• kurt vonnegut'un kitabinda sampiyonlarin kahvaltisi bir cesit martini kokteyline verilen isimdir. sampiyonluk yer fistigi yiyip saglikli beslenerek ulasilabilen bir paye degildir bir kere. asil sampiyonluk kahvaltida martini icip ondan sonra sampiyon olmaktir. hem zaten sampiyon da magdur leydiyi* ejderhadan, zalim lorddan ya da tecavuzcu coskundan kurtarana denir. boyle rakiplere kafa tutacak adam da sarhostur.
    kitap ise oylesine naif, oylesine gercek, oylesine huzunlu, oylesine rahatlaticidir ki... bosuna adini martiniden almiyor. zaten kurt vonnegut kurgu kitaplar yazar gibi gorunup "kaybetmeyle basa cikmak" konu basligi altina kendini gelistirme kitaplari yazmis bir denyodur. saka saka... aslinda en iyi arkadasimdir. kendisiyle sikca oturup martini icip "biz kaybediyoz da sanki onlar kazaniyo" tarzi cumleler kurariz.
    kitaba donersek kurt vonnegut'a baslamak icin iyi bir kitaptir. devaminda jailbird okunabilir. jailbird kitaba devam gibi lanse edilse de ortak bir karakter vardir sadece. birinde ana karakter, birinde yan karakter. acikcasi bu karakter hemen hemen butun vonnegut kitaplarinda su veya bu sekilde bulunur.* o sebeple tavsiyem cats cradle ile devam etmenizdir. sampiyonların kahvaltisi ile hic bir alakasi olmamasina ragmen bence vonnegut'un en iyilerindendir.
    dip not: filmini izlemedim ama laf edenlere acayip gıcık oluyorum.
  • bugünlerde kurduğum mahşeri düşler yaşadığım gerçeklerden “daha” ilginç. bu her zaman için geçerli olan bir kaide olduğu için “daha” kelimesini gözünüze soktum. kurt vennoguet imzalı breakfast of champions romanını okurken düşlerin salıncağına kuruldum da öyle bir salladı ki beni kilgore trout kendime hala gelemedim.

    örneğin tuhaf bir “geliniz” daveti aldım kurduğum düşte. araf mı, cennet mi, cehennem mi ne olduğunu anlamadığım bir yere uçmaya başladım. south park bigger longer uncut'da kennynin patatesten kalbinin patlaması akabinde; önce cennete, oradan da cehenneme uçuşu gibiydi söz konusu durum. ”gel, gel” dedi bana bir tuhaf adam. bir yandan bazalt yontuyordu. alnında biriken terin yoğunluğu bazalt yonttuğuna dair bir ön yargıda bulunmama yol açtı. ”tamam da, beni niye çağırdınız buraya” dedim bazalt ustasına. birden yanımda ikinci bir ben daha belirdi. ”siktir” çektim önce. sonra baktım ki, fiyakalı bir çocuk ve aklının hakim bitki örtüsü maki olan bir akdeniz insanı gibi sevimli bir velet bu öteki “ben içre ben...” annem görse der ki “bu oğlumun idealize izdüşümü”. ona kalsa ben şimdi bir üsteğmendim, yüzbaşı olmayı bekleyen. neyse ki olmadım. böyle “paşa paşa” hiçbir şey olmamak yüzbaşı olmayı beklemekten çok daha güzeldir.

    bana bir tyler durden sıkıntısı yaşatmayacak, iyi huylu bir alter’di görüntü itibariyle. omzunda iki yıldız vardı *. az tirajlı underground dergilerden fırlamış, adam öldürmeye yatkın bir fırlamaya benziyordu. elini sıktım “ben içre ben”in. sanki hayatımda asla karşılaşamayacağım ve ulu paul austerın romanlarında ancak okuyabileceğim bir rastlantının kucağındaydım. bazalt yontan usta bize baktı. ”siz kimsiniz?” diye sordu. ve biz şöyle dedik:”biz namuslu iki biraderiz”. o bize dedi ki. ”siz doğruyu söylemiyorsunuz. bilakis; siz, dünyayı aldatan, bir hamlet eylemsizliğiyle çakılarak yerinizde, adeta yoksulların sadakasını çalarak kaçan iki ip kaçkını gibisiniz. kıçınızın üstünde oturmuş dönen dünyanın diyalektiğine aykırı yaşıyorsunuz. üretim sıfır. paylaşım sıfır. çaba sıfır. aşk sıfır. ve ben size kapıyı açmayacak ve sizi dışarıda, karın altında, suyun içinde, ebenizin amında, o açlıkla, gece vakti bırakacağım”.

    o anda brodsky kuartet çalmaya ve elvis costello da şarkısını söylemeye başladı. elvis costello çarmıha gerdi bizi, bir yandan da yaylılar çaktı da çaktı masum kalbimize soyut çivileri. bu durumu hem zevkli, hem de acı verici hale getiriyordu. ”tıpkı hayat gibi” diyeceğim ama küfür yemekten korkarım. neyse, biz o tarif ettiği kişiler değildik bence (çünkü yıllardır içini doldurduğum varoluşu benden iyi kimse bilemez...) alter ve ben bazalt yontan ustanın alnındaki tere saygı duymakla beraber, olanlara bir anlam veremiyorduk. hatta sol cebinde taşıdığı das kapitali görünce kesin bir yanlışlık var dedik bu işte. bazalt ustasına bu yanlışlığı düzeltmesini ve bizi hak ettiğimiz aydınlık yere göndermesini rica ettik. bazaltlarıyla ilgilendi kayıtsız kayıtsız. proleter kolları yılların yorgunluğunu taşıyordu. mavi gözleri çakmak çakmaktı. hayatın klitorisini keşfetmiş, emmiş ve hakkını bile vermişe benziyordu. ve bunca doygunluğa, bunca saygıdeğerliğe rağmen bir hafıza sektesi nedeniyle bizi hiçbir yerin ortasında bırakıverdi. piçtik, asiydik, testislerimizden kavramıştı bizi kader. orbital’ın bir albümü hayatımızın o anki soundtracki olabilirdi: middle of the nowhere(allahına kadar gereksiz bilgi: zamanında junk ex sevgilime aldığım bilmem ne mühim günü hediyesiydi bu albüm.)

    neyse. bazalt ustası cardigans dinler misiniz?” dedi. ”kesinlikle hayır” dedi alter. “ama lovefool şarkısı iyidir, hoştur” dedim ben. ”şansını kaybettin” dedi bazaltların tanrısı. kulaklığını çıkardı silikon memeli evvel zaman kulaklarından ve bize küfür eder gibi baktı kalbur saman gürlüğünde kaşlarının altındaki infrared gözlerinden. sustu marksist bazalt ustası. sonra o feci cümleyi söyledi. ”şu an cardigans dinliyorum. evet deseydiniz sizi orta dünyaya elf kızlarına kahvaltı niyetine oral seks yapmanız karşılığında yollayabilirdim” dedi. bunun üzerine alter’e dönüp “ulan puşt. senin yüzünden oldu. ben arada bir de olsa cardigans dinlerim. senin entellektüel gururun yüzünden kaçırdık oral kahvaltıyı.”

    breakfeast of champions’ı ıskalamıştık. iki gözüm kör olsun ki durum tam kilgore troutlukdu. kurt vonnegut jr bizimle gurur duyabilirdi. biraz abartıp bize moral vermek istese, bu romanı sırf bizim için yazdığını ve bugüne ait ütopik bir kehanetin ürünü olduğunu iddia edebilirdi. ben bunları düşünüp breakfeast of champions’daki kilgore trout’un hayali “barygofner gezegeni”nde olduğumuzu fark edip ışığın ipucunu yakalamıştım ki, bazalt yontan usta avucundaki kanı gösterdi. ”ulan şerefsizler. bakın bu emeğin kanı. utanın bundan. 24 saat antierektif bir halde oturmuş babanızın olmayan parasını yiyorsunuz. nedir bu haliniz.” sonra avucundaki kan duvara yansıdı. resmen bencilliğimizden utandık. gözlerimiz kamaştı. alter, bazalt ustanın elindeki baltamsı vurmalı aleti aldı birden bire. vurdu zavallı bazalt ve emek manyağının kafasına kafasına. bazalt ustası yığıldı yerine. das kapital’in üstüne sıçrayıverdi a rh (+) kan (er aş pozitif kanı nerde aksa tanırım). lenin kırmızısı kan bir ölüm bayrağının adi boyası gibi süzülüverdi anlamın kıpırtısızlığına. rahatsızlığım ikiye katlandı ve 26 ile toplandı (her yaşa 1 rahatsızlık). fena oldum.

    raskolnikov imitasyonu alter ise yaptığından utanmıyordu. bu kadar acımasızlık karşısında sabırlı bir şekilde, kaygılanmaksızın ve ustanın dırıltılarından kurtulmuş gibi rahat davranarak, o rahmetli bazalt ustasının hakikaten bizi tanıyıp tanımadığını merak etmeksizin, asla canlı şarkı söyleyemeyen er meydanı kaçkını bir manken şarkıcı edasında sıradaki parçanın playback'ten çalınmasını bekler gibi, drama öğretmenin eteklerindeki oyunları kendisi için boşaltıp kayıp bir mitos-velet coğrafyasında önüne sevgiyle sermesinden sonra gitme vakti gelince drama öğretmenine ”seni seviyorum gitme” diyebilen saf bir ana okul öğrencisini görmezden gelen sentimentalizm celladı gibi (o drama öğretmeni bendim ve gerçekten böyle bir öğrencim vardı. adı tuğrul. şimdi 9 yaşındadır ve ihtimal bornova’nın duvarlarına işiyordur), psikolojik yaraların üstüne tuz bastıran mazoşist bir profesyonel performans sanatçısı gibi öyle dikildi ruhsuz ruhsuz. andy warhol'un fabrika’sında yaptığı filmler gibiydi *. çok sonradan öğrendim ki ruhunu 10 dolar karşılığında bir röntgen mütehassısına satmış alter. buna müteakip ruhsuz olduğundan ne sevgi duyabiliyormuş, ne de nefret. hiçbir şey hissetmiyormuş. bart simpsonın bir bölümde başına gelen facia onunda başına gelmiş. gerçi bart ruhunu 5 dolara arkadaşı milhouse’a satmıştı ama o bir çizgi film karakteri. bu hıyar ise “ben içre benim”di benim. alçak, herkes cardigans dinler be! ah elf kızları. kahvaltılarınız bensiz, ben sizsiz. bu çekilir mi, buna tahammül edilir mi? gerçek, ayakkabımdaki bir çakıl taşı gibiydi. battıkça batıyordu. umudum yoktu. bir zenci atasözü der ki: ”umut beyaz bir kelime ve benim umuda ihtiyacım yok.” aynen öyle. ama ben zenci değilim.

    döndüm yine kaldığım yere, bazalt ustasının kaygı verici kayıp ruhundan endişe etmeye. ve tanrısı marx’ın onu kutsayıp kutsamadığını hayal ettim..ve birden nefis renkte kuşlar geldi. koskocaman kanatlarını açtılar. o kuşların güzellikleri ölümün yıkımı ve şokundan bile daha ağır bastı genital yüreğimde. offfff... kuşlar mutlulukla taşıyordu bazalt ustasını. ”kuş kardeşlerim” diyordum, ”bu ne mükemmel bir sevinç.” ve biz açlık, soğuk, aşksızlık, gece, heyula nedeniyle perişan bir halde olsak da, kapıyı çalacağız, sesleneceğiz, allah aşkına rica edeceğiz. ve bize kapıyı açacak, içeri bile alacak. derken cinai ellerimiz bazalt ustasının cenabet, marksist, allahsız, maddesellikten arınmış, spiritüel kanından arındırıldı. ve bize görünmez bir ağızdan dijital nobran bir ses şunları söyledi: ”ey can sıkıcı varlıklar, ey yaramaz adamlar ben size layık olduklarınızı iyi bir şekilde ödeteceğim. ve dışarıya bir sopa ile çıkacağım. ve belki de karın içinden sizi çekip çıkaracak ve bilge bir sopa her tarafınıza feylozofça vuracak. bütün bunlara rağmen sabırla ve sevinçle bazalt yontan ustanın acılarını düşünüp duracaksınız. vicdan azabı peşinizi bırakmayacak. onun ruhu için bunlara katlanmak ve dayanmak zorundasınız. kardeşlerim, biraderlerim, bilin, öğrenin, işte bu mükemmel bir sevinç.”

    fosforlu bir kalemle altını çizdim söylenenlerin. bir nüans kapısından geçirildim, ellerim bağlıydı. dudağımda bir radiohead şarkısı (büyük olasılık “knives out”) ve sırtımda jandarma namluları. karşı giriş kapısından (belki de çıkıştı, bu düşler aldatıcı bilemiyorum) alter belirdi. kırmızı bir kızgınlıkla karşımda dövüşe hazırlanıyordu. oysa ben sevgi, aşk ve kardeşlikten yanaydım. sevgi ve aşkı becerememiştim. tamam ama ya kardeşlik? onu becermek için gerekli olan çaba içten gelen bir kudretten kaynaklanmıyordu. basitçe çözebilirdik bu durumu. ama şeytanın avukatları kapışmamıza karar vermişti bir kere. bu “barygofner” gezegeninden kurtulursam eğer bir daha kurt vonnegut jr. okumayacağıma yemin ettim (içimdeki kilgore trout aşkı bambaşkaydı, o başka.)

    neyse. ben hikayeme devam edeyim. haki köşedeydim. ellerimin bağı çözüldü. masumca hayatımda hiç kullanmadığım zavallı yumruklarımı sıkıyordum. boku yemiştim. mağlubiyetin imkansız köşesindeydim. o ise kırmızının kızgınlık köşesinde. burnundan süzülen kızgın soluğu hissedebiliyordum. işim bitikti. bir sürüngen olduğum için reel dünya kıstaslarında benden daha cazip olan alter, bu absürd ihtilal sonucu beni benden almaya kararlıydı. gerçi beni benden alan kadınlardan fevkalade şikayetçi olduğum düşünülecek olursa alter’in karşısında uğrayacağım hezimet çok da koymazdı bana. üstelik çok da mutlu değildim dünya denen yorgun atlasta. kapıların çoğu yüzüme kapanmıştı. bir fare deliği kadar bile özerk alanım yoktu. rüzgarlar iyi esmiyordu. hayata bir sağır bakışıyla ve küskünlükle baktığım muhakkaktı. çok sevmesem de cardigans dinliyordum yalnız. bu yüzden bulunduğum nokta tam bir haksızlıktı. eğer cardigans dinliyor olduğumu belirtip beni onaylasaydı alter kardeşim, şimdi tam şu saatlerde elf kızlarının göbeğinde kahvaltılık zeytin yuvarlıyor olabilirdik. hey gidinin kaderi. oidipus’un kaderi benimkinin yanında halt etmişti (ki anasını beceren bela bir kaderdir o) ve eğer sophokles bilseydi yazgımı şerefsizim ki benim yazgımı kaleme alıp ezeli rakipleri aiskhylos ve euripides’in canına bir kez daha okuyabilirdi.

    neyse. o ürkütücü dijital nobran ses yine devreye girdi. sorular yöneltti bize. önce bana.

    “neden çalışmıyorsun?”
    “bilmiyorum.”

    “neden aşık olmuyorsun?”
    “onu hiç bilmiyorum. aşkla işim olmaz zaten.”

    “nasıl oldu da askerliğini yaptın?”
    “zor oldu valla.”

    “almanca biliyor musun?”
    “naynnnn.”

    “modern yazarlardan kimi seviyorsun?”
    “yaser arafat.”

    “dalga geçme.”
    “özür dilerim. irvine welsh'de anlaşabilir miyiz?”

    “tamam. ama norman mailer okumuş olmalıydın!”
    “burroughs ve kerouac ile vakit kaybettim.”

    “siktir et onları. biri homo. biri homofobik.”
    “çok entelektüelsiniz, bay dijital artı nobran.”

    “kes sesini. yorum yapma. etraf düzensizken kendini daha rahat hissetmek gibi affedilmez bir madde sicil kaydında var. sanırım bu mücadele senin açından epey zorlu geçeçek. pasaklı velet! eksi hanen evlere şenlik.”

    “kirliliği çaldırmak cinayettir. imza bukowski.”

    “ulan bukowski okumak zaten sicilinin en kara kaydı. o hıyar şu an cehennemde zebanilerin ayakkabılarını boyuyor.”
    “iki senedir tek satır bukowski okumadım. tükettim onu. üstelik çok da popüler oldu. okumam
    o yüzden. peki kilgore trout? o nerede?”
    “çok soru soruyorsun.”

    sorularını bitirdi ve alter’e geçti. alter sorulara dijital nobran sesi memnun eden cevaplar verdi. o kazandı. yani dostlar benim yumrukları sıkmam boşunaymış. meğerse bizi bekleyen kavga böyle metaforik bir konuşmaymış anasını satayım. o feylesofun soruları birer sopa darbesiymiş meğerse. sonuçta alter, elf kızlarının yanına gönderildi. ve ben bulunduğum yerden *olduğum yere fırlatıldım *. herkesin bir hayal kırıklığı öyküsü varmış. benim gibi başarısız, trajik oğlu trajiklere alternatif bir dünya şansı tanınıyormuş ama ben “ben içre ben”i hiç ciddiye almadığım ve onun bana fısıldadıklarını yalnızca deliliğimin bir iç sesi olarak algılayıp ciddiye almadığım için, derimin altındaki ikinci tekil şahıs son şansımı benden almış.

    yalnızım şimdi. alter’den sıyrılmışım. bazalt ustasının vicdan azabını hiç hak etmesem de yüreğimde hissediyorum. çalışmazsam ve çabalamazsam eğer, hayaleti hiç peşimi bırakmayacakmış. bu ,alacakaranlık meselini anlatırken sizlere, annem geldi odama tüm gerçekçiliğiyle. yeni bir yatak yaptı bana. odamın yerlerini sildi. parlattı. duvarları bile sildi. kirliliğimi çaldı. ayak tırnaklarımı bile kesmesinden korktum. hatta saçımı da. ”dünya konfor şartnamesi”ne göre dört dörtlük oturuyordum odamda. ve fakat öyle bir gariplik oldu ki... kapı çalındı. rahvan yürüyüşlü postacı karşımda belirdi. ”bu zarfın üzerinde adı yazan sen misin?” dedi gülerek. emin değildim ama “evet” dedim. elime zarfı tutuşturdu. içinden bir mp3 cd'si çıktı. bir arkadaşım* ona yolladığım mp 3 cd'sine bir jest misillemesi yaparak bana bir mp 3 cd'si göndermişti. içindekilere baktığımda cardigans’ın “lovefool” şarkısını gördüm. ve yemin ederim dostlar bu satırların akışına uygun bir taymingle oldu bütün bunlar. of be işe bak. etraf bunca düzenliyken kendimi iyi hissedemiyorum. bir de bu garip durum oluştu. sanırım normal halime dönmek birkaç ayımı alacak. muhabbet koyacak bir böcek bile yok odamda. özellikle işime gelmeyen sair zamanlarımda modernizmden nefret ediyorum. antik yunan'da yaşamak isterdim oysa. ritmim bozuldu yahu. bari cardigans dinleyip elf kızlarını hayal edeyim.

    dünya bir ateş, daha doğrusu artık bir külmüş benim için. ve ben o külden cehennemde yalınayak yürürken ve inanılmayacak derecede bir sessizlik varken ve tanrı o anların altını çizerken parlak ve sarı bir ışıkla, bir kaçışın hazırlığını yapmaya başlamışım. artık dünya yalnızca galilei’yi doğrulamak için dönüyormuş benim için.

    yine de söylemeliyim ve de hatta haykırmalıyım şunu: “kilgore trout sen benim her şeyimsin.”
  • kurt vonnegut jr.'un aynı adlı romanından uyarlama. güçlü kadrosuna ve başarılı anlatımına rağmen dünyada ve türkiye'de hak ettiği ilgiyi görmemiş bir film.
    oysa sadece nick nolte'nin cross dresser olarak görüldüğü sahneler için bile seyretmeye değer.
  • filmi tek başıma izlemiştim sinemada.
    koltuklar kimse oturmamasına rağmen gıcırdamıştı.
    bir tek ben beğenmiştim filmi.
  • cok begenip tavsiye etmeniz uzerine filmi gormeye giden arkadaslarinizla aranizin acilmasina ve hatta iliskinizin bozulmasina neden olabilecek tehlikeli bir film; tadina varan icin sahane, varamayan icin berbat bir film; ya sevilecek ya nefret edilecek, ancak kayitsiz kalinamayacak film, ayrica man on the moon, tim burton'in ed wood'u ve fear and loathing in las vegas... var boyle.
  • bruce willis' in para almadan oynadigi surrealist film.
  • (bkz: and so on)
  • vaktiyle roman sanatının pörsümüş dudaklarına hayat öpücüğü kondurmuş bir başyapıt. çok rahat okunuyor, ama hiç sığlaşmıyor. günümüzde bir roman, bir filmle ancak böyle baş edebilir. bu filmi bir de sinemaya uyarlamaya kalkmışlar. gerek yok ki, siz okurken kafanızda oynatıyorsunuz zaten filmi. okuyan pişman olmaz, pişman olmadığı gibi bir dolu güler de.

    şu kısım bence bu romanın yazılma nedenini açıklıyor:

    "neden bu kadar çok amerikalı, devletinden kağıt mendil muamelesi görüyor, bir çırpında harcanabilen yaşamlar sürüyordu? neden olacak yazarlar figüran oyuncularına her zaman öyle davranıyorlardı da ondan?

    gibi gibi.

    amerika'yı gerçek hayatla hiç alakası olmayan insanlardan kurulu, son derece tehlikeli ve mutsuz millet yapan şeyin ne olduğunu anlar anlamaz, öykü yazarlığından uzak durmaya karar verdim. ben hayatı yazacaktım. benim yazdıklarımda her insan başkası kadar önemli olacaktı, ne eksik ne fazla. tüm ayrıntılara da eşit derece ağırlık verecektim. hiçbir şey atlanmayacaktı. kaosa düzen getirme işlerini bırakalım başkaları yapsın. ben düzene kaos getirecektim, ki sanırım başardım da.

    bütün yazarlar benim yaptığımı yapsaydılar, edebi sanatlarla uğraşmayan vatandaşlar yaşadığımız dünyada düzen diye bir şey olmadığını ve düzen peşinde koşacağımıza, kaosun gereklerine ayak uydurmamız gerektiğini anlarlardı belki.

    kaosa ayak uydurmak zordur, ama başarılabilir. ben bunun canlı kanıtıyım: ben başardıysam, herkes başarabilir."
  • söz konusu kitabın yazar-karakter, yazar-roman ilişkilerine getirdiği yeni boyutlar memleketimiz ediplerine de esin kaynağı olmuştur.bir apartma durumu söz konusu değildir lakin insan bi garip olmaktadır pek sevdiği numaraların orjinal olmadığını görünce.
    (bkz: cem akas)
    (bkz: yedi)
    (bkz: tanrilarin da burnu kasinir)
  • kurt vonnegut'ın dwayne hoover'ın bakış açısından yaptığı kısa ve eğlenceli anlatım için,
    http://www.youtube.com/watch?v=glsrp_7adx8

    ayrıca (bkz: solipsizm)
hesabın var mı? giriş yap