• metis, geç ama güzel farkederek şiddetin topolojisi , şeffaflık toplumu , zamanın kokusu , eros'un ıstırabı vepsikopolitika yı basmıştır.

    dilinin genel okuyucular için zor olduğunu düşünüyorum. bir almanca çeviri bir de felsefi tercüme gerektirebilir bazen.
  • "teşhircilik toplumunda her özne kendi reklam nesnesidir. her şey sergi değeriyle ölçülür. teşhircilik toplumu pornografik bir toplumdur. her şey dışa çevrilmiş, ifşa edilmiş, çıplaklaştırılmış, soyulmuş, ortaya serilmiş durumdadır. teşhir etmenin aşırılığı her şeyi 'tüm sınırlarından arınmış olarak derhal tüketilmeye açık' bir meta haline getirir. kapitalist ekonomi her şeyi sergilenme mecburiyetine tabi kılar. sadece sergilemeye yarayan sahnelemedir değer yaratan, şeylerin her türlü kendine özgülüğü feda edilmiştir. şeyler karanlığın içinde değil aşırı ışık altında ortadan kaybolmaktadır: daha genel olarak bakıldığında görünür şeyler karanlık ya da sessizlik içinde kaybolmaz, görünürden daha görünür olanda yitip giderler: müstehcenlikte. "

    tanım: koreli düşünür.
  • uzak doğuluların filozofu olmamıştır. ancak analitikçi filozof da olsa bir byung chul-han'ları vardır.

    kendimce "psikopolitika" kitabındaki “sermayenin diktatörlüğü” bölümü üzerine şerhler geliştirmiş olmamla birlikte aşağıda yazanları ciddiye alınmaması gereken şeyler olarak belirtmek isterim. esasında burada kolay olanı yaptım. kitabın bu bölümünü olumsuz eleştiriye tabi tutamadığım için en kolay olan yolu (muhtemelen yetersizliğimden dolayı) tercih ettim. platon’un tabiriyle atinalılar’ın önünde atina’yı övdüm ancak kendimce övdüm.

    ******

    marx’ın proletaryası; yapılan işin büyümesi ve üretim araçlarının artması sonrası güçlenen işçi sınıfının, mülkiyet ve iktidar sahipleri ile arasında toplumsal kriz oluşacağını ve bu krizi proletarya sınıfının komünist düzeni getirmesi ile çözüleceğini ifade eder.
    ancak byug - chul han kitabında, bu krizin çözümsüz olduğunu çünkü proletarya ile mülkiyet-iktidar sınıfının ayrışmasının artık beyaz ve siyah kadar net olmadığını belirtmektedir. endüstriyel kapitalizm, komünizme geçmesi gerekirken mutasyona uğrayıp neoliberalizme geçiş yapmıştır. artık bildiğimiz endüstri yerine post-endüstri mevcuttur. bu post-endüstri, gayri maddi üretim tarzına sahiptir.
    pekala nedir bu gayri maddi üretim tarzı? bir şirket araba üretmesinin yanında birçok farklı şey de üretir. bu üretim çıktıları çoğu zaman soyut çıktılardır. esasen tek somut çıktı; arabadır. ancak binlerce çalışanı olan bir şirkette soyut çıktılar olduğunu kabul etmezsek eğer müdürün dâhil herkesin bantlarda çalıştığını kabul edeceğiz. ancak şirketlerin artık işçi sayısından fazla gayri maddi ürün çıktısı elde eden çalışana sahiptir. ortada çok keskin çizilmiş bir proletarya sınıfı yoktur. zannımca 1 mayıs’ta müdürün de eline bayrak alıp “yaşasın işçi sınıfı!” diye bağırmasında herhangi beis de yoktur hatta gülünç gelebilir; patronun da.
    peki 1 mayısta, yapılan re-aktif gösterilerin odağının ne olduğu çok net midir? türkiye gibi ideolojik paradigmaların duygusal prangaları ile hareket eden kabile gruplarının siyasal söylevleri pratik anlamda odak noktasını siyasi iktidar olarak belirliyor. ancak bu bir konumlandırmadır hatta yanlış konumlandırmadır. bu gruplar kendilerini bu sözde iktidar öznesine göre dizayn ettiği için onun basiretsizliğini paylaşmak zorunda kalmaktadır. çünkü muktedir(neoliberalizm) kendini gizlemektedir. muktedir, siyasi iktidar ile aynı vücudu paylaşmamaktadır. bilakis muktedir için siyasi iktidar bir organdan ziyada bir aparattır. maşa gibidir( bir işçi gibi çalışan maşa).
    marx, işçi sınıfının burjuvaziye karşı en nihayetinde savaş açacağını ve kazanacağını ifade eder. ancak neoliberalizmin görünmezlik sihrinin burada devreye girdiği söyleyen chul han: “ maddi olmayan üretimde zaten herkes kendi üretim aracına sahiptir. proletarya- burjuvazi ayrımı günümüzde artık geçersizdir.” der.
    marx eğer ortada görünen bir sorun olması halinde bunun diyalektik sorun oluşturacağını ve onun ortadan kaldırılması için eylemde bulunacağını söyler. neoliberalizm kendini sorun olarak tanımlatmamaktadır. bence bir metaforla bu durumu anlatmak gerekmektedir.
    bir insan kanser olmuştur. ancak kanser olduğunu bilmemektedir. vücudunda kanserin çeşitli semptomları baş göstermekle beraber bunun kanser olduğuna dair teşhiste bulunamamaktadır. peki kanser olduğunu bilmeyen biri kanserle nasıl savaşacaktır? ve bütün insanların kanser olduğunu ve bilmediğini düşünün. muhtemelen ortada kanserle mücadele edecek gruplar olmayacaktır. onun yerine bireysel olarak kendisini suçlayan, vücudunun yetersiz olduğunu düşünen insanlar olacaktır. ancak olması gereken kanserle mücadele edecek sağlık kurumlarıdır. kurumların kuruluş amaçları esasen bir “istenmeyene tepki”dir. mesela eğitim kurumlarının nihayetindeki amacı eğitmek değildir. eğitmek onun yapmış olduğu eylemdir. eğitmekle hedeflediği, eğitimsizliği ortadan kaldırılmasıdır. buna mütevellit ortada neoliberalizm sorunsal olarak tanımlanmadığı için hali hazırda tepki geliştiremediğimizden ona karşı herhangi bir kurum oluşturamıyoruz.
    chul-han neoliberalizmi, tanrının yerini aldığını da ifade etmektedir. teolojik çağ dönemlerinde, herkesin tanrıya borçlu olarak doğduğunu ve bu borca karşılık özgür hareket edemediğini artık tanrının ölmesi ile birlikte neoliberalizm karşısında her bireyin gırtlağına kadar borç içinde olduğunu ve yine özgür hareket edemeğini ifade etmektedir. aslında chul-han burada insanın özgür olmak isteyip de olamadığını değil, özgürlüğünü gidip kendi elleri ile teslim ettiğini ifade etmeye çalışmaktadır.
    pekala bu sermayenin diktatörlüğünü nasıl görebiliriz? kendimce güneşin arkasındaki tanrı metaforuyla. çıplak gözle güneşe bakma cesaretini göstermemiz halinde güneşin arkasındaki muktedir ile karşı karşıya kalacağız. marx’ın “proletarya-burjuvazi diyalektiği” ancak o zaman haklı olacaktır. muktedir görünür olunca. ama önce tüm acıya rağmen güneşe çıplak gözle bakabilmeliyiz.
  • https://www.a3haber.com/…kalma-toplumuna-indirgedi/

    şöyle bir röportajına denk geldiğim düşünür. covid-19 sonrası dünya düzenine ilişkin yerinde ve dikkat çekici tespitlerde bulunmuş. özellikle şu kısma bayıldım:

    "sermaye insan sevmez. artık insanlar için değil sermaye için iş yapıyoruz. marx sermayenin insanı üreme organına indirgediğini söylemişti. bugün aşırı uçlara taşınan bireysel özgürlük, bizzat sermaye fazlasından başka bir şey değildir. kendimizi tatmin ettiğimiz inancıyla kendimizi sömürüyoruz. ama gerçekte birer hizmetçiyiz. kafka, öz-sömürünün paradoksal mantığına dikkat çekmiştir: hayvan, kırbacı efendinin elinden çekip alır ve efendi olmak için kendini kırbaçlar. neoliberal rejimde insanlar böylesine saçma bir durumdadır. insanlık, özgürlüğünü geri kazanmalıdır."
  • "koronavirüs bizi bir ‘sağ kalma toplumuna’ indirgedi." cümlesiyle dikkat çeken güney koreli felsefeci, kültür kuramcısı.
    byung-chul han, koronavirüsle birlikte ortaya çıkan toplumu “iyi yaşama duygusunu tamamen kaybeden, hazzın da sağlığa feda edildiği bir sağ kalma toplumu” olarak nitelendiriyor.

    chul han'ın son verdiği röportajdan öne çıkanlar şunlar:

    "covid-19 şu anda insanın savunmasızlık ya da ölümlülüğünün demokratik olmadığını ama sosyal konuma bağlı olduğunu gösteriyor. salgın toplumlardaki farklılıkları ve toplumsal değişimi açığa çıkarıyor. birleşik devletleri düşünün. diğer gruplarla kıyaslandığında, çok daha fazla sayıda afro-amerikalı ölüyor. aynı durum fransa için de geçerli. paris’i düşük gelirli kenar mahallelere bağlayan metro vagonları tıka basa doluysa sokağa çıkma yasağının ne anlamı var? banliyöden gelen göçmen kökenli yoksul emekçiler temastan kaçınamaz ve covid-19 nedeniyle ölür. çalışmak zorundasınızdır. bakıcılar, fabrika çalışanları, temizlikçiler, satıcılar ya da çöpçüler evden çalışamaz. öte yandan, zenginler şehir dışındaki villalarına çekilirler..."

    "salgın nedeniyle bir biyopolitik gözetleme rejimine doğru ilerliyoruz. yalnızca iletişimimizi değil bedenlerimizi de: sağlığımız dijital gözetlemeye tabi olacak. kanadalı yazar naomi klein’a göre, krizler yeni bir kurallar sisteminin habercisidir.
    bu salgın şoku, sürekli olarak sağlık durumumuzu izleyen bir biyopolitik disiplin toplumunda, denetleme ve izleme sistemiyle bedenlerimizin kontrolünü ele geçiren dijital biyopolitikanın küresel olarak yerleşmesini sağlayacak. batı, salgın şoku karşısında liberal ilkelerinden vazgeçmek zorunda kalacak. sonra da özgürlüğümüzü kalıcı olarak kısıtlayan bir biyopolitik karantina toplumuyla karşı karşıya kalacak."

    "...ölüm korkusuna dayalı olan bir sağ kalma toplumunda yaşıyoruz...
    sağ kalma toplumları iyi yaşama duygusunu tümüyle yitirir. haz, kendi içinde bir amaç durumuna yükseltilen sağlığa feda edilir...
    hayat giderek yalnızca sağ kalma çabasına dönüştükçe ölüm korkusu da artar...
    sağ kalma histerisi toplumu fazlasıyla acımasız yapar. komşunuz, uzak durulması gereken olası virüs taşıyıcısıdır. yaşlı insanların bakım evlerinde yalnız ölmesi gerekir çünkü bulaşma riski nedeniyle kimsenin onları ziyaret etmesine izin verilmez...
    sağ kalmak için, hayatı yaşanmaya değer kılan her şeyi gönüllü olarak feda ettik: sosyallik, topluluk ve yakınlık. salgın göz önüne alınarak, temel hakların radikal biçimde kısıtlanması hiç tartışmasız kabullenildi...
    virüs bilimi ilahiyatın gücünü elinden alıyor. herkes mutlak yorum egemenliğine sahip virologları dinliyor. yeniden diriliş hikayesinin yerini sağlık ve sağ kalma ideolojisi alıyor. inanç, virüs karşısında yozlaşarak bir güldürüye dönüşüyor..."

    "...zizek virüsün çin rejimini devireceğini iddia etti. zizek yanılıyor. bunların hiçbiri olmayacak. virüs çin’in gelişimini durduramayacağı gibi tam aksi olacak. çin şimdi salgına karşı başarılı bir model olarak kendi otokrat gözetleme devletini de satacak. eskisinden daha büyük bir gururla, dünyaya kendi sisteminin üstünlüğünü gösterecek. covid-19 dünya gücünün biraz daha asya’ya doğru kaymasını sağlayacak. bu açıdan bakıldığında, virüs bir dönemin bitişine işaret eder..."

    röportajın tamamı için: (bkz: https://www.a3haber.com/…dwm5f_wabx2kmyfclrfbjmgm4y)
  • kitapları metis yayınevi tarafından basılan güney kore'li müthiş bir düşünür ve yazar. kitapları çok kısa olmasına rağmen çok karmaşık olarak algılanabilecek modern sosyal fenomenleri analiz eder, bu da kaleminin en az beyni kadar keskin olduğunu gösteriyor. okuduğum çoğu yazar için amma da uzatmış, ne var bu kadar laf kalabalığına derdim ancak byung-chul han o kadar kısa ve öz yazmış ki keşke daha çok yazsaydı diyorum. bu kadar zor konularda kısa ama vurucu açıklamalar yapabilmek saygı uyandırıcı.

    kitapları özellikle modern siyasi ve sosyal yapıları ve fenomenleri analiz etmeye adanmıştır bu yüzden sosyal ve siyasi varlık olmayı ne yaparsa yapsın reddedemeyecek olan insanın okuması gerek. bu konuda kendisinin foucault ve nietzsche tarafından etkilendiğini düşünüyorum.

    bütün siyasi güç ilişkilerini, sosyal fenomenleri gün yüzüne çıkarmalıyız ki daha anlamlı ve otantik hayatlar yaşayabilelim. bu kitapların okunduğu bir toplumdaki siyasi ve sosyal hayatı hayal ediyorum da, herşey çok farklı olurdu...
  • “disiplin toplumundan başarıya ve performansa odaklı topluma geçişte üstben, ideal-ben’e evrilerek olumlanır. üstben baskıcıydı. bütün derdi yasaklardı. ben’in üzerinde “buyurgan bir hâkimiyetin sert, gaddar yüzüyle” ve “katı, kısıtlayıcı, gaddarlıkla yasaklayıcı bir karakterle” hükmediyordu. itaatkâr özne kendini üstben’e tabi kılarken, başarıya ve performansa odaklı özne kendini ideal ben üzerinden yeniden tasarlamaktadır. itaat ve tasarım iki farklı varoluş biçimidir. üstben’den hep olumsuz zorunluluklar peydah olur. buna karşın ideal-ben, ben’i olumlu anlamda zorlar. üstben’in olumsuzluğu ben’in özgürlüğünü kısıtlar. buna karşın idel-ben’e göre kendini tasarlamak bir özgürlük edimidir. ancak ben, erişilemez ideal-ben karşısında kendini eksikli hisseder, bir kaybeden olarak görür, suçlamalara boğar. reel-ben ve ideal-ben arasındaki boşlukta bir özsaldırganlık oluşur. ben, kendisiyle kendisiyle kavga etmeye başlar, kendisiyle savaşır. kendini tüm dış baskılardan kurtarmış sayan olumluluk toplumu, yıkıcı obsesyonlar arasında kaybolur. burnout (moralmen tükenme)ve depresyon gibi psişik hastalıklar ki 21. yüzyılın başat hastalıklarıdır, hep kendine yönelmiş bir saldırganlığın izlerini taşır. insan kendine şiddet uygular ve kendini sömürür. dışsal şiddetin yerini içeride üreyen bir şiddet almıştır ki ilkinden çok daha ölümcüldür, zira bu şiddetin kurbanı kendini özgür zannetmektedir. “

    byung-chul han -şiddetin topolojisi
  • zamanın kokusu’nda, çağımızda ölümün imkansızlaştığı tezini okuduğumda şaşkınlığa uğramıştım. kitabı bitirip üstüne düşününce hak verdim. bir yanıyla doğu kültürüne sahip biri olduğundan, ölümün de hayatın bir parçası olduğu varsayımıyla yola çıkmış. kitaptan, insanoğlunun hayatını maddelere ve iletişime/ etkileşime indirgemesinin, dinginliğini yitirip carpe diem mantığından uzaklaşmasının hayatın içini boşalttığı, dolayısıyla ölüm kavramını da zedelediği sonucunu çıkarmıştım. yine de, ölmenin imkansızlığı/zorluğu gibi bir fikre daha evvel rastlamadığımdan vurucu gelmişti.
  • (bkz: güzeli kurtarmak) adlı kitabının "yaralanmanın estetiği" bölümünde taşı gediğine (insanın doğası söz konusuysa, şeklen dış görünüşün kusursuz olmasının altında saklı bir çürümüşlük olduğunu) şöyle oturtmuştur;

    punctum (roland barthes'den mülhem, fotoğrafçılık da kör alan) görmenin aralığını "kör alanı" işaretler. punctuma sahip olan fotoğraf bir saklanma yeridir. işte orada fotoğrafların erotik olması, baştan çıkarıcılığı durmaktadır:bu kör alanın mevcudiyeti (dinamiği), kanaatimce erotik fotoğrafı pornografik olandan ayırır. pornografik fotoğrafta punctum bulamam, olsa olsa beni eğlendirir (fakat hemen akabinde bir sıkıntı basar). erotik fotoğraf "zarar görmüş, çatlamış" bir resimdir. buna karşılık pornografik fotoğraf ne bir kırık ne de bir çatlak gösterir. o pürüzsüzdür. günümüzde bütün resimler az veya çok pornografiktir. şeffaftır. hiçbir görme aralığı göstermezler. gizli bir yerleri yoktur.
hesabın var mı? giriş yap