gıda üretiminde iyi bir ham maddeden kötü bir ürün ortaya çıkarabilirsiniz ama, kötü bir ham maddeden iyi bir ürün ortaya çıkaramazsınız. sadece hile ile birşeyleri gizleyebilirsiniz. fabrikaya giren yaş çay iyiyse bunun karşılığını hem işletmeyi çalıştıran, hem de tüketici görür. şimdi, iyi toplanmış kaliteli bir yaş çayı işlediğinizde 100 kg yapraktan 23-25 kg kaliteli siyah çay elde edersiniz. yani % 23-25 arası bir rakam. buna verim diyelim. kötü, kalitesiz yaş yaprak ile imalat yapıldığında rakam 18'lere kadar düşüyor. verimin azalmasının yanında, gereksiz kapasite kullanımı, iş gücü, enerji vb. giderler de cabası. 5 puan belki size çok birşey ifade etmeyecektir ama şöyle diyeyim. her bir +1 puanlık değişimi eski parayla 100-120 trilyon arasında bir meblağ olarak düşünün.

    bunun yanında ham maddenin kalitesinin azalmasının tüketiciye yansıması da şöyle. bardağında aynı kaliteyi elde etmek için daha fazla çay kullanıyorsun, yani daha fazla para ödüyorsun. yabancı çaydan bir tatlı kaşığı ile elde ettiğin demi türk çayıyla bir yemek kaşığıyla elde ederken, artık bir buçuk yemek kaşığıyla elde ediyorsun. çaykurdaki problem ve kalite sorunu otomatik olarak, sektörü de etkiliyor. bunların haricinde liyakattır, yanlış kararlardır, devletin hantallığıdır vb. birçok sebep olsa da, zararda en büyük sebep, maliyette en büyük kalemi oluşturan kalitesiz yaş yapraktır.

    üretici dün de böyleydi, bugün de. siyaset dün de böyleydi, bugün de. yıllar içerisinde üretim kapasitesi artar, buna istinaden pazar payı da azalırsa, zarar artar, kaçınılmaz.

  • videoyu 3-4 kez izledim gulmek icin. ilk izledigimde tam; "gulme lan senin de basina gelir melir" derken, nereden basima gelecek boyle bir mallik deyip, kahkahayi bastim ve hala guluyorum alabora oluslari gozumun onune geldikce...

    resmen batan geminin malları olmuslar, ya da alabora olan.