hesabın var mı? giriş yap

  • doğru olduğunu düşündüğüm bir iddiadır. aynı durum donanımlı kadın versiyonu için de geçerlidir. geçen günlerde yetkinreport'ta orta sınıflarla ilgili bir makaleye denk geldim.

    birtakım kalıpların bizi sınırlandırarak düşündürdüğünü deneyimlediğim bir yazı oldu. kendi adıma dar bir kalıba sahip olduğumu düşündüm. çünkü bugüne kadar orta sınıf dendiğinde aklıma gelen hep kendi sosyal çevrem olmuştu. halbuki bu biraz eski bir tanımdı. özellikle özal sonrası, daha doğrusu 12 eylül sonrası, dönemde orta sınıf kavramsal olarak ikili bir yapı kazandı.

    bu makale de ona değindi aslında. orta sınıfın ikili bir yapısı özellikle anap ve akp iktidarları sürecinde bir kesinlik kazandı. 70'li yılların geleneksel refleksleriyle akla gelen üst düzey memur, bürokrat, avukat gibi kariyer mesleklerin çağrıştırdığı orta sınıf ile daha düz memur diyebileceğimiz ailelerden oluşan kesim bu yapıların ilkidir. hatta tanzimat döneminden başlatacak olursak 200 yıllık türk modernleşme hareketinin taşıyıcısı da bu sınıftır. ankara'da çankaya, istanbul'da ise kadıköy, beşiktaş, bakırköy gibi merkezlerde yaşarlar.

    ikinci kesim ise refah yaratma kabiliyeti görece daha dar olan, kasabalardan şehre göç etmiş ikinci nesil ile beraber iktisadî kaynaklara erişiminde artış yaşanan, bir kısmı yerleşik istanbul sermayesinin taşrada bayiliğini üstlenerek bir diğer kısmıysa ağırlıkla inşaat olan türlü gelir dağıtım mekanizmalarıyla gelişerek güçlenen bir orta sınıftır. istanbul'da başakşehir, ankara'da çukurambar gibi semtler bu sınıfın merkezidir.

    ikinci kesimi yaratmak için ihtiyaç duyulan kaynak genellikle ilk kesimin yarattığı artı değer üzerinden sağlanırdı. genellikle diyorum çünkü fed'in deli gibi para bastığı 2008-2013 arası dönemlerde kaynak bu sınıftan değil ucuz dolarlarla borçlanarak bulundu. bunların dışında bir de türkiye'de olmayan bir sınıf var: entelijansiya

    entelektüellerin sınıf olarak oluşturduğu bir sınıfsallaşma hareketi türkiye'de yok ve hiçbir zaman da olmadı, belki 12 eylül öncesinde olmaya çok yaklaşmıştı. zaten 12 eylül öncesinde türkiye'de birçok şey olmaya çok yaklaşmıştı. peki neden yok?

    aslında olmama nedeni geleneksel kentli orta sınıfın gerileme nedeniyle beraber hareket ediyor. türkiye'de gerçek anlamda entelektüel diyebileceğiniz kişi sayısı çok çok az. hatta öyle ki, entelektüel diyebileceğiniz t.c. vatandaşlarının kahir ekseriyetinin türkiye'de yaşamadığını düşünüyorum.

    entelektüel sınıf olarak gelişemiyor çünkü türkiye toplumu modernleşmenin öznesi değil nesnesidir. entelektüel olacak bir insanın yetiştiği aile ve geldiği kültür belirli bir gereksinimler setini zarurî kılar. dolayısıyla entelektüelin içinde yetişeceği ailenin belirli bir maddi olgunluğa sahip olması gerekir ama bu tek başına yetmez. refah yaratarak edinilmiş bir maddi olgunluk gerekir.

    dolayısıyla entelektüelin yetiştiği ailenin bir ya da iki alt neslinin üyesi olması gereken sınıf bizatihi seküler kentli orta sınıftır. bu orta sınıf mevcut iktidara kültürel açıdan en uzak olan toplumsal kesim olduğundan dolayı sürekli bir gerileme içerisindedir. bunun iki sonucunu yaşıyoruz. bunların ilki artan beyin göçüdür. ikincisi ise akamete uğrayan sivil toplum gücüdür.

    2000'lere kadar olan süreçte de beyin göçü vardı ama bu göç daha rafine işlerde oluyordu ve bunların başında da ağırlıkla akademi geliyordu zaten bir entelektüel akademi dışında bir yerde de zor yetişirdi. burada tabii yatırım tercihleri de bir zaruret yaratıyordu. birtakım mesleklerin icrasında ihtiyaç duyulan sabit sermaye yatırımı o kadar yüksek olur ki nitelikli çalışanın tek başına varlığı bir şey ifade edemeyebilir. bu durumda zaten gelişmiş bir ülkeye göç etmek kaçınılmaz olur. fakat doğası gereği bu tarz işler kentli orta sınıfı toplumsal bir cendereye sıkıştıracak kalibrede değildi.

    bu yüzden tek tük entelektüel bu ülkede hala yetişse bile sınıf olarak entelijansiya hiçbir zaman gelişemedi. günümüzde iş daha farklı bir boyuttadır. beyin göçü olgusunun içine direkt olarak kentli orta sınıfla özdeşleşmiş olan doktorluk, mühendislik, akademisyenlik gibi kariyer meslek sahipleri giriyor. bu kuşkusuz ki kentli orta sınıfın gerilemesinin bir nişanesidir. çünkü bu mesleklerden yeteri kadar refah üretimi elde edebilmek için yapılması gereken sabit sermaye yatırımı ve bu yatırımı yapacak iktidar mimarisi içinde rıza yaratılması artık imkansızdır.

    bu şartlar altında gelişecek bir toplumsal yapı içerisinde de akademi ile profesyonel hayat arasına sıkışmış bir insanın kendine uygun bir eş bulabilme ihtimali her geçen gün ortadan kalkar. ben bunu bizzat her gün yaşıyorum. ülkedeki en büyük kurumsal şirketlerden birinde çalışsam da insanlarla aramda derin bir kültürel uçurum olduğunu her an her dakika gözlemlemek mümkün. zihinler feodal, işleyiş katı hiyerarşik, bünyeler tüketime aç, hırslar nirvana...

    bunun için insanları suçlamak da pek olası değil. böyle yetiştirildiler, böyle güdülendiler. sonuçta ortaya konmuş bir toplumsal mühendislik projesinin çıktılarıyız ama insan yine de üzülmeden edemiyor. donanımlı erkek/kadın yok değil var ama büyük çoğunluğu türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamıyor. yeteri kadar kültürel/iktisadî üretim yapabilecek sabit sermaye yatırımı çekilemezse de bu donanımlı insanlar ülkeden tamamen kopacaklar. bunlar koptukça bu ülke içinde bu tip insanların yetiştirilmeleri azalarak bitecektir.

  • yediğini içtiğini, evinin köşesini bucağını, nişanını, düğününü, balayını, hayatıyla ilgili her türlü detayı 7 milyar insanın bir tıkla ulaşabileceği şekilde paylaşan kişilerin olumsuz yorum aldıklarında mağduru oynamasını son derece iki yüzlü buluyorum.

    buse terim de onlardan biri.

    teşbih hata kaldırmaz ama hisselerini halka açıyorsan düştü çıktı diye ağlamayacaksın.

  • en hatalı çıkışını 17 ağustos 1982'de yapmıştır. biz beşiktaşlıları en çok o gün üzmüştür.

  • bu konu hakkında detaylı detaylı yazıp da kimseyi sıkmak istemem ancak söyleyebileceğim en kısa, en net ve en önemli şey şu ki; vereceğiniz karar, üçüncü şahısların fikir ve düşüncelerinden tamamen bağımsız olsun. üçüncü şahıs derken sadece sizin için bir şey ifade etmeyen insanlardan bahsetmiyorum. buna aileniz ve yakın arkadaş çevreniz de dâhil.

    iki insanın arasında geçenleri yalnızca o iki insan bilir. başka kimse değil. dışarıdan nasıl görünürse görünsün, gerçeği yalnız siz bilirsiniz.

  • 9 kişi kalması gereken maçı 11 kişi tamamlıyor.

    her hafta olduğu gibi uydurma bir penaltı kazanıyor.

    ve bu açıklamayı yapabiliyor. pes:) gerçekten pes:))

  • sahanın kenarından oyunu başlatmaya çalışan monaco'lu oyunculara her türlü şeyi yapmaya kalktılar.

    yenilince hazmedemeyip bir de parkeye girdiler.

    noldu trabzonlulara laf ediyordunuz lan ataşehir çocukları?

    bu arada ağla ibo ağla. açılırsın.

  • türünün en iyi kitapları arasında yer aldığını düşünüyorum. buna rağmen kitabı herkesin anlamasını beklemek pek de mantıklı bir yaklaşım olmaz. çünkü anlaşılması zor bir kitap. o yüzden birden fazla okunursa daha iyi anlaşılacağını ve irdelenme fırsatının daha fazla olacağını düşünüyorum.

    kitapta ki fizik terimleriyle belirli bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz. geçmişten günümüze dünyamıza ışık tutan önemli isimlerin araştırmalarını okuyoruz. her biri bulunduğu zamanın ötesinde olan insanlar.

    zamanın kısa tarihi bizlere insanların hangi koşullarda var olabileceğini, her şeyin aslında hiç'de düzenli ve planlı olmadığını, ama aslında bir o kadar da planlı ve düzenli olduğunu gösteriyor.(dahası gösteriyormuş gibi yapıyor) çünkü bu durumun karmaşıklığı tesadüfü getiriyor. tesadüflük ise bizi belirli bir fikir üzerinde tutuyor. fakat karmaşıklığa doğru itiyor. çünkü zamanda var olabilmemiz için gereken dünya şartlarının oluşması gerekiyor. bunun içinde programın kodlarının olması gerekiyor. fakat bu kodları yazan bir kişinin olmadığını düşünün? ve tesadüfen oluşan kodlar serisinden dünyanın meydana geldiğini bizimde o kodların birer parçası olduğumuzu ele alın...

    bazı çerçevelerle ve kanunlarla hükümleri bir bilgisayar oyunu gibi çizilmiş olan bu dünya, aslında bir büyük patlamadan geliyor. eğer zamanda genişlememiz mümkünse türümüzün devam etmesi ve gelecek nesillerde evrilmesi de pekala mümkün olacaktır. türümüzün var olması için mutlak zamanın geniş olması gerekiyor. zamanda genişlemek mümkün olmuyorsa, o zaman daralan zamanda bizim gibi canlı türlerinin olduğunu söylemek mevcut şartlarda hiç de mantıklı olmaz.

    insanoğlu kararlarını özgür bir biçimde aldğını düşünür. ve her birimiz aslında yıldız tozlarının bir yansımasıyız. peki ama oluşan evrende her insanın davranışları aslında bu dünyadaki yansımaların düşüncemize aktarımıysa o zaman bununla ilgili ne diyebiliriz? gerçekten de ne derece özgür karar verebiliyoruz?

    koordinatlar bize yer belirleme konusunda yardımcı oluyor. cismin hareketi için belirli bir enerji gerekiyor. bu enerji karadelik'de toplanıyor. ve bu toplanma büyük bir yaylım ateşi yayıyor. öyle ki yıldızların belirli bir sırasının olmadığını görüyoruz. çünkü milyonlarca yıldız, milyonlarca alternatif evren söz konusu.

    insanoğlu bugün kim olduğunu, nereden ve nasıl geldiğini sormaya devam ediyor. bu kitabın içerisinde kaybolmak, ve irdelenmesi gereken noktaları doğru ele almak önemli. bir yaratıcı var mı? yoksa insanların oluşturmuş olduğu bir dizi kanun mu? bu soruların net bir cevabını vermek bilimsel açıdan mümkün olsa da insanı tatminkar etmediği ve edemediği ortadadır. çünkü bilim; ruh ve düşünce kavramından farklı ilerler. nitekim insanoğlu bugün kim olduğunu ve nereden geldiğini bir nebze de olsa biliyor. fakat aydınlanması gereken noktaların fazlalılığı ve açıklığı henüz çok geride...

  • bu bana oldu lan. yıllar boyu arkadaşımdı, sonra bir şeyler oldu, yakınlaşmaya başladık, konserlerde sarılmalar falan. ama her zamanki kekoluğumla bir adım ileri atamıyorum, gözlerine bakıp da durumlar böyle böyle nazlı yarim, üstüme öküz oturdu, elini elime alsam geçiverecek diyemiyorum. neyse, bir gün balkonda ev arkadaşım ve onun diğer arkadaşlarıyla mangal yaparken bunu da çağırdım, geldi. eve ilk defa geldiği için gittim aldım. ev sahibiyim ya, masada yanına oturdum mutfağa sıkça gidip gelirim ayağına. yemekler yendi, balkondan aşağı çamaşırların üzerine közler düşürüldü. sonra herkes dağıldı, kimi içecek almaya gitti kimi komple evine gitti. kaldık bununla başbaşa, içeri geçip oturduk kanepede, kaykıldım ben biraz kucağına doğru falan, konuştuk ettik. sonra sustuk.

    sonra kafayı çevirdim buna baktım ama nasıl güzel. bal rengi gözleri var bunun tamam mı. böyle ağlamaklı olunca iyice büyür, dolu tanesi gibi olur, ağlama diyemezsin biraz daha izleyeyim diye. baktım gözlerine, lan dedim kendi kendime, bu kadar güzel kızın ne işi var yanında, hiç yakışıyor musun, bir de neyine güvendiysen çağırdın hatunu. yıllar boyu arkadaşımdı ama yine de kekoluğumdan, çekinirdim işte böyle. ben böyle yine kendimi gömerken bu eğdi kafayı, laaaps diye öptü lan. sonra bir açtım gözlerimi, üç yıldır öpüyor.

    beklemeye değmez hacı, varsa içinde kıpraşan bir şeyler, öpülmeyi beklemeden öpmen lazım. dediğimi yap yaptığımı yapma gibi oldu biraz ama valla böyle.

    edit: evlendik biz :)

  • tek yönde çalışan tren vagonlarıyla gidilen ama dönülemeyen bir yer. 250.000'den fazla çin ve rusun yaşamını kaybettiği, bir esirin bile sağ çıkmadığı ölüm kampı.
    abd ve japonya'nın 2. dünya savaşı sonrasında dünyayı yeniden paylaşmalarının anahtarı burası. vietnam'da kullanılan biyolojik silah bilgisinin nereden edinildiğinin açıklaması. bitmek bilmeyen japon emperyalizminin ve militarizminin son noktası. artık bu kadar açıktan yapamıyorlar çok şükür.

    birim 731 ve nanking katliamı'na, asya'nın auschwitz'i demek haksızlık oluyor biraz. bu insanların hiç lobisi olmadı, zengin değiller. kampları kuranlar hiç yargılanmadı. yaşananları anlatan bir history channel belgeselinden başka hiç filmleri olmadı. japonlar bu tarihsel suçun bedelini maddi-manevi hiç ödemedi, hiç kabul etmedi. hiroşima ile nagazaki'ye atılan atom bombalarının gölgesinde kaldı.