• zıtlaşmanın doğası birliktelikleri oluşturmaktadır. diyalektik etkileşime göre her zaman iyinin karşısında kötü durmaktadır, güzelin karşısında çirkin, kolayın karşısında zor; bu örneklerle verilmiş çatışma hallerinden birlik meydana gelmektedir. yaşamın süreğenliğini sağlayıp insan bedenini zıtlaşmanın bağlamları üzerinde ilerlemeye tetikleyen mekanizma, bu kitabın başka kulvarlardan yakaladığı gibi diyalektik süreçten geçmektedir. nietzsche de diyalektiği iki mitolojik tanrının vasıflarıyla karşılaştırıp bir sonuca ulaşmak için kullanır. yunan mitolojisinde güneş tanrısı kabul edilen apollon usçuluğu, uyumluğu, sakinliği temsil eder. onun karşısında duran aşırılığın simgesi dionysos ise ruhun kontrol edilmemesi gerektiğini söyler. ruh, mantığın malzemesi değilse gelişigüzel hareket edebilir, kimselerden akıl almak zorunda değildir. niçe, bu iki mitolojik tanrının çatışmasından bir doğal sonuca ulaşır: geleneğin ve uyumlu olmanın değerini yok yere abartan toplum düzeni, hobbes'ın klasik kitabı leviathan'ında ilk sinyallerini verdiği uyumlu toplum etiketine uygun olarak her zaman aşırılık ve kurallara fazla değer biçmeyen dionysoscu yaşam tarzına engel olmaya niyetlenmiştir. dionysos yaratıcılığın simgesidir ve herkes onun önüne geçmek, onu durdurmak, onun hareket alanını sınırlamak ister; dionysos yaratıcılığın, ruhun özgürlüğünün ve schopenhauer felsefesinin temel yapı taşı olarak geçen istencin simgesidir. dionysos'un karşısında duran apollon kimliğinin türk sinemasındaki örneklerinden biri kadir inanır'ın canlandırdığı meşhur atom fiziği profesörüdür. içindeki dionysos kimliğine ket vurdukça apollon'un baskısına yenik düşen ve son aşamada lanet olsun atom fiziğine ve mantığa diyerek kumarbazlığı ve hergeleliği öğrenmek isteyen atom mühendisi apollon'un karşısına dionysoscu işaretleri yerleştirdiğinde bir oluşumun içine girmiş olur.

    bu kitabın içindeki bakış açısının değişen değerlere uyum sağlayamadığını iddia edebiliriz. tabi akademik dili ile değerlendirilecek olursa, bugün, bu tezi, nietzsche bir makaleye dönüştürüp cogito dergisine göndermek isteseydi, referans vermediğinden ötürü makalesi hilmi yavuz ve benzeri akademisyenler tarafından geri çevrilirdi.

    kitabın içindeki yunan kültüründen fışkırmış simgeler ve isimler ve isimlerin eserleri yerine türk sanat müziğinin makamları ya da sufi geleneği ya da tarikatların simgeleri koyulacak olsaydı estetiğin düzlemi değişmeyecekti. çünkü sanat üzerindeki algı bir kere ters-yüz edilmiştir. sanat nedir: sanat, deviantart'ta sergilenen fotoğraflardır ( etiketlenmiş sanattan bahsediyoruz); yalnız, tabii haliyle aksi düşünülemeyecek bir sanat çerçevesi değildir bu. en doğal açıklamasıyla burdaki sanat, mecburi ve ister istemez kabullenilmiş bir estetik algısıdır. kastettilen, mesela bir opera dinleyicisi, operayı, kendi tuşları ve kompozisyonu içinde değerlendirip operanın kusursuzluğu karşısında ağlasa bile, burdaki dinleyicinin estetik algısı, toplu kitlenin beğenisini değiştiremez; dahası, kitlenin, makine evreninden başlayarak değişim geçirmiş göstergeleri, böyle bir beğeninin kabul edilebilir olmasına izin vermez.
  • pos bıyıklının ecce homo'da şu şekilde açıkladığı eser.

    tragedya'nın doğuşu'na (1872) karşı insaflı olabilmek için birkaç şeyi unutmalı. bu kitap başarısız yanıyla, örneğin wagner'ciliği bir yükseliş belirtisi sayıp ona yararı dokunmasıyla yaptı etkisini, giderek büyüledi. bir dönüm noktası oldu wagner'in yaşamında da: ancak ondan sonradır ki wagner adına büyük umutlar bağladılar. bugün bile, hem de bazen tam parsifal'in ortasında, bana yüklendikleri oluyor: o akımın ekin değeri böylesine yüksek tutuluyorsa, suç benimmiş. -bu yazının çok kez "musiki ruhundan tragedya'nın yeniden doğuşu" adıyla anıldığını duydum; onda yalnız wagner'in sanatını, ne yapmak istediğini, ödevini ilk olarak dile getirişimi gördüler, -yazının asıl değerli yanını gözden kaçırdılar bu arada. "yunanlılık ve kötümserlik": daha başka anlama çekilmeyecek bir başlık olurdu bu: çünkü aslında yunanlılar kötümserliğin nasıl üstesinden geldiler, onu nasıl yendiler; öğretilen buydu ilk kez olarak... tragedya'nın ta kendisi, yunanlıların kötümser olmadıklarının kanıtıdır: schopenhauer her konuda olduğu gibi bunda da yanılmıştı. -az buçuk çekimserlikle ele alındığında tragedya'nın doğuşu iyice çağdışı görünür: wörth savaşının (prusya'nın fransa'ya karşı yengisi -6 ağustos 1870-) top sesleri arasında yazılmaya başlandığı, kimsenin aklının kıyısından geçmezdi. metz surları dibinde, o soğuk eylül geceleri, bir yandan hastabakıcılık görevimi yaparken, bu soruları düşünüyordum; kitabın 50 yıl önce yazılmış olması daha bir akla yakın gelebilir. siyasayla ilgisi yoktur -bugünkü deyimiyle "almanlık dışı"dır-, tiksindirici bir hegel kokusu yayılır ondan; schopenhauer'in mortocu kokusu ise tek tük birkaç deyimine sinmiştir ancak. bir "düşün" -dionysosca ve apollonca karşıtlığı- metafizik alanına aktarılıyor burada; tarihin kendisi bu "düşün"ün gelişmesi olarak sayılıyor; bu karşı savların tragedya'da birleşimi: şimdiye dek hiç ilişkileri olmayan şeylerin bu gözle bakılınca, birdenbire karşı karşıya gelmeleri, birbirleriyle aydınlanmaları, kavranmaları... örneğin opera ve devrim... bu kitabın başlıca iki yeniliğinden biri, yunanlılarda dionysosca olayının anlaşılması, psikoloji yönünden ilk olarak çözümlenmesi, bütün yunan sanatının köklerinden biri olarak görülmesi. öbürü de sokratesciliğin anlaşılması: sokrates'i yunan çöküşünün aracı, örnek décadent olarak görüp tanımak ilk kez. "akılcılık", içgüdüye karşıt. herşey pahasına "akılcılık": tehlikeli, yaşamı yıkıcı bir güç. kitapta hıristiyanlık üstüne derin, düşmanca bir susku baştanbaşa; çünkü o ne apollonca, ne de dionysoscadır; tragedya'nın doğuşu'nda tanınan biricik değerlerin, estetik değerlerin hepsini yadsır: en aşırı anlamıyla nihilist'dir. hıristiyanlık; oysa dionysos simgesiyle, olumlamanın en son sınırına ulaşırız. kitabın bir yerinde papazlara "yeraltında yaşayan kötü, düzenci cüceler soyu" diye dokunduruluyor...

    ii

    eşine az rastlanır bir başlangıçtır bu. en derin iç yaşantıma karşılık gelen biricik simgeyi bulmuştum tarihte, -böylelikle dionysosca denen mucizelik olayı ilk kavrayan ben olmuştum. bunun gibi, sokrates'i décadent olarak tanımakla da, psikolojik kavrayışımdaki şaşmazlığın herhangi bir kişisel töre kaygısından yana hiç korkusu olmadığını apaçık kanıtladım; töre'nin kendisini décadence belirtisi diye almak, pek önemli, benzersiz bir yenilikti bilgi tarihinde. bu iki buluşumla, kuşbeyinlilerin iyimserlik-kötümserlik karşıtlığı üstüne zavallıca gevezeliklerini nasıl da aşıverdim! ilk olarak ben gördüm gerçek karşıtlığı: bir yanda, yaşama karşı alttan alta öç güden o yozlaşmış içgüdü (örnekleri hıristiyanlık, schopenhauer felsefesi, bir anlamda daha o zamandan platon felsefesi, ülkücülüğün bütünü); öbür yanda doluluktan, dolup taşmaktan doğmuş en yüksek bir olumlama ilkesi, sınırlama bilmeyen bir evet deyiş, acının kendisine, suçun kendisine, varlığın sorunsal ve yabancı nesi varsa hepsine... yaşama karşı bu en sonuncu, en sevinçli, en coşkun ve taşkın "evet" deyiş yalnızca en yükseği değildir bilgeliklerin, hem de en derini, doğrunun ve bilimin en sağlamca oğrulayıp destekleridir. varolan hiçbir şey düşünülemez toplamdan, hiçbir şeyden geçilemez. hıristiyanların ve öbür nihilist'lerin varlıkta yadsıdıkları yanlar, décadence içgüdüsünün bağrına bastığı, basabildiği herşeyden ölçülmez derecede daha yüksek bir yer tutar değerler sırasında. yürek ister bunu kavramak için; bunun da koşulu güç fazlasıdır. çünkü yüreklilik nasıl büyüklüğü ölçüsünde ileri atılırsa, güç de tıpkı onun gibi büyüklüğü ölçüsünde doğruya yaklaşır. zayıflar için, zayıflıklarının verdiği esinle, gerçekten korkup kaçmak, yani "ülkü" nasıl bir zorunluluksa, güçlüler için de böyledir bilmek, gerçeğe "evet" demek... bilip bilmemek elinde değildir zayıfların: yalansız edemez décadent dediğin, onun yaşamda kalma koşullarından biridir bu. -"dionysosca" sözcüğünün kavramakla kalmayıp, o sözcükte kendini de bulan kimse, artık platon'u, hıristiyanlığı, schopenhauer'i çürütmek istemez, kokusunu alır ordaki çürümenin...

    iii

    "tragik" kavramını, tragedya'nın psikolojisi üstüne bilinebilecek en son şeyleri ne ölçüde bulduğumu putların batışı'nda bir kez daha dile getirdim. "en yabancı, en amansız sorunlarıyla bile yaşama evet deyiş; en yüksek örneklerini kurban ederken kendi bereketinin mutluluğuna varan o yaşama istemi, -buydu adlandırdığım dionysosca diye, buydu tragik ozanın psikolojisine varmak için benim bulduğum köprü. ürküden, acımadan kurtulmak için değil, zorlu bir boşalmayla tehlikeli tutkulardan arınmak için değil, -aristotales bunu yanlış anlamıştı böyle,- tersine, ürkü ve acımanın ötesinde, oluşun bengi sevincine varmak, onun ta kendisi olmak için, o sevinç ki yoketmenin sevinci de girer içine..." bu anlamda kendimi ilk tragik feylosof, yani kötümser feylosofun taban tabana karşıtı saymaya hakkım var. dionysos olgusunun benden önce böyle feylosofca bir tutkuyla duyulması görülmemiştir: tragik bilgelik eksiktir; bunun izlerini, hem de sokrates'ten iki yüzyıl önceki o büyük yunan felsefesinden bile boşuna aradım. bir tek herakleitos üzerinde kuşkum var; zaten onun yakınında kendimi her yerden daha sıcak, daha rahat duymuşumdur hep. yokuluşun, yokedişin olumlanması -ki dionysosca bir felsefenin can alıcı noktasıdır-, karşıtlıklara, savaşa ve "varlık" kavramını kökünden yadsıyarak oluşa evet deyiş: şimdiye dek düşünülenler içinde ban en yakın olarak bunları buluyorum şüphesiz. "bengi dönüş" öğretisi, yani sınır tanımadan, sonsuza dek herşeyin durmadan yokolup yeniden doğması, zerdüşt'ün bu öğretisi daha o zamandan herakleitosca da öğretilmiş olabilirdi. hiç değilse, herakleitos'un ana düşüncelerinden hemen hepsine konmuş olan stoa'da bunun izlerine rastlanır.

    iv

    uçsuz bucaksız bir umut sesleniyor bu yazıdan. aslında, musikinin dionysosca bir geleceğinden umudu kesmem için hiçbir neden yok. yüzyıl sonrasına bir göz atalım, varsayalım ki doğanın, insanın iki bin yıldan beri kirletilmesine karşı yağınmam başarıyla sonuçlanmıştır. o zaman yaşamdan yana olacak yeniler, görevlerin en büyüğünü, daha yüksek bir insanlık yetiştirilmesini, bunun bir parçası olarak da, soysuzlaşmış, salaklaşmış herşeyin acımadan yokedilmesi işini ele alacaklar ve dionysosca durumun yeniden doğacağı o yaşam bolluğunu yeryüzünde olanaklı kılacaklardır. tragik bir çağ muştuluyorum: insanlık en amansız, ama en zorunlu savaşları bir kez ardında bırakıp, acı çekmeksizin unuttuğu an, yaşama evet deyişin en yüksek sanatı, tragedya yeni baştan doğacaktır. bir psikolog ayrıca şunları da ekleyebilirdi: genç yaşımda wagner musikisinden duyduklarımın, aslında wagner'le hiç mi hiç ilgisi yoktur; dionysosca musikiyi betimlerken, kendimde duyduğum birşeyi betimliyordum; herşeyi o içimde taşıdığım yeni soluğun diline çeviriyor, başka bir kılığa sokuyordum içgüdümle. bunun kanıtı ise -bir kanıt ne denli güçlü olabilirse öyle güçlü bir kanıt- "wagner bayreuth'da" adlı yazımdır. psikoloji yönünden can alıcı noktalarda hep kendimden söz açmışımdır; wagner adının geçtiği her yerde, hiç çekinmeden benim adımı ya da zerdüşt adını koyabilirsiniz. dithyrambos sanatçının betimlemesidir; uçurum gibi derincesine ve wagner gerçeğine bir an bile olsun değinmeksizin çizilmiştir. wagner de sezinlemişti bunu; o yazıda kendini tanıyamamıştı. bunun gibi, "bayreuth düşüncesi" de, okuyucularım için hiç de bilmece sayılmayacak birşeye dönüşmüştü: en seçkin insanların en büyük ödevlere kendilerini adadıkları o büyük öğle'ye, -belki de günün birinde yaşayabileceğim bir şenliğin görüm'üne... ilk sayfalardaki tutku dünya tarihine geçecektir: yedinci sayfada sözü edilen bakış, gerçek zerdüşt bakışıdır; wagner, bayreuth, o alman küçüklüğü, bayalığı, hepsi bir buluttur; üzerinde geleceğin sonsuz bir ılgımı parıldamaktadır. psikolojik bakımdan da, kendi yaradılışımın ana çizgileri hep bir arada bulunuşu, hiç kimsede görülmemiş bir güç istemi, düşünce alanında gözünü budaktan sakınmayan, etkinlik istemine hiç zarar vermeyen o sınırsız öğrenme gücü. bu kitapta herşey geleceği, yunan ekinin kördüğümü bir kez çözüldükten sonra, onu gene bağlayacak karşı iskender'lerin zorunluluğu... tragik duyuş" kavramına geçişteki o tonu bir dinleyin hele; evrensel, tarihsel bir tondur bu; yazı baştanbaşa dunlarla doludur. olup olabilecek en alışılmamış "nesnellik"ti benimkisi: kim olduğumu olanca kesinlikle biliyor, ama bunu herhangi bir rastlantılık gerçeğe yansıtıyordum; beni anlatan doğruların sesi ürkünç bir uçurumdan geliyordu. zerdüşt'ün deyiş'ini daha o zamandan bilmişçesine, bir kez olsun yanılıp şaşmadan betimliyorum; zerdüşt denen olay'a, insanlığın o korkunç arınması, kutsanması edimine gelince, hiç bir zaman s. 41-44 arasındakinden daha ulu bir deyişle dile getirilemez bu.

    kaynak:
    http://www.latince.net/
  • nietzsche'nin ilk kitabı olmasından ziyade klasik filoloji doktora tezi olması hasebiyle daha da önem kazanan kitabı.

    apolluncu ve dionysosçu sanattan dem vurur fridrihçiğim niçe:
    apollon ışığın tanrısıdır; "biçim"i öne çıkarır, ona vurgu yapar. tuğla üstüne tuğla koyarak "inşa" eder sanatını. örnek vermek gerekirse (bkz: hilmi yavuz)
    dionysos ise meşrebi itibariyle esriktir; "vecd" ile "devinir" sanatı. buna da örnek verelim madem. duygusal ama. lütfen (bkz: a tolga suyolcuoğlu)

    (bkz: the birth of tragedy)
  • nietzsche'nin sanat meselesine el attığı ilk yapıtlarından biridir. eser, nietzsche'nin düşüncelerinin sanata uyarlanmış hali olarak algılanabilir.sanatı iki temel kutba ayırır, birine apollon'u diğerine dionyssos'u yerleştirir. apollon, denge,ölçülülük ve güzellik simgesiyken, dionyssos coşku ve esrikliğin simgesidir. apollon gelenkeleri ve toplumsal kuralları temsil eder. dionyssos ise yaşam enerjisi ve coşkudur. psikolojik bir çıkarım yapmak gerekirse apollon superegonun, dionyssos idin bir tasviri olarak algılanabilir.
  • tragedya sözcüğünün etimolojik kökeni keçi melemesi demektir. sahnede tragedya oynarken ah, vah eden oyuncuların sesini acıklı keçi melemesine benzeten ilk izleyicilerin tragedyaları pek de beğenmemiş olabileceğini düşünüyorum.
  • keçi melemesinin seyircinin beğenmemesiyle değil,
    tragedya'nın dionysos ritüelleri için yapılan dinsel gösterilerden çıkmış olmasıyla ilgisi vardır.
    nitekim tanrı dionysos için koro keçi kıyafetleri giyer ve de şarkılar söyler idi.

    tragedya dionysos ritüellerinden doğmuştur ve de aynı adda nietzche'nin detaylı bir kitabı vardır.

    çeviren: mustafa tüzel
    ithaki yayınları.
  • almanca orjinal ismi die geburt der tragodie aus dem geist der musik olan eser.
    {takoz sözlük kullanıcıları için uyarı: sözlükte eserler genel olarak orjinal isimleri altında incelenmektedir.}
  • nietzsche için bir başlangıç eseri olabilir; ama benim için o kadar kolay değil. bu kitabı okumaya karşı özlemimi masaya yatırsam, on yıllara yayılır. sebepleri kitabı okuyanlar tarafından ön görülebilir. en son aiskhylos'tan persler, sophokles'ten kral oidipus, elektra ve antigone'u okuyunca, bi güven geldi, okuyayım dedim; ama yine gözüm kesmedi. araya bir kitap daha aldım, aklım iyice rahatlasın diye ve ardından başladım.

    bu kitabın bizlere anlattığı bir silsile var. kabaca şu şekilde: şiir / şair / müzik / koro / tiyatro / tragedya. bu silsileyi görmeyi küçümsememek gerek. düşünün, tarihte bu silsileyi ilk analiz eden kişi nietzsche.

    çok şaşırtıcı bir durum.
  • kültürün ortaya çıktığı zamanlardan beri tartışma konusu olmuş sanat mı hayat mı ikilemine kendi tarzıyla yaklaşır nietzcshe ve şöyle yazar:

    "sanatçı, hakikatin örtüsünün kaldırılışı sırasında, büyülenmiş gözlerle yalnızca, örtünün kaldırılışından sonra da hala örtü olarak kalana bakar; kuramcı insan ise yalnızca örtünün fırlatılıp atılmasından haz duyar ve tatmin olur ve en büyük haz alma hedefi, hep başarılmış, kendi gücüyle başarılmış bir örtüyü atma sürecidir."

    retoriğin güçlerini kullanarak figürler yaratmak ve sonra da bu figürler arasında, onlar aracılığıyla zihnindeki çatışma alanlarını dışsallaştırmak konusunda usta biridir nietzche, belki de bu alanda en usta filozoftur, çatışmayı sergileme stili öylesine güçlüdür ki felsefenin düşünce temelinde şekillenmiş soğukkanlılığı kaybolur ve yerini bir dostoyevski karakterinin savaş alanına dönmüş zihnine bırakır.

    buradaki mücadele de hakikat ve örtüleri hakkındadır. iki farklı tavır söz konusu: hakikati örten maya perdesinin güzelliğiyle büyülenmek ya da hakikati örtülerinden arındırmak, hakikati çıplak bırakmak. bu ikiliğin ilk tarafında sanatçı figürü, ikincisindeyse kuramcı bulunur. ön plandaki bu iki figürün gerisindeyse nietzsche'nin zihnindeki savaşın iki tarafı bulunur: bir tarafta sanatçı filozof nietzsche, diğer taraftaysa hakikat doğurtucu sokrates.

    örtünün varlığından büyülenmek, hakikati bir kat daha örtmek, süslemek, saklamak mı yoksa hakikate ulaşmak için kazı yaparken örtülerin ya da imajların göz alıcı sahteliğine aldanmamak mı? sanat mı hayat mı? imajlar mı gerçeklik mi? kadim sorular.

    nietzsche'nin kuramcı figürünün sanattan keyif alması olanaksız görünüyor bana. üstelik örtüleri kaldırarak hakikate ulaşma konusundaki merakı da son derece tatsız sonuçlara varabilir. metindeki kuramcı insan figürü daha çok bilim adamının maddeyi en küçük yapıtaşlarına kadar araştırma, parçalama, mikro boyutlarda inceleme tutkusuna yakın.

    aklımdaki soru şu: bir sanat eserini nasıl çözümleyebiliriz? bilim adamının ya da hakikat doğurtan ve sanattan da pek hazetmeyen sokrates'in yöntemiyle değilse nasıl? sanat eserinin formunu bozmadan eserin kapalılığından yine eser hakkında bir açıklığa, düşünceye ulaşmak mümkün müdür? sanatçının örtme, süsleme, biçimlendirme tarzını izleyerek, bir resmin çizgilerinde, renklerinde, bir anda gözümüze çarpan bir ayrıntısında ya da bir romanın karakterleri arasındaki ilişki kurma biçimlerinde, olayların ve diyalogların geçtiği mekanlarda ya da bir filmin olay örgüsünü takip ederek bir düşünceye ulaşabiliriz. tüm bu görme biçimleri eserin formuyla alakalıdır, anlama zorlantısı yüzünden zoraki bağlantılar kurmaya ve eserin bütünlüğünü bozmaya, ona bir barbar gibi çekiç darbeleriyle yaklaşmayı gerektirmez.

    anlamaya çalışmamak ve sadece kurguyu, resmin çizgilerini, filmin akışını takip etmek bir düşünceye varmak için yeterli olabilir. sanatçı, kafasındaki düşünceyi kurgu içinde süslüyor ve gözalıcı bir malzeme olarak önümüze koyuyorsa, kurgusal metnin dış hatlarından başlayarak, bir soğan gibi katman katman soyarak ana fikre yeniden ulaşabiliriz. bu arada hem izlediğimiz ya da okuduğumuz metinden keyif almayı sürdürebilir, hem de ana fikir dışında da pek çok yan fikre sahip olarak düşünce ufkumuzu genişletebiliriz.

    hakikati görmek için onu çıplak bırakmak gerekmez, üstelik tacizkar bir tavırdır da bu. hakikatin üzerindeki maya perdesi transparan bir elbisedir, sadece bakmayı öğrenmek gerekir.
  • yakında -belki de türkiye'de ilk defa- yunan ve antik yakındoğu müziğini ve sahne sanatlarını nietzsche tarzında ele almaya çalışırken kullanmayı planladığım muhteşem eser. efendim "müziğin ruhundan tragedya'nın doğuşu"nu nietzsche'yi okuyup da zorlananlara şiddetle tavsiye ediyorum. çünkü birçok kişi gibi ben de üstadın yazdıklarını "anlayamadığımı" yada "anladığımı fakat bir yerlere oturtamadığımı" farkettiğimde bu eserini okudum.

    ve "hangi insan dayanabilir ki pür gerçekliğe" diyen fakat gerçekliği tümüyle yakalayan nietzsche'nin nasıl hayatta kalabildiğini daha iyi anladım. malumunuzdur ki nihilist duruşu nietzsche'yi en çok karmaşıklaştıran şeydir. ve şaşırırsınız "bu adam nasıl yaşayabilmiş" diye. nitekim bir süre sonra yaşayamamış, sokakta yürürken donup kalmış, düşmüş ve yatakta tekrar konuşamadan hayatını kaybetmiştir. ancak yine de, nietzsche'nin felsefesinin en derinlerinde dionysosçu temeller yatar. ona göre binlerce yıllık ortak antik bellek, hayatın zulmüne karşı "gezginliği, eğlenceyi, zevki, tiyatro ve müziği" kullanmıştır.

    hayatın ölüme yaklaştıran unsurlarına karşı yunanlılar, kendilerine dionysos ve apollon'un merkezinde olduğu bir zevk dünyası yaratmış, yaratılan olympos tanrıları ise her bir bireyi hayata bağlanmaya çağırmıştır. bu mitolojik öğeler ve bunların sosyolojik temelleri ise büyük oranda mezopotamya ve mısır'a dayanır. fakat yunan uygarlığı sözünü ettiğimiz bu mitsel ve kültürel öğeleri daha belirgin şekilde insanın günlük yaşamına ve faaliyetlerine sokabilmiştir. nitekim özellikle heykel, müzik ve tiyatronun, kısmen de dansın günlük hayattaki etkinliği ve bu denli gelişmiş bir düzeye ulaşması da bunun yegane etkisidir. işte bu muhteşem eser, antik yunan'da sanatın sosyolojik temellerini inceleyen, nietzsche'nin yaşam felsefesini anlattığı yegane çalışmalardan biridir.
hesabın var mı? giriş yap