• senin de, diyaloglarinin da, agirliginin da verecegin mesajlarinda ta amina koim diyerek izlerken beynimi akittigim film.
  • her saniyesinde metafor kusan film.*

    --- spoiler ---

    eric packer'ın korumasını öldürmesi "devrimler kendi çocuklarını yer" sözünü hatırlattı, yani kapitalizmi koruyanların kapitalizm tarafından ilk yok edilecek grup olduğu mesajını vermek istemiş olabilirler. gerçi istememiş de olabilirler, bilemedim ya, delinin biri kuyuya bir taş atmış işte..

    --- spoiler ---
  • bir akademisyen, bir mühendis ve bir nükleer tıpçıyla beraber izledik, yine de bir şey anlamadık. böylesine karmaşık, böylesine sofistike.
  • 30 yaşındayım, ninja kaplumbağlar'ı, evde tek başına'yı falan sinemada izlemiş bir adamım, düşünün yani, takriben 23-24 senedir sinemaya gidiyorum, film izliyorum, şimdiye kadar hiçbir filmden paraya kıyıp da çıkmamışımdır. uyuduğum filmi ise hatırlamıyorum.

    kitap uyarlamasıymış sanırım, bu filmi uyarlayanın da, çekenin de, oynayanın da ben ta mınakoyayım. imdb puanı 8.1 diye gördüm sinemalar.com'dan, ona aldanıp gittim, şimdi, imdb'den baktım 6 gözüküyor. sinemalar.com'un da ta mınakoyayım.

    öyle bir film yani, yarısında çıkarak milli oldum, izlediğimin yarısında da uyudum, limuzinde falan 1-2 sevişme sahnesine gözüm takıldı ama nafile, 30 lira * verip uyudum lan resmen, ayıptır, günahtır.
  • cronenberg postmodern edebiyatın önemli isimlerinden don delillo'nun cosmopolis isimli romanı ile kendi kişisel yönetmenlik serüveninin amerika durağında çektiği filmlere devam ediyor. cronenberg'in yeni dönem filmleri kendisinin deformasyon korkusu döneminde yaptığı filmlerin ana motiflerini kendilerinde barındırmakla beraber meseleyi bilim kurgunun spekülatif düzleminden gündelik yaşantının gerçekçi düzlemine çekerek eski filmlerinden belli oranda ayrılmakta. bu filmlerden sonuncusu olan cosmopolis yönetmenin diğer filmlerinde yaptığı aile, birey, topluluk analizlerinin kapsamını genişleterek meselenin merkezine ülkeyi, daha doğrusu ülke ile özdeşleşen ama esasında tüm dünyayı ilgilendiren kavramları yerleştiriyor.

    filmde milyarder iş adamı eric packer limuzini ile saçını kestirmeye gitmek için yola çıkar ama amerika başkanı’nın şehre gelmesi ve ünlü bir sufi rap sanatçısının ölümü yüzünden keşmekeş halindeki trafikte ilerlemesi beklediği kadar kısa sürmeyecektir. buna ilaveten anarşi eylemleri düzenleyen grupların da etkisi ile packer’ın yolculuğu beklediğinden daha uzun ve çetrefilli olacaktır. bu yolculuk sırasında packer’ın karısı, şirket çalışanları ve tanıdığı diğer insanlarla olan ilişkisi ve dünyadaki olayların packer’ın multimilyarderlik hayatına nasıl etki etttiği seyirciye aktarılacaktır.

    packer bilgiye, bilmeye kutsiyet atfeder adeta. ona göre her şeyi bilmek, kontrol altında tutmak kendi dünyasının kararlılığını korumak anlamına gelir. zaten yuan'ın hareketini öngöremediği için tüm dünyasının değişmesi bunu kanıtlar niteliktedir. yeni milenyumda her şey birbiri ile o kadar ilişkilidir ki bu dünyada olası değişimleri öngörmeye yarayacak olan bilgi artık dünyanın en değerli cevheri haline gelmiştir. insanların akıbeti onun nasıl işlendiğine bağlıdır. bu yeni bilgi dünyasında yaşayan insanlar esasında kendi içinde tutarlıymış gibi duran ama dışarıdan bakıldığında (eğer sistemin dışına çıkmak mümkün olursa) aşırı tuhaf olduğu aşikar bir sistem içerisinde yaşamaktadırlar. diyagramlardan, göstergelerden ibaret varsıllıklarının ve kapitalist sistemin tüketicisinin kaderi olan "kendi kendini tüketen tutku"nun sonunda iflas ettirdiği haz merkezlerinden muzdarip insanlar bu yeni dünyanın aktörleri konumundadırlar.

    milenyumun insanlarının asla içinde bulundukları anı var edemediklerini ve sürekli olarak muğlak bir gelecekte var olan mutluluk ve refah umudu ile yaşadıklarını görürüz. artık onlar için şu anda sevişmekten, bir sanat ürününden veya başka bir şeyden haz almak mümkün değildir. saniyenin milyarda biri gibi bir sürede meydana gelen olayların uyaranları ile muhatap olduğu için hissizleşen insan artık hazzı kaybetmiş durumdadır. yine cronenberg'in ballard'ın romanından uyarladığı crash'te de hazzı kaybetmiş insanların libidinal enerjilerini temsil eden arabaların trafikte kaldığı, seksüel enerji temsili trafik akışının düşük hızlarda seyir ettiği zamanlarda olduğu gibi cosmopolis'te de packer gerçekten arzuladığı şey olan "saçını kestirme"nin peşinde bir yerde başka bir yere gitmeye çalışıyor ama sorun şu ki onun hazzına ulaşmasını sağlayacak olan limuzin trafikte sıkışıp kalmış durumda.

    kalbini bile ancak periyodik doktor muayenelerinden birinde o da monitör yardımıyla görebilen, eski zamanların aristokratlarının sanatı himaye edişinin de ötesinde bir ihtirasla satılık olmayan bir şapeli satın alma peşinde koşan, seksüel deneyimden sonra şoklanarak bir şekilde yaşadığını hissetmenin peşinde koşan, dijital göstergelere mahkum olduğu bir hayatın içinde gerçek bir şey deneyimlemek adına kendini ve başkalarını vurmaktan çekinmeyen eric packer kendini croneberg'in sıklıkla kullandığı bir "faydalı kaos" ortamında bulur. bu kaos ortamında kendisini tehdit eden kişi ile yüzleştiği final sekansı da muhtemelen filmin en başarılı kısmını oluşturur. ilk bölümde kafkaesk yapıyı yaratmak adına düşen temponun (ki her şeye rağmen bu kadar düşük olmaması lazım gelirdi) telafisini yapan ikinci bölümün en dikkat çekici anı olan "sıçan"ın evinde geçen final sekansı akla wall street işgal eylemlerini ve dolayısıyla da kapitalizmin yaşadığı periyodik krizleri getiriyor. hiçbir şekilde sisteme eklemlenemeyen ve sistemi çürümüş buluyor oluşundan çok sistemin bir parçası olamadığı için ona öfke duyan çalışanların büyük patrona söyledikleri "beni kurtaracağını düşünmüştüm" sözü sosyal hayatı tüketici gereksinimlerine göre şekillendiren ve o tüketici gereksinimlerinin yerine getirilmesi sonucunda mutlu olunacağı hayalini pompalayan kapitalist sistemin başarısızlığı karşısında "sayısal değerlerin tanrısı"na duyulan hayal kırıklığının ifadesi olarak tüm filmi özetler. geçen milenyumun "baba bizi neden terk ettin?" veryansının içerdiği hayal kırıklığından sonra yeni milenyumun hayal kırıklığı da sanırım bu sözlerle dile getirilmeye devam edecek.

    http://biletsiz.com/david-cronenberg-cosmopolis/
  • izledigim en kotu filmler arasinda ipi rahatlikla gogusleyebilir, birazcik calismaya bagli.

    --- spoiler ---

    bunlari da allah alsin ne bicim film cekmisler. ama takdir etmek lazim, koca bir filmi sadece uyuz olunan karakterlerle doldurmak beceri olsa gerek. sanirim sadece bir karakter bana batmamisti filmde, o da filmdeki varligi boyunca oluydu zaten ve kendisi bas karakterimiz olan ruhsuz, duygusuz, kazulet tarafindan onemsenen hatta ugrunda aglanan tek seydi. sonra ayni eleman (bundan sonra limuzin pici olarak bahsedecegiz) alakasiz birinin kafasina hobi olarak sikti o ayri konu. yemin ederim umugunu sikasim geldi boyle gereksiz bir basrol yoktur. mal ya. limuzinine cirkin cirkin kadinlari (ki bunlarin is arkadaslari olmasina ayri bir hassasiyet gosteriyor) doldurdu, hepsini eski tabirle kirletti sonra da karisi olacak diger ruhsuz, garip, gudubet rus bebegine gidip ''seninle sevismemiz lazim, isime konsantre olamiyorum, bunun icin randevu ver.'' kabilinden konusmalar yapti. yine yapti. yine yapti. kadin da her seferinde gozlerini devirip alttan alttan bakarak ''hayir, kitap okumak bana huzur veriyor, kutuphanelerde rahatliyorum, senle sevisecegime gider kitap kurdu yerim.'' cumlelerini 8 farkli dilde kurarak filmdeki tum gorevini ifa etti. vallahi baska birsey yapmadi. ama en dogrusunu yapti.

    bu tiriviri ayrintilari atlarsak, ki filmde onemli bir ayrinti da malesef yok ama ozetle limuzin picimiz tek disi kalmis canavar kapitalizmin yakisikli ama eli kanli bir vucut bulusu. herkes ondan hakli olarak tiksiniyor ve insanlarin cogu kendini belli bir politik goruse ait zannerek ama ozunde basit olarak adama, zenginligine ve yol actigi kendi fakirliklerine hakli olarak nefret duyarak onu yok etmeye calisiyor. sanirim filmin bizi etkilemesi gereken, daha dogrusu bizi etkilemesi planlanmis kismi da burada basliyor. onu oldurmek isteyenlerden birinin eline gercekten silah geciyor, limuzin pici gercekten de karsisina cikiyor ve onu vurmak isteyen adama diyor ki, ''ayipsin istiyorsan vur ama tam olarak neyden nefret ettigini ve neyi alternatif olarak sundugunu bildiginden emin misin?''

    hayir degil. filmin yapimcisi da degil. ayni sorularla salonu terk ediyoruz.

    yine de hayal kirikligi baki, insan o kadar sikintiya bir sonuc icin katlanmis olmak istiyor.

    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    cinemaximum'un azizliğinden, son 10-15 dakikasını sessiz izlediğim için, finalinde o silah patladı mı patlamadı mı halen bilmediğim film.

    --- spoiler ---
  • juliet binoche ışıldıyo resmen. film karanlıktı bir tek juliet aydınlıktı sanki.
  • david cronenberg sinema dergisine verdiği röportajda "aslında sinemamda bir değişiklik yok. hala aynı temaları dert ediniyorum" demişti. 2000'lerde çektiği filmlere şöyle bir göz atarsak kendisine hak veririz. ama bir değişiklik, önemli bir değişiklik söz konusu. cronenberg gençliğinde vücut transformasyonuna kafayı takmış birisi idi. birden bir sineğe dönüşen bir adam (the fly), oyun konsollarının bir tarafımıza girdiği bir dünya (the existenz), televizyonun geldiği noktayı özetleyen videodrome, the dead zone, shivers, rabid ve the brood... hepsinde vücut değişimine odaklanıyordu. tabi bilim-kurgu türünde. bir şekilde başkaraktere bir şeyler olur ve o karakter bambaşka birisine dönüşür diye özetleyebiliriz bu filmlerini. bir adamın ışınlanma sırasında sineğin dna'sına maruz kalıp sineğe dönüştüğü the fly, başka bir adamın bir kazadan sonra geleceği görmeye başladığı the dead zone, şizofren bir adamın çocukluğunu ve şimdiki zamanını anlattığı spider ve diğerleri. yönetmen bu vücudun değişimine harbiden kafayı takmıştı. aslında bunu hiç terk etmedi. terk ettiği şey bilim-kurgu. 2000'lerde biraz da yaşından, olgunlaşmasından ötürü bilim-kurguyu terk etmiş, gerçek hayatı anlatmaya başlamıştı. a history violence'ta zaten ezelden beri işlediği şiddetin dozunu arttırdı, şiddeti ve suç dünyasını, tabi o çok sevdiği aile temasını da yanına katarak anlatmaya/çözümlemeye başladı. ardından çektiği eastern promises ile şiddeti, erkekleri/erkekliği, suç dünyasını, yozlaşmayı, aileyi anlatmaya devam etti. "cronenberg çok değişti" denilse de aslında pek değişmemişti hakikaten. kariyerinin başından beri anlattığı vücudun değişimine burada da değinmişti. hemen akla viggo mortensen'in dövmelerle kaplı o vücudu gelsin. demek ki cronenberg'in vücuda takıntısı devam ediyor. bu filmden sonra çektiği a dangerous method gerçek anlamda kötü idi. evet, cronenberg'in mafyayı anlatan filmler çekmesine alışık değildik. o suç dünyasını crash'te anlatmış olsa da mafyayı anlatmaya hiç yeltenmemişti. bu martin scorsese'nin, francis ford coppola'nın alanı idi ve cronenberg'in bu alana birden dalması şaşırtmıştı. o yüzden bu dalış bazılarını rahatsız etmişti. gene de ben cronenberg'in bu filmleri çekmesinden memnunum, mükemmel filmler değiller ama fena da değiller. a dangerous method ise kariyerinin en kötü filmi olmuştu. aslında sevinmiştik yönetmen çok sevdiği freud'u anlatacak diye. ama içinde sağlam saptamalar olsa da yönetmen ne freud'un, ne jung'un, ne psikoanalizin, ne freud-jung çatışmasının hakkını verebilmişti. ortaya koyduğu filmin bir pembe diziden farkı yoktu ve bu, cronenberg'e yakışmamıştı.

    uzun lafın kısası. cronenberg dediği gibi aşırı değişmedi. olgunlaştı, bilim-kurgudan uzaklaştı, gerçek hayatı anlatmaya başladı ama vücut takıntısını bir kenara bırakmadı. bu filminde de bu temaya kıyıdan köşeden değiniyor. aşırı diyalog ve monologlu, neredeyse olaysız, metafor yüklü, kapitalizmi sorgulayan (sorgulamaya çalışan?), kariyeri boyunca çektiği filmlerden en çok crash'i hatırlatan bir film cosmopolis. vasat mı? evet, vasat. ama a dangerous method'tan daha iyi, diğer bir sürü filminden daha kötü. a dangerous method'tan bu denli nefret etmemin nedeni (içinde belirttiğim gibi sağlam saptamalar (freud ve jung'un ilişkisi, jung'un eşi ve sabina ile ilişkileri hakkında) olsa da) bir pembe diziden farkının olmaması. o yüzden (bütün vasatlığına rağmen) sinema kokan cosmopolis'i a dangerous method'tan daha çok sevdim ama aslında sevmedim.

    yönetmenin sevmediğim diğer filmi crash'te david lynch-vari bir atmosfer kurup (o yüzden bu filmdeki cronenberg'e "çakma lynch" demekten kendimi alamıyorum nedense) o çok sevdiği temalarını bir bir işler. insanlar öyle bir noktaya gelmişlerdir ki insanlığını yitirmişlerdir. "his" dediğimiz şey filmdeki bir kaç karakterde yoktur. hiçbir şey hissetmezler. ama hissetmek istemektedirler. yani var olduklarını, hala insan olduklarını kendilerine hatırlatacak bir şeylere ihtiyaçları vardır. mutluluk önemli değil, önemli olan insan olduklarını hatırlamak. bu kazmalar çareyi arabalarıyla kaza yapmakta bulurlar. aşırı hız-kaza-yaşadığını hisset. arabalar ve kazalar onları orgazma kadar taşımaktadır. evet, bu herifler bu denli sıyırmışlar. kazalardan sonra çoğu yerleri kırılsa da pişman olmazlar. zira yaşadıklarını hissettikleri tek an bu araba kazalarıdır. yani ölümle burun buruna geldikleri an yaşamı fark edebiliyorlar. kazasız belasız geçen saatlerde adeta ölmüş gibiler. crash böyle bir film. insanların arabalarıyla bütünleştikleri bir dünyayı anlatır. yönetmenin diğer filmi existenz ise teknolojiyi yerden yere vurur. gerçekliği sorgular yönetmen bu filminde. aslında crash'te de sorgular bu temayı. sanal hayatın içinde tüm gününü geçiren bizleri eleştirir. oyunlar, ekşi sözlük, facebook, twitter... insanı gerçek hayattan alıp sanal bir dünyaya taşıyan ve onu yavaş yavaş hayattan soyutlayan bu dönemi eleştirir.

    cosmopolis'in bu iki filmle bağları var. film boyunca eric çeşitli mekanlara girip çıksa da asıl evinin limuzin olduğunu görürüz. arabası ile bütünleşmiş bir adam. arabasını evi ve iş yeri haline getirmiş birisi. gerçekten bir iş yeri var mı, bilemeyiz, cevaplanmaz bu soru. tıpkı crash'teki gibi arabasını her şeyi haline getirmiş ama gene de tatmin olamamış bir adam var karşımızda. milyoner, gerçi parası hızla tükeniyor ama gene de milyoner birisi, kapitalist haliyle, kendisinden başkasını önemsemez, eşi dışında herkesle yatar ama bir türlü tatmin olamaz, muazzam bir arabası olsa da bu ona yaşadığını hissettirmez. bunu upuzun diyaloglardan çıkarmak mümkün. seviştiği kadından kendisine şok tabancısı ile ateş etmesini ister. belki böylelikle yaşadığını, insan olduğunu hatırlar! finalde eline ateş etmesinin nedeni de bu. "neden yaptım bilmiyorum" der ama yaşadığını hissetmek için yaptığı kesin. öyle bir noktaya gelmiş ki insanlığını unutmuş. kendi sürücüsü ve güvenlikçisini öldürür ama bir şey hissetmez. bu açılardan film akla hemen crash'i getirir. onun arabası öyle bir araba ki muazzam lafı az kalır. teknolojinin geldiği son nokta. tuvaleti bile var (ama trafikte ilerleyemez boyutundan ötürü, e ne işimize yarayacak o zaman!). her yerde ekranlar, teknolojik aletler vs. işte bu noktada da film akla existenz'ı getiriyor. teknoloji ile uyuşturulmuş bireyler eleştirisi burada da var.

    demem o ki bu film yönetmenin köklerine dönüş yaptığı filmdir. bu kez şiddeti arka plana almış yönetmen. yeni filmlerinden farkı budur. şiddet arka planda, diyalogun olmadığı sekans yok, olay neredeyse hiç yok, metafor çok, eleştiri çok. crash'te de diyaloglara ağırlık verilmişti, aslında yönetmenin her filminde diyaloglar önemli bir noktada ama hiç bu kadar ön planda olmamıştı diyaloglar. yönetmen öyle çok konuşturuyor ki karakterlerini filmi anlamak, takip etmek, o sahneler üzerine düşünmek gerçekten zorlaşıyor. imkansız değil. hayatı kapitalizm üzerine okumakla geçmiş kişiler bu filmi seveceklerdir. ama kapitalizm, kapitalizmin insanlar üzerindeki etkileri hakkında hiçbir fikri olmayan kişiler filmden pek hoşlanmayacaklardır.

    yönetmenin bence en büyük hatası diyaloglara bu denli abanması. herkes konuşuyor, kimse susmuyor, konuşulanları anlamlandırmaksa zorlaşıyor. bu da seyir zevkini etkiliyor. o yüzden salonun yarısının filmi terk etmesi gayet normal. çoğunluk bu denli ağır metaforlara, terimlere alışkın değil. vasat bir film. sevmedim. çoğu şeyi de anlamadım, kapitalizm hakkında aşırı bir bilgi birikimimin olmaması bunda etken sanırım. aslında bu film gayet etkili ve başarılı olabilirdi. kitabı okumadım ama hikaye başka şekillerde işlense idi güzel bir film olabilirdi. cronenberg "senaryoyu 6 günde yazdım" deyince şaşırmıştım. ama şaşırmamak gerek. zira filmin tamamı diyaloglardan oluşuyor ve yönetmenin söylediğine göre kitaptaki diyaloglar pek değiştirilmeden kullanılmışlar.

    cronenberg vasat filmler serisine devam ediyor. umarım yeni filmi de vasat olmaz.

    edit: fırat ataç'in beyazperde için kaleme aldığı eleştirisini epey sevdim. http://www.beyazperde.com/…/elestiriler-beyazperde/ linkine tıklayarak eleştiri okunabilir. ataç'ın dediği gibi cronenberg bir yandan deneysel bir film yapmaya çalışmış, bir yandan da köklerine dönmeye çalışmış. bu tezatlık filme zarar veriyor. ayrıca gene yücel'in dillendirdiği gibi karakterlerin birbirleri ile konuşurken aslında birbirleriyle konuşmamaları, birbirlerine sordukları soruları havada bırakmaları vs filmi epey vasat kılıyor.
  • senaryo biraz sadeleştirilse, biraz daha elemanın düşüşüyle ilgili heyecan yaratılsa ve allahına kurban olduğum paul giamatti elemanın peşinde daha aktif olup ekşın yaşansa güzel olabilecek film. ne görselliğiyle ne de metniyle kitlesini tam olarak kendine bağlayamadı film. sözüm sana cronenberg, olmamış. adam ol, bırak uyuşturucuyu falan insan gibi yaz senaryonu.
hesabın var mı? giriş yap