hesabın var mı? giriş yap

  • işte o kader mahkumlarının suçları;

    1- bilinçli taksir ile öldürme.

    2- her türlü nitelikli yaralama. (sonucu ölüm de olabilir)

    3- nitelikli hırsızlık.

    4- nitelikli dolandırıcılık.

    5- nitelikli yağma / gasp.

    6- çete faaliyeti.

    7- güveni kötüye kullanma. (iç etme, hacılama)

    8- karşılıksız yararlanma.

    9- mala zarar verme.

    10- hakkı olmayan yere tecavüz.

    11- haneye tecavüz.

    12- fuhuş, pezevenklik.

    13- çocuklara müstehcen yayın verme/satma.

    14- tehdit.

    15- alıkoyma.

    16- kaçakçılık. (insan kaçakçılığı dahil)

    17- sahtecilik (ilaç, ürün sahteciliği, evrakta sahtecilik dahil)

    18- rüşvet, irtikap.

    19- firar.

  • avrupali kiz sokaga ciktiginda turkiyedeki kadar sapikla, namussuzla karsilasmadigindan haliyle verecegi tepkiler daha iliman oluyor.

    kardesim turkiye'de cocuklara, hayvanlara tecavuz ediliyor her gun; kizlar tedirgin, asik suratli gezmesin de napsin? sapiklara yuz mu versin?

  • “akşam namazımı kılmadan önce melissa’mın odasında yanına yatıp resim çektim ve sizinle paylaşmak istedim, bu kadar. yaşadığım dini gösterip biraz da olsun buna özendiriyorsam ne mutlu bana” yazmış.

    valla yavrucum zengin ve evli biriyle yasak aşk yaşayıp gününü gün ederek, kolay yoldan paraya kavuşarak zaten kızlarımıza yeterli özendirmeyi gerçekleştirdin.

  • duydum ki spotify'a gelmiş, o zaman eski köprünün altına geri gidelim. bir itirafla başlayayım. ben bir her şeyi yak dumancısıydım. duman'ın adını sanını bilmezken bir gün yatakhanede her şeyi yak'ın ilk notalarını duydum ve daha o anda vuruldum. o zamanlar yeni yeni "türkçe rock mı olurmuş lan" ruh halinden "aslında oluyormuş abi" haline geçiş yapıyordum. o şarkı öyle bir kazık çaktı ki önce piyasayı takip ettim, daha sonra erkin koraylara, cem karacalara giden yollar açılmıştı hem de sezen aksu'dan başlayarak türkçe pop tarihine bir giriş yapmıştım. tabii ki "her şeyi yak dumancısı" periyodu çok kısa sürdü çünkü koşa koşa belki alışman lazım kasedini alıp, duman'ı tamamen keşfettim. grubun daha önceden bir albümü olduğu öğrendiğimde ise hemen cd'sini bulup defalarca dinledim.

    duman'ı ikinci albümü ile tanıdıktan sonra eski köprünün altında'ya baktığımda beni şaşırtan ilk şeyin daha renkli tonlar içeren albüm kapağı olduğunu hatırlıyorum. tabii ki de bu bir tesadüf değil. albüm kapağındaki renklilik duman'ın albümüne de yansımış. mesela seni kendime sakladım çıktığında "çok güzel ama tıpkı bir önceki albüm gibi" demiştim. ama aynı cümleyi hiçbir zaman "eski köprünün altında"yı kullanarak kurmadım. bu albümdeki o farklı tınılar, küçük deneyler daha sonraki albümlerde olmadı. belki duman'ın şarkıları daha gelişti, daha iç acıtıcı oldu, daha vurucu oldu ama bu renklilik bu albüme özgü. bunu bir kere kabul edelim.

    renkliliğin nedeni duman'ın kendini bulmaya çalışıyor olması diyebiliriz. hatta bu renklilik albümün hem artısı hem eskisi. albüm bazen seni bir uçtan (dönek) bir uca (istanbul) fırlatıyor. bazı denemelerde çok iyi (hayatı yaşa), bazıları özgün değil (senin gibi), bazıları da basbaya garip (dağlar bağlar). duman'ın ikinci albümü ile aşinası olduğumuz anadolu etkili müzik, halktan gelen sözler, efektsiz saf rock'n'roll, politik dokunuşlar, aşk acısı bu albümde de var ama albümün farklı farklı bölgelerine saçılmış. bir torbanın içinde konulup bir bütün olması için daha vakit olduğu bariz.

    ama müzisyenler enstrümanlarında o zamandan çok iyiler. kaan tangöze, bildiğimiz tanıdığımız vokal tarzını daha bu albümden bize sunuyor ama arada denemeler yapmayı da ihmal etmiyor. hatta daha sonraki albümlerde zaman zaman abarttığı şarkı söyleme stilini burada oldukça tadında kullanmış. her kelimesi anlaşılıyor. batuhan mutlugil'den köprüaltı ve hayatı yaşa'nın introları dışında çok da akılda kalıcı bir rif duymasak da gitaristin genel olarak performansı çok iyi. ari barokas bence bu albümde çok öne çıkmasa da kendisinin sağlam bas yürüyüşlerine dikkat vermek lazım. alen konakloğlu da görevini layıkıyla yerine getirmiş.

    albümün en büyük hiti olan köprüaltı ile açılışı yapıyoruz. başta da dediğim gibi şarkının ilk kıtasındaki enerji ve pozitiflik bundan sonraki hiçbir albümde olmayan bir seviyede. hatta ilk kıtada her mısradan sonra duyduğumuz gitar melodileri sanki üflemeli çalgılarla çalınmış gibi. o dönem duman ile aynı müzik şirketinde olan athena'dan duysak şaşırmayacağımız bir tarz. nakarattan önceki "denizler aştım geliyorum" diye başlayan kısımda ise aşina olduğumuz bir kaan tangöze performansı dinliyoruz. nakarat ise bir duman klasiği. konserlerde, evde, sokakta, her yerde bağıra bağıra söylenecek bir nakarat. benim değil ama kemancıya yetişen bir üst jenerasyonum için nostaljik anlamı ile daha bile etkileyici hale geliyordur elbette.

    bebek kıtaları ve nakaratı arasındaki uçurum ile dikkat çeken bir eser. kıtalarda yavaş yavaş çekilen bir ok gibi bas gitar ve davul ikilisi bizi geriyor. buna palm muted çalınan gitar katkıda bulunuyor. kaan tangöze de "dudakları ıslak ıslak öpmek gerek" diyerek iyiden iyiye gerginliği arttırırken, nakaratta yaydan fırlamış ok gibi bir anda "gitmee yalvarırımmm" diyerek bahsi gelen bebeğin kölesi oluyoruz. nakaratın vokal bakımından klasik türk müziğinden oldukça etkilendiği oldukça açık. böyle iki farklı hissiyatı aynı şarkıda sırıtmadan bir araya getirebilmesi duman'ın başarısı.

    albümün üçüncü şarkısı hatun duman'ın bundan sonraki albümlerinde ne yapacağını en iyi hissettiren şarkı. özlemden ve sevgiden bahseden albümün ilk iki şarkıdan sonra konuyu değiştirip "hatun sıkıldı mı salacaksın anam" moduna giren şarkı tangoze'nin vokal tarzı olsun, gitarın çalınış tarzı olsun daha yerel motiflerle süslü. fikir olarak kötü bulmasam da nakarata kadar olan bölümü biraz yavan buluyorum. kanımca yapmak istedikleri bu tarzı sonraki albümlerinde daha iyi yapmışlar. lakin nakaratta kaan tangöze'nin sesine verdiği o kirletme ve altyapı olarak daha grunge bir hale dönmesi beni cidden çok etkiliyor. nakaratı yüzünden döne döne dinleyebileceğim bir eser. grup da bunun farkında ki nakaratı bir kaç kez tekrarlayarak güzel bir bitiriş yapmışlar.

    halimiz duman duman diskografisinin ilk ballad'ı oluyor. ilk kısmı eline gitarını almış bir ozanın yüreğinden dökülenler. o kadar aşktan, sevgiden bahsettikten sonra albümün daha genel konulara değinmesi çok iyi. unutmamalı ki duman, türk müziğinde aşktan bahsetmemeyi (hem de ender olarak çok iyi bir şekilde) beceren nadir gruplardan biri. bas ve davulunun da dahil olmasıyla açık açık "sevgi aşk, hepsi yalan" diyorlar (ama bir yandan da sevgiden bahsetmeden duramayan bir gruptan bahsettiğimizi unutmamak lazım). sonlara doğru gitarın ve davulunun yaptığı numaraları çok beğeniyorum. rakılık rock işte. arabeskle dirsek teması olsa da daha çok anadolu toprağından beslenen, rock altyapı ile güçlenen bir şarkı.

    dağlar bağlar "eh, meh" diyeceğimiz bir eser. "başlık parası konusuna komik bir şekilde değinmiş" desen komik değil. "sosyal mesaj veriyor" desen o da değil. anadoludan beslenmek güzel de koçları, kuzuları, tarlayı satmak gibi konulara böyle bir şeye girecek tipi hiç olmayan üç adamın değinmesinin numarası ne bilmiyorum. barış manço da böyle konulara değinirdi ama galatasaray'da, belçika'da okumuş o adamın bu tarzı, yaptığı anadolu rocktan, giydiği kıfayetlerden, söyleme şeklinden ötürü inandırıcı geliyordu. seattle görmüş, kemancıda takılan adamlar kurttan, kuzudan bahsettiğinde ise kimya tutmuyor. müzikal olarak da pek bir albenisi yok.

    hayatı yaşaya ise dil uzatanın dilini keserim. bir kere ne kadar güzel bir introdur o yüce tanrım (kıps). kıtalarda tangöze'nin sesine verilmiş ince efekt de hoş bir deney olmuş. peki o nakarat? o ne enerjik, ne kıpır kıpır bir nakarattır yarabbim (kıps). ikinci nakarattan sonra introyu biraz daha farklı düzenleyerek çalmaları da tatlı üstüne krema gibi. şarkının kendisi acayip güzel, lafım yok. ama değinmek istediğim şey bu şarkının sözleri. good old laik days. daha sonra dinci eleştirisi yapmak için bir duaya gönderme yapan duman bol bol tartışılmıştı. gel gelelim duman o dönem çok popüler olmadığı için açık açık "inanma, öbür dünya yok, yalanlara takılma, hayatı yaşa" diye şarkı soylemesi arada kaynadı. duman popülerleştikten sonra "ya bak zamanında neler demişler" diye bir linç girişimi de hatırlamıyorum. duman'ın dediklerine katılırsın, katılmazsın ama bu konulara girme cesaretine sahip olan üç-beş gruptan biri hep duman oldu.

    özdemir asaf'ın meşhur şiirinin adına konan yalnızlık paylaşılmaz albümün iyi şarkılarından. daha önce pek değinmedim ama ari barokas'ın kıtalarda yaptığı bas numaraları başarılı. nakarattaki tadında sertlik tangöze'nin seni kendinle yüzleştiren "hiç mi yalnız kalmadın?" sorusunu daha etkileyici kalmış. şarkının tonundaki delikanlı havayı tam kararında buluyorum. "inceden hatırlarım", "aman abi bulaşılmaz", "bu mesafe bizi bozar" gibi tabirler çok kolay bir şekilde klişe ya da yapmacık gibi görülebilecekken şarkının havası sayesinde cuk oturmuş.

    albümün en tartışılan şarkısı dönek olsa gerek. duman'ın bugüne kadar yaptığı en farklı şarkı. 90'ların parıltılı pop/rock gruplarından (misal the cardigans) birinin kaydettiği bir eser gibi. türkiye'de bir örneği olduğunu sanmıyorum. gitarda kullanılan efektler, şarkı söyleme tarzı vesaire çok farklı. takdir ediyorum. sözlerine de ayrı parantez açmalı. düz yazı gibi okuduğunda oldukça iyi. 80 sonrası apolitik/batıcı diye yaftalanan gençliğin "tamam bizi eleştirin de iyi/kötü bir çizgimiz var. siz ise döneksiniz" sözlerini çok önemli buluyorum. amaaa... çok kötü bir şarkı ya. bu parıltılı rock ile bu sözlerin doğrudan ya da ironik olarak hiçbir alakası yok. o gevşek şarkı söyleme tarzı degindikleri karaktere uyuyor belki ama dinlemesi çok zor.

    dönek'ten sonra 180 dönüp kısacık, neredeyse punk diyebileceğimiz istanbul'u dinliyoruz. canavar gibi şarkı. neredeyse herkesin istanbul'a karşı duyduğu sevgi/nefret ilişkisini çok iyi anlatıyor. içip içip bizi döven, bize söven, kanımızı emen bu şehre hangimiz hala büyük bir sevgi ile bağlı değiliz ki? şarkıdaki hızlı ve daha yavaş bölümlerin de istanbul'un bu gitgelli kafasını temsil ettiğini söyleyebiliriz. nokta atışı şarkı.

    albümün kapanışını yapan senin gibi, duman gibi ama değil de gibi bir şarkı. sakin sakin ilerlemesi güzel. şarkıda bahsedilen "ilahi aşk"a da uymuş. duman gibi olmayan kısmı ise nakaratı. kaan tangöze'nin "seninleee", "hep böyleee", "senin gibiiii" tonlamaları o dönemlerde kendini duyuran yeni nesil türk rock gruplarından çok farklı değil. hatta şarkıyı hiç bilmesem ve nakaratı duysam "acaba bu şarkıyı harun tekin ya da gökhan özoğuz mu söylüyor?" derdim. sadece vokal değil, gitar solosu, davulunun çalınması, bas gitar, hepsi daha klişe bir alternatif rock grubu havasında. bu olumsuz bir eleştiri değil aslında. ama ara ara duman albümü gibi hissettirmeyen bu albüm, sanki bir konuk sanatçı ile sona ermiş gibi.

    bir ilk albüm olarak oldukça iyi bir eser. ilk denemede köprüaltı ve hayatı yaşa gibi iki şaheseri yapmak öyle her yiğidin harcı değil. halimiz duman ve yalnızlık paylaşılmaz gibi yürek delen eserleri ilk denemede yazabilmek de büyük iş. sallantıda olan şeyler de var elbet yukarıda belirttiğim gibi. ama şöyle düşünelim: eğer duman bu deneyleri yapmasaydı da belki alışman lazım gibi bir şaheseri deneylerle mahvetseydi daha mı iyi olurdu? olmazdı elbet. eski köprüaltına belki hiç gidemeyeceğim ama duman sağolsun orada kimseler görmeden buluşup, mehtaba karşı uzanmanın nasıl bir his olabileceği hakkında bir bilgim var.

    3,5/5 verdim gitti
    albümü en iyi anlatan şarkılar: köprüaltı, hatun, senin gibi

  • hafta sonu tatilinin 1938 yılından önce tarih boyunca hiç var olmadığını ve bu tarihte nasıl ortaya çıktığını biliyor muydunuz?

    1903 senesinde kurulan ford otomobil fabrikasının kurucusu ve dünyanın ilk seri üretim bandının mucidi olan henry ford 1926 yılında sizce neden fabrikalarındaki tüm işçilerin cumartesi ve pazar günü tatil yapmalarını kararlaştırdı? işçilerini çok sevdiği için yaptığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.

    ford'un şeytani bir planı vardı ve bu konuda başarısız oldu dersek maalesef yanlış olur.

    henry ford birçok otomobil üretiyordu ama bu otomobillerini dilediği sayıda satamıyordu. ucuza mal ettiği otomobillerini çalışan kesime satabilmesi için o insanlarda otomobil sahibi olma ihtiyacı oluşturması gerektiğini biliyordu ama sürekli çalışan ve iş dışında vakti olmayan çalışanlarının da otomobil almaya ne istekleri vardı ne de o otomobilleri kullanmaya zamanları...

    dolayısıyla henry ford araç satışlarını kat kat arttırıp zenginliğine zenginlik katmadan önce insanların otomobillerini kullanabilecekleri vakte sahip olmadıklarını fark etmişti. bu sebeple "hafta sonu" kavramını çıkarması gerektiğini anlamış ve kendisi bunu başlattığı anda diğer sektörlerdeki fabrikalarda çalışan işçilerin de doğal olarak bu hakkı isteyeceklerini düşünmüştü. hatta kapitalizm düşmanı olan en katı sendikaların bile bu uğurda mücadele vereceklerini düşünmüştü.

    zira ford'un tahmini doğru çıkmıştı. neticede ford önce bu hakkı tüm çalışanlarına vermişti ve ford'un işçilerinin bu hakka kavuştuğunu gören amerika'daki diğer tüm işçiler ve işçi sendikaları da verdikleri tüm mücadelelerin sonucunda aynı hakkı kapmayı başarmıştı ve amerika'da çıkarılan 1938 yılındaki ilgili yasayla hafta sonu tatili hakkı amerika'daki tüm işçilere resmi olarak tanınmıştı. bu hak, tıpkı ford'un fabrikasından tüm amerika'ya yayıldığı gibi amerika'dan da tüm dünyaya yayılmıştı. bu, elbette emekçiler açısından çok önemli bir kazanımdı fakat henry ford için çok çok daha büyük bir kazanımdı, onun derdi asla işçilerin dinlenme hakkına kavuşabilmelerini sağlamak değildi. tek derdi kendi zenginliğine daha çok zenginlik katabilmekti.

    ve düşündüğü ve plandığı gibi önce kendi işçileri arasında, sonra da tüm amerika'da işçilere haftada 2 gün hafta sonu tatili verilmesinden sonra otomobil satışları kat kat artmıştı çünkü işçiler gezip eğlenecek vakti bulmuşlardı, daha çok yemeğe gider olmuş, daha çok kıyafet almaya gider olmuşlardı. dolayısıyla bu tüketim çılgınlığı sebebiyle her biri otomobile ihtiyacı olduğuna inanmaya başlamıştı. parası yetmeyenler dahi bankalardan faizli kredi çekip otomobil almaya başlamıştı. diğer yandan da daha çok tüketmeye başladıkları için daha çok paraya ihtiyaçları olmuş, daha çok paraya ihtiyaçları olduğu için de daha çok çalışmak zorunda kalmış ve daha çok üretmek zorunda kalmaya başlamışlardı.

    işin en ironik tarafı ise ford, bu hakkı işçilerine verirken otomobil almak isteyecek olanların sadece kendi işçileri ile sınırlı kalmayıp aynı hakkı protestolarla elde edecek olan amerika'daki ve dünyadaki diğer tüm işçileri de kapsayacağını biliyordu zira onun esas amacı da sadece kendi işçilerine değil, ülkenin tümüne ve hatta ülkenin dışına dahi otomobil satışı yapabilmekti ve tüm bu hedeflerinde başarılı da oldu.

    bu hakkı elde ettikten sonra artık tüm hafta çalışıp üreten işçiler hafta sonu tatillerinde bol bol gezecekler ve kendi ürettiklerini bolca tüketeceklerdi, hatta bunun için üstüne bankalara borca da gireceklerdi. emekçiler tükettikçe büyük patronlar daha çok kazanacak ve daha çok üretme fırsatı bulacaklardı ve daha çok ürettikçe de daha çok satış yapabileceklerdi. yani bu kısır döngü zengin patronları daha çok zengin edecekti.

    henry ford, bu algı yönetimi operasyonu sonrası amerika'daki tüm işçiler tarafından bir kahraman olarak anılmaya başlanmıştı ama ne onun derdi işçileri düşünmekti ne de işçiler bu durumun farkına varabilmişti.

    tüm emekçilerin bugün de hâlâ var olan bu hakkının varlığının devam etmesi gerektiği fikrine ben de şahsen sonuna kadar katılıyorum ama aynı zamanda böylesine önemli bir hakkın çıkış hikayesinin böylesine acı bir gerçeğe dayanmasının da çok yürek burkan bir olay olduğunu düşünüyorum.

    sözlerimi fransız yazar paul lafargue 'ın şu sözleri ile bitirmek istiyorum: "işçilerin, kendilerini öldürürcesine çalışma ve yokluk içinde sürünerek yaşama gibi çılgınlığı karşısında, kapitalizmin büyük üretim sorunu üretici bulmak ve onların gücünü iki katına çıkarmak değil, tüketici bulmak ve bu tüketicilerin isteklerini kamçılamak ve onlarda sahte gereksinimler yaratmaktır artık."