874 entry daha
  • nolan'ın yeni stanley kubrick olduğu yönündeki ithamları okudum ve çok komiğime gitti. uzuncadır tembellikten ertelediğim entrimi de bu sayede cortlatayım istedim.
    holivud'la hiç anlaşamayan kubrick ne kadar dikkafalı ve muhalif bir adamdıysa, holivud'un kucağında yeşeren holivud çocuğu nolan da o kadar muhafazakar bir yönetmen. eyes wide shut ile orta sınıfı, küçük burjuvaları ve aile kurumunu hiç acımadan yerle bir eden kubrick'in yanında, nolan sürekli aileyi kutsar. prestige'de de, inception'da da gerçeğin ancak aile ile yakalanacağını ve ailesi darmadağın olmuş insanın gerçeklik algısının da paramparça olduğunu gösterir. inception'daki elle tutulur tek "kubrickvari" gönderme american dream göndermesidir. yaşadığı amerikan rüyası, karısının ölümüyle parçalanmış sanatçı-işadamı-hırsız ve yersiz cobb'un tüm dünyayı dolaştıktan sonra, asıl meselesinin amerika'ya dönüş olmasının sebebi amerikan rüyasıdır diyorum ama çok mu zorluyorum bilmiyorum. keza mesele kavuşmak olsaydı, çocukları babalarını görmek için büyükbabalarıyla paris'e gelebilirlerdi bir ihtimal. ama hem amerika'ya dönmek konusundaki ısrar hem de asıl rüyanın orda devam ediyor olması akıllara en büyük ortak rüya, amerikan rüyası'nı da getiriyor tabi ki.

    yunan mitolojisinin sanatçı kişiliği orpheus, karısı eurydike'nin ölümünü kabullenemez ve onu geri getirmek için hades'e iner. hades'in karşılığı cehennemden çok araftır ve aynı zamanda o yerin adıdır. hades, orpheus'la bir anlaşma yapar ve mağaradan çıkana kadar arkasına bakmazsa eurydike'yi geri alabileceğini söyler. orpheus dayanamaz arkasına bakar ve "geriye/geçmişe bakmamalısın" dersiyle karısını sonsuza dek kaybeder. orpheus'un hatası ölümü kabul edememek, ölenle ölmek ve geçmişine bakarak ilerlemektir. hades'e indikten sonra tekrar çıktığı yeryüzünde yaşayamaz ve 3 cadı bakkhalar tarafından paramparça edilerek eti yenir. bunu lacan a göre çok kabaca yorumlayacak olursak hades le reel, yeryüzü ise simgesel'dir. doğumdan itibaren sırasıyla le reel -imgesel ve simgesel olması ve böyle sonlanması gereken evre orpheus'ta şöyle olmuştur; le reel -imgesel- simgesel-(tekrar) le reel- simgesel. bir kere sembolikten le reel'e gitmişsen, ordan tekrar sembolik dünyaya gelemezsin. semboliğin paramparça olur, deliler aleminde seyredersin. ki zaten orpheus da hades'e gidip geldikten sonra tekrar semboliğe geçememiş ve paramparça olmuştur.
    yunan mitleri, hades'i spiral şeklinde bir labirent olarak tarif eder. labirent hades demektir. bu labirente gitmek için geçmeniz gereken bazı engeller vardır ki bunların en başında pazarlık edilmesi gereken bir kayıkçı ve bazı dereler (su) gelir. sinemada su, ana rahmini anlattığı gibi bilinçaltına yapılan yolculukları da anlatır.
    eurydike'sinin ölümünü kabullenemeyen dom cobb'un filmin açılış sahnesinde bizi sudan selamlayışı da onu geri getirmek için arafa/hadese (bilinçdışına) yaptığı ziyaretleri anlatır ve bu ziyaretler yüzünden tıpkı orpheus gibi gerçeklik algısı (semboliği) paramparçadır. gerçeklik ispatı olarak kullandığı totem ise objektifliğini kaybetmiş ve ona, gerçeklik algısı paramparça başka birisi tarafından kalmış totemdir. filmin başında mal'ı ilk gördüğü yerde "sana bundan sonra güvenemem" der; 2 dakika sonra mal'ı ip bağladığı bir sandalyeye oturtur ve kımıldama diye tembihleyecek kadar güvenir. böylelikle filmde anlattıklarına güvenilmeyecek kişi mal değil cobb olarak kodlanır.

    uyandırma müziği olarak kullanılan edith piaf şarkısı (bkz: non je ne regrette rien) , uyanmak için geçmişi geride bırakmak ve onunla barışmak gerektiğini anlatırken, geçmişte takılıp kalmış cobb, şarkının tersi bir hayatla uykusuna devam eder. cobb, kendisi gibi sanatçı birisinden yardım ister. theseus'u labirentten kurtaran ariadne, ona hades'i anlatan yuvarlak bir labirent çizer ve labirente (hades'e) vakıf olabileceğini gösterir. ilk rüya eğitiminde cobb'u köprüden geçiren kişi de odur. köprü aşılması gereken bir eşiktir fakat önü parmaklıklarla kapalıdır, ilerleyemezler. çünkü dom cobb, imgeler/imajlar/yansımalar dolu bir labirentte sıkışıp kalmıştır, eşiği aşmak için bundan kurtulması gerekir. bunu ariadne, köprüden geçerken 2 aynayı karşılıklı getirip cobb'un içinde sıkıştığı bir imge labirenti yaparak bize de gösterir. labirenti eliyle kırar ve köprünün yolunu açarak cobb'u bu eşikten geçirirken en büyük engelin mal olduğunu farkeder. köprüyü geçmek için mal'den kurtulmak lazım gelir. ariadne önce kaçar fakat sonra "saf yaratıcılık" dediği rüya aleminin cazibesine karşı koyamayıp geri döner. ne de olsa bu dünyada tanrıdır(sanatçı/mimar) ve paris'i bile istediği gibi değiştirir. nolan'ın filminde sanat uyandırıcı ve uyarıcı bir araç değil, aksine insanı gerçeklerden koparan ve uyutan bir araçtır. zaten kendisi de filmle ilgili bir roportajda rüya ekibinin işinin film yapmaya benzediğini söylemiştir. nolan'ın yönlendirmesiyle (ve yönetmeni aynalayan di caprio'nun nolan'a benzerliğiyle) yapılan sanatın bir sinema filmi olduğunu ve bu takımda cobb'un yönetmen, ariadne'nin sanat yönetmeni, "hayalgücünden yoksun ama çalışkan" arthur'un prodüksiyon, yusuf'un teknik eleman, eames'in oyuncu, her denilene inanan fischer'in seyirci, saito'nun ise yönetmenin işine karışan yapımcı olduğunu anlıyoruz. saito'nun film boyunca çektiği ceza, yönetmeni ve yaratıcı takımı rahat bırakmamasındandır. bir yapımcı, bir yönetmenin işine bu kadar burnunu sokarsa mükafatı bu olur denmiştir.
    yusuf'un bir rolü de, ölüleri sıkı pazarlıkla hades'e götüren kayıkçı olmasıdır. kayıkçının yaptığı gibi cobb'la pazarlığa oturmuş ve paranın tamamı karşılığında onları bu yolculuğa çıkarmıştır. kalpazan olarak tanıtılan eames'in aynı zamanda bir psikoloğu oynamasını ise nolan'ın psikologlara bir "iltifatı" olarak okuyabiliriz. bu sanatçıların çoğunun işadamı gibi kodlanması ise sanat-business ortaklığından kaynaklansa gerek.

    entrilerde kesin bir sonuca varma gayreti çok görülse de, film=rüya eşleşmesiyle izlediğimiz filmin kesin gerçeklik gibi bir derdi yok.matrix'le ilk ayrıldığı yer burası. matrix her ne kadar gerçeklik tanımını postyapısalcılar desteğiyle açıklama hezimetine girse de bunu söylüyordu. bu dünya, matrix (latince ana rahmi demektir) sanal/yalan, burda uyutuluyorsunuz. gerçek burdan başka yerde diyordu. oysa inception'da gerçek ve rüya ayrımı o kadar belirsiz ve o kadar içiçe ki, yönetmenin hiç de "bu gerçek, bu değil" gibi bir iddiası yok. tam tersine "ne gerçek, ne değil" gibi gerçeğin ve rüyanın belirsizliğini anlatmak gibi bir derdi var.
    film boyunca ellipsis kurguyla, nasıl geldiğimizi anlamadığımız sahnelerle bizi bir rüyanın içine çekmiş, o rüyayı gördürmüş ve filmin sonunu da bile-isteye açık bırakarak bizi cobb'un yerine koymuş ve onun yaşadıklarını bize yaşatmıştır. oysa matrix, en basitinden bizi, bir rüyadan uyandırma ve tanımadığımız bir gerçekliği bize tanıtma gibi bir iddia taşıyordu.
    inception'da böyle değil. insanların ve bizzat seyircinin gerçeklik algısıyla oynanıyor. jung'un kolektif bilinçaltı dediği yerde, sanat yoluyla yaratılan ve mombasa'daki ihtiyarın dediği gibi "the dream became their reality" (rüyaları, onların gerçekliği oldu) olan ve neyin gerçek neyin rüya olduğu ayırdedilmeyen bir dünyayı izliyoruz.

    yönetmenin filmin sonunu open-ended bitirmesinden cesaretle ben filmin sonunun bir rüya olduğunu savunuyorum. cobb'un rüyadan uyandığını varsayacağımız göstergeler de var. mesela mal'ın bir hayal oldugunu ve aslında öldüğünü kabul etmesi, geçmişiyle hesaplaşması, film boyunca "buraya nasıl geldik" denilip gezilen rüyaların aksine filmin sonunda abd'ye nasıl geldiğini görmemiz gibi şeyler cobb'un aslında uyandığına inanmak isteyenleri tatmin edebilir. ama zaten bunlar, cobb'un bilerek yaptığı şeyler, çünkü bu döngüden kurtulabilmek için rüyasını gerçeğe benzetmeliydi ve rüyadan uyandığına inandırmalıydı kendisini. tek bir şey dışında; çocukları. çocuklarını gerçekte hiç göremediği için, onları en son gördüğü halleriyle rüyaya katabildi.
    yani bence cobb hiç uyanmadı. bi kere tüm film "sözüne güvenilmez" cobb'un anısı. ilk sahnede saito'yla konuşmalarıyla başlayan flashback'le film bize cobb'un bakış açısıyla verildi. ihtiyarlamış saito ile ikinci karşılaşmaları, ilk karşılaşmanın tekrarı değil, bambaşka ikinci bir karşılaşmaydı. bir de aslında uyandı mı uyanmadı mı diye merak edilmesi gereken ilk yer, cobb'un yusuf'un yatıştırıcısını denediği ilk yerdi. saito onu tuvalette yakaladı ve cobb totemi çeviremeyip apar topar cebine koydu. filmin sonuna gelmeden, ortalarında bile uyanıp uyanmadığından emin olmadığımız yerler oldu.
    sonuçta bu insanlar, elden ele geçerek mal-cobb ve saito arasında metonimik bağ kuran totem gibi, bir cycle'ın içinde dönüp dolaşan ve rüyada kaybolmuş insanlar. saito ve cobb'un son sahnede buluştukları o mekanın filmin başında arthur'un rüyası ve arthur'un mekanı olduğu ısrarla vurgulanmışken, onlar başka bir mekanda değil, aynı mekanda buluştular.
    cobb, filmin sonunda, artık gerçekliği haline gelmiş rüyasının kusurlarını temizlemek için ne yapması gerektiğini biliyor. rüya ortaklığını bitirmek ve ariadne'nin yardımıyla mal'ı (latince hastalık demek) devre dışı bırakmak rüyasını kusursuz bir gerçek yapacak ve çocuklarıyla arasındaki tüm engelleri kaldıracak.
    filmin sonunda bunu yapıyor. önce mal'i sonra rüya ortaklığını mutlu bir sonla, pürüzsüz ve acelece ortadan kaldırıyor ve kendi rüyasına(ya da gerçekliğine) devam ediyor. bu yüzden çocuklarını yeni halleriyle değil de, en son gördüğü halleriyle görüyor ve ailesinin kalan kırıntılarını toparlayarak ve (amerikan rüyasına uygun biçimde) "yuva"sına dönerek mal ile bölünen rüyasını devam ettiriyor.
    filmin sonunda düşüp düşmediğini bilmediğimiz totem ise rüyanın sonunu bizim "gerçekliğimize" bırakıyor. çünkü seyirci olarak biz de bir rüya paylaşımına davet ediliyoruz ve cobb gibi "rüya mı gerçek mi" şüphesini yaşıyoruz. rüyaya ortak edildiğimiz için filmin sonundaki bilgi, yani rüya mı gerçek mi olduğu bize bırakılıyor.
    filmin sonunu asıl belirleyen şey ise bence ne yüzük ne de totem; mombasa'daki ihtiyarın cobb'un gözlerinin içine baka baka söylediği şey. bu fim, rüyası, gerçekliği olmuş bir adamın filmi.
909 entry daha
hesabın var mı? giriş yap