hesabın var mı? giriş yap

  • üst kattaki kızla muhabbete girmek için pastaneden bi tane aşure alıp; ben yaptım, dağıtıyorum aşure gününüzü kutlarım ayağına yatayım dedim.

    sevgilisi varmış kızın.
    "varsa bitane daha alabilir miyiz" dedi.
    bende "getireyim" dedim.
    pastaneye gidiyorum şimdi kızın sevgilisine aşure almaya.

    hastane editi: komşuluk ölmüş canlar, çocuk önce aşureyi yedi üzerine bende güzel bi dayak yedim, bi daha iyilik yapanı siksinler :p

  • gertrude stein otomatik yazma denemeleri yapan bir yazardı. böylece zihnin en karanlık köşelerini aydınlatmaya çalışıyor ve dilin, belirgin yapısının insan zihnini ve düşüncelerini yeterince ifade edemeyeceğini düşünmeye sevk ediyordu okurlarını. tender buttons* adlı kitabında "kırmızı güller" hakkında yazdığı şey şuydu; "pembe kesik pembe, bir çöküntü ve satılmış bir delik, biraz daha az sıcak". stein'ın tuhaflıkları ve absürd cümleleri bununla sınırlı değildir.

    dile ve insan hayatına etkilerine ilişkin bahsetmek istediğim şey, onun yapısının zayıflığı ve buna rağmen bilince ilişkin yaptığı baskıdır. günümüze kadar pek çok -izm insanları etkisi altına aldı. pek çoğu insanları farklı şekillerde etkilemişti aslında. her biri insanlara farklı bir yönünü gösteriyor ve en önemlisi her biri farklı bir sorun olarak kendini yansıtıp, bambaşka fay hatlarına yol açıyordu.

    burada bilinmesi gereken şey hemen hiç kimsenin, hatta bir düşünce eğilimini ilk kez belirtenin dahi ona sahip olamamasıdır. hiç kimse belirli bir düşüncede olamaz. çok koyu birşeyizm taraftarı olan birinin, yeri geldiğinde bunu esnetecek ve çok yoğun topluluk duygusuna ve ruhuna rağmen, buna ters düşecek bir espri yapması anı gibi.

    daha özele inelim. psikolojik sorunların isimlendiriliş anı insanı mahvediyor. hiç kimse şizofren, deli, anksiyete veya borderline değil. ne demek istediğimi şöyle izah edeyim. bu kişiler bu psikolojik sorunlara sahip olsa bile öyle değiller. çünkü bu kelimeleri ve bunların ardında gördükleri tanımları duydukça mahvoluyorlar. bunların hiçbiri onlara ait değil. bu kelimelerle ifade edilen şey sadece bir görünüm. ama insanlar tanımları ve dilin hakikatleri yansıtamayan zayıf varlığını gördükçe, bu problemleri, tekleyerek çalışan zihinlerinde çözemeyip, benliklerinin kimyasını bozuyorlar. bir sorunla baş etmenin en mükemmel yolu, bir soruna sahip olmadığını bilmektir. bir hedefe ulaşmanın en güzel yolu o hedefe belli belirsiz koşmaktır; hatta o hedefi unutmak, onu umursamamaktır. daha iyi ifade etmek için logoterapi kavramını ortaya atan viktor e. frankl'ın sözlerine bakalım;

    “başarıyı amaçlamayın. bunu ne kadar amaç haline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi ortaya çıkmalı, kendisi oluşmalı ve sadece kişinin, kendinden daha büyük bir davaya kişisel adanışının amaçlanmayan bir yan etkisi olarak ya da kişinin kendini başka bir insana bırakışının bir yan ürünü olarak oluşmalıdır. mutluluğun kendiliğinden olması gerekir, aynı şey başarı için de geçerlidir: ona aldırış etmeyerek, kendi kendine olmasına izin vermeniz gerekir. bilincinizi dinlemenizi ve bilginiz dahilinde bilincinizin sizden yapmasını istediği şeyi yerine getirmek için elinizden geleni yapmanızı istiyorum. o zaman, uzun vadede —uzun vadede diyorum!— başarı sizin peşinizden gelecektir, çünkü başarıyı düşünmeyi unutmuşsunuzdur.”

    bundan 50 sene önce "çiçek çocuklar" ve davaları önemliydi. meşhur karikatürist robert crumb belgeselinde şunlar geçer;

    kameraman: 60'larla bağdaşmış olman oldukça ironik. çiçek çocuk meselesine pek uyum sağlamış gibi görünmüyorsun.

    crumb: denedim! buraya her gün gelir, onlardan biri gibi olmaya çalışırdım. temel amacım, bedava sevgi olayından yararlanmaktı. ama o konuda çok iyi değildim. insanlar narkotikten misin diye sorarlardı. karşılıklı birbirinizi överken sizden uzaklaşırlardı. ben şu an tam da öyleyim.

    janis joplin'in bana verdiği öğüdü hatırlıyorum. "crumb, senin sorunun ne? kızlardan hoşlanmıyor musun?" ben de, "elbette kızlardan hoşlanıyorum, sen ne diyorsun?" dedim. dedi ki, "sadece saçını uzat, saten, dalgalı bir gömlek edin. kadife ceketin, ispanyol paça pantolonun ve platform ayakkabıların olsun." "öyle yolunu bulursun." bunları yapamadım işte. bütün bunlar bana çok aptalca geliyordu, ayak uyduramadım.

    william james, "dil, bizim hakikat algımızın aleyhine çalışır", demiş. çünkü sorunlarımıza keyfi tanımlar koyarak kendimizi sıkıştırıyoruz. bütün bu süreç, sloganlarla, kampanyalarla, konjonktürün oluşturduğu steryotiplerle çözülebilecek sorunlar yumağına odaklanmak belirgin nihai bir amaç gibi görünmeye başlıyor. hemen her şey indirgemeci, pozitif bilimin çözebileceği bir sorunmuş gibi algılanmaya başlıyor.

    bazen hayattaki her şeyin isimlendiriliş anından sonra önem kazandığını fark ediyorum. çünkü zihnimizin arka planında tüm bu sözcüklere bir çözüm üretmeye çalışıyoruz. zaman geçtikçe her şey eskiyor ve unutuluyor deniyor ama baki olan şey dilin ve sözcüklerin bize oynadığı bu oyun. bugün hala bazı şeylerin, diğer sözcüklerle düzeltilebileceği zannediliyor. halbuki sözcüklerin derinine indikçe patafizik de güçleniyor. kenara köşeye bırakılan her tanım, sırasının geleceği zamanı bekliyor.

    birçok defa yaşantımda şu olaya benzer tuhaflıklara şahit oldum: bir keresinde bir kız bana bir şey söylemişti. ona güzel bir şekilde cevap verecektim. aklıma güzel bir cümle geldi. cümlenin ortasında sıradaki kelimeyi söylersem, istediğim güzel etkiyi bırakamayacağımı bir an sezdim. bu nedenle bir manevrayla başka bir kelime kullandım ve başka bir şey söyledim. aslında pot kırmadım. bahsettiğim kelimenin ve bu kelimelerden türemiş skeç tiyatroların marjinal durumları değil. vurgulamak istediğim şey, bu kelimelerin bize unutturduğu ama hayatımızın büyük çoğunluğunu kapsayan, ciddi bir sonla, hasarla veya kahkahayla bitmeyen anları.

    her neyse bu başka kelimeyi söyleyince sohbet, başka türlü akışa geçti. somutlaştırmak istiyorum.

    kız: bu dersten 2 defa kaldım. bu dönemde geçebileceği sanmıyorum.
    ben: (aklımdan geçen, söylemek istediğim) ne kadar çalıştığını gördüm. aa ile geçeceğine eminim.
    ben: (aslında söylediğim) ne kadar çalıştığını gördüm. kalacağını sanmam.

    bu küçük manevranın yarattığı kelebek etkisi umrumda değil. bu bir aşk hikayesi de değil. bu sadece düşüncelerimin akışının belli belirsiz oluşunun, yaşantımın arka planında kelimelerimin beni bazı kalıp laflara yönlendirmesi.

    bu kısa diyalogda, trenin makas değiştirmesi gibi, diyaloğun akışının değiştiğini gördüm. birçok konuşmada da olduğu gibi çok kısa bir an sonra da unttum ki, aslında belki de böyle konuşulmayacaktı. aslında hissettiği söylemeyi ilk başta düşündüğüm şey bile değildi. ama kelimeleri kafamda dizdiğimde, tam kalbimden geçeni de söyleyemeceğimi zaten anlamıştım. cümlemde oynama yaparak hakiki hislerimden temelli uzaklaştım. tüm hislerimi çerçeveleyebilecek bir dil göremiyorum. aslında kalbimden geçenler şunlardı.

    "seni çalışırken gördüm ama aslında bir insanın konuları ne kadar anlayarak çalıştığını bilmek güçtür. saatlerce baktığın kitaplardan hiçbir şey anlamamış olabilirsin. çünkü belki de kafan başka yerdedir. bu tamamen senin konuya duyduğun alakayla ilgili. ayrıca belki de iyi çalışmışsındır ama bu sınavda farklı bir soru grubu ile karşına çıkacak hoca, çan eğrisinin kıl payı altından kalman vs. gibi nedenlerden yine de dersten kalabilirsin. çok belirsiz şeyler bunlar. aslında emeğine saygısızlık etmek niyetim değil, çalıştığını gördüm lafını samimiyetle söyledim vs. vs."

    aslında çok belirsiz bir düzlemde, duygularımdan uzak, kalıp cümleler kuruyorum. hislerde çok büyük derinlik varken, dil, bu büyük düzlemde çok ince bir çizgide ilerliyor. çoğu alan boş kalmış.

    http://postmodernizm.blogspot.com.tr/…rsizligi.html

  • genelkurmay, mit, mgk ya da milli savunma bakanlığı toplantısında değil muhtarlar toplantısında edilmiştir.

  • spor medyasında beğenilen birisinin gençlere bu şekilde örnek olmaması lazım gerçekten. yazın rakı içiyorsun masada kavun yok gerçekten olmaz.

  • ben böyle iddialı haber başlıklarına bayılıyorum.
    kuantum fiziğinin epigenetiğin konuşulduğu dünyada illüzyonistin sırrı çözülemiyormuş. coca cola'nın formülü de bulunamıyor bunlara göre.

    göllerde ötrofikasyon yapan nano kirleticileri bile tespit edebiliyoruz ama kolanın formülünü öğrenemiyoruz.
    vizyon sığır vizyonu olunca her şey çözümsüzleşiyor elbette.

    gelelim konumuza.
    bu taiwan'lı illüzyonistimizin adı/takma adı “yif magic"

    yaptığı gösteri yeni değil daha önce criss angel tarafından yapılmış sıradan bir illüzyon gösterisi. bu gavurların "yan karakterli illüzyon" dedikleri illüzyonistler arasında saygınlığı olmayan bir şov. herkes neyin ne olduğunun farkında sadece kayıtlı videoyu izileyenler bir illüzyon yaşıyor. aynalar, çift katlı ceketler, figüranlar ayarlanıp doğru açıdan çekim yapıldığında böyle ilginç sayılabilecek görüntüler elde edilebiliyor. bunlarla uğraşmak istemiyorsanız ve hepten illüzyonistlikten çıkacaksanız o zaman yine bu gavurların computer generated effect * dedikleri şaşırtıcı görüntüyü sonradan ekleme yöntemini de deneyebilirsiniz. şuradaki gibi mesela.

    he diyeceksin ki adam illüzyonist elbette bir numarası olacak. sihir yapacak hali yok.
    elbette haklısın kamilciğim lakin ben bunun saygın bir illüzyon gösterisi olmadığından dem vuruyorum zaten. olay ekipman ve figüran kullanarak şaşırtmak ise o zaman en kral illüzyonistler aksiyon filmi yönetmenleridir.

    öte yandan en başında değindiğim üzere adamdan ziyade beni gaza getiren haberin başlığı oldu.
    bu çağda sırrı çözülemeyen tek şey, herhangi bir otorite karşısında sorgulama bilinci kapanan toptan cahilleştirilmiş bir halktır.

    böylesi bir zihin felcinin sırrı kolaylıkla çözülemez.

  • zamanında istanbulda iyi bir üniversitenin iyi bir bölümünde böyle neşeli herkesle gülen sohbet eden sınıf arkadaşımız bir kız vardı. sınıftan bir erkek de muhtemelen hayatında ilk kez bir kızın böyle davranmasına denk geldi. bu kızı tam 4 yıl takip etti, yurduna kadar falan giderdi. o zamanlar böyle kadına şiddet falan olayları pek yoktu, o yüzden olay aşırı büyümedi. ama ne oldu, o güzelim kız, bu adam yüzünden bir sevgili bulamadı belki okul dışından gizli saklı bir sevgilisi olmuştur. özet olarak bir gülüşü, kibarlığı yanlış anlayıp neler yapacak tipler kaynıyor.

  • gökyüzü sonbaharda normalden daha derin, daha doygun bir mavi olarak görünür ve bunun birkaç sebebi var.

    daha düşük nem
    sonbaharda sıcaklığın düşmesine bağlı olarak düşük bağıl nem oluşur. hava sıcaklıkları soğudukça, havanın alabileceği nem miktarı azalır. daha az nem, daha az bulut anlamına gelir ve eylül, ekim ve kasım aylarında bulutlarla işgal edilmiş gökyüzü, bu bulutları püskürtmeye başlar. puslu olan mavi renk tonu daha saf görünmeye başlar ve gökyüzünün kendisi de daha açık ve geniş görünür.

    düşük güneş pozisyonu
    sonbaharda güneş, dünya’nın eksen eğikliğinden ötürü gökyüzünde daha alçaktadır. güneş artık doğrudan tepede olmadığından, gökyüzünün çoğunun güneşten önemli ölçüde uzak kaldığını söyleyebiliriz. rayleigh saçılması gözlerimize daha fazla mavi ışık yönlendirirken, güneş ışığından gelen kırmızı ve yeşil seviyelerini ise azaltır. bunun sonucunda daha temiz ve doygun mavi bir gökyüzü oluşur.

    sonbaharda renk değiştiren yapraklar
    sonbaharın kırmızı, turuncu ve altın renkli yapraklarının varlığı aslında gökyüzünün maviliğine renk artışı sağlar. renk teorisine göre, birincil renkler, tamamlayıcı renkleriyle zıt olduklarında daha parlak görünürler. bu nedenle, bu yaprak renklerinden herhangi birini açık mavi bir gökyüzünün fonunda görmek, gökyüzünün mavisini daha fazla patlak olarak görmemize neden olur.

  • "babanın dışarıya karşı iyi olması" da denebilecek, insanı "lan benimle neden böyle konuşmuyor acaba?:/" demeye iten, can sıkan ve üzen bir durum.

    28 yıllık hayatımda tek kelam etmedik kendisiyle, yok yani adam konuşmuyor arkadaş, şimdi dönüyorum bakıyorum geriye, bana öğrettiği bir şey yok, ne öğrendiysem kendim öğrenmişim, tek kelime etmemişiz, ne güncel olaylardan ne benim yapmak istediklerim ve yapamadıklarımdan konuşmuşuz, yemin ediyorum başkalarının babasına imrenmekle geçti ömrüm.

    evde annenize hayatı zehir eden bir insan düşünün, ben ayrı yemek yiyordum mesela zamanında, en son ne zaman yemek yedik birlikte hatırlamıyorum bile, ama gel gör ki bazen onunla karşılaşıyordum arkadaşlarımlayken, adam gelip "n'aber mustafa? nasıl gidiyor, hallettin mi okul işlerini? kariyer planın ne?" diyordu, adsljfaksjfka, tepkim bu oluyordu, şu ana dek bana "n'aber" bile dememiş bir insan arkadaşımın hayat hikayesini sordu 2 dakikada.

    cidden çok üzücü bir durum, adam evde fırtına estiriyor, dışarıda melek, "sevilen, cana yakın" insan imajıyla tanınıyor, lan dışarı çıktığım zaman "bu benim babam mı lan acaba, ne kaçtı bu adamın içine?" dediğim zamanları hatırlıyorum, evde yüzü gülmeyen insanı "ooo bilmem ne abi hoş geldin, nerelerdeydin özlettin kendini" diye karşılıyorlardı, "vay babayın kemüğüne, bu ney lan:/" diye tepki verip susuyordum.

    sendedir problem, baban iyi bir insan, güzel konuşur diye aldığım tepkiler buradan cape town'a yol olur, he ya biz kötüyüz, hayırsız evlat:/

  • paranla rezil olmaktır istanbul’da yaşamak. taksiye binmek için bile bazen insanlarla kavga etmektir.
    200 tl’ye kahvaltı yapmak için sıra beklemektir.
    haftasonu sahile gidip kalabalıktan havasız kalmaktır.
    trafikte önün doluyken kıçına bir arabanın yapışıp seni selektör manyağı yapmasıdır. 70 m2 komşu bina manzaralı evlere 3000 tl kira vermektir.
    mecbur olmadıkça burada yaşayana allah akıl fikir, mecbur olup burada yaşayana da allah sabır versin.