• 1
    ve akşam, gece olmaktan. alkollere gittim; alkollerden geldim üstüm başım çamur. düşe kalka yolum hazır. elimde bir tutam şarap ve bir demet kanyak. biralara küskün nefesim. aklımda; allah'ım madem yarattın takip et. zıpçık oynadığım sokaklar bunlar değil, akşam ezanı çağrısıyla altına işediğim incir ağacı bu değil ve on numara bir istanbul, sözümüz yok sana. senin derdini tarih çekmiş, senin derdini biz içimize... süper bir adamsın ne'me gerek sana hasımlık; dost olmazsın kibirinden, başımız kıldan ince hünkârlığına, saltanatına. inşaa ya allah! senin güzelliğin de keder bahşetmek; meşenin kovuğuna sokmak akıllanmaz başları ve delişmen süvarilerin, beyatlıların boğazda ellerimiz ayaklarımız kördüğüm bağlı sürmekte haliç'e doğru ve nazar bir sarayburnu'ndan yürümekteyim.

    evim yolum falan var. onları bitirmek ve elimde biri yalnız açık beyaz şarap içmek gerek. hey güzel tanrı; söylesene biz de güzel miyiz sence? "tanrıya inanmasam ona seslenir miyim" diyor hayyam, ona kızgın mısın sofulara mı arkadaşsın. ama o şarap içmiş böyle 1000 yıl kadar önce bir cihan sevmiş ve yırtılırcasına sevişmişler her gece. hı?

    eve giriyorum. "muazzez" diye sesleniyorum. ses yok henüz. ve sesimi daha yakışıklı eyleyip diyorum ki ben ona; "muazzez, çıkmaz sokağımızın sultanı, neredesin?" inanın çıt yok. meraklanmayacak kadar çok içmişim ki ben. kime ne, peh! ama... ama muazzez sen içemezsin ki; ve ilaçların... antrede yerde dağılmış ve parçalanmış ilaç kutuları, unufak edilmiş bembeyaz toz hâline sokulmuş ilaçlar yavruağzı halının üzerinde. hay allah! hatta; aman allah'ım! ne ettin sen güzeller güzeli!.. ilerliyorum; salonda yok, misafirlerin istirahat buyurduğu odada yok; gerisingeri sağa kıvrılıyorum ve hızla banyonun kapısını açıyorum, içmişim korkum yok ki bileklerini kesmiş olma ihtimalinden, ama yok kızoğlankız! küvetin içini gördüğüm hâlde çoraplarımı çıkarıp küvetin içine giriyorum ve o serinliğin üzerinde zıplıyorum bir süre. suyla işim yok; elimdeki şarap şişesinden biraz avucuma döküp yüzümü ıslatıyorum. çok var onlardan ki bende bu gece. neden sonra banyodan çıkıp yatak odasına giriyorum; ancak muazzez halvette de yok. tuz basılır yaralara. ve aklıma hiç bilmediğim ve anlayamadığım bir nedenden mutfak odası geliyor. of yahu, of! nasıl da unutmuşum orayı. koridorda sağa sola çarparak ve şarabımı itinayla tutarak mutfak odasının kapısını açıyorum. m u a z z e z . . .

    gecenin nemi falan düşmüş pencerelere ve çıkmaz sokağımızdan kediler zevkten dört köşe. bu sokağın neyi var anlamıyorum. muazzez, mutfak odamızın kocaman masasının üzerinde zeballah gibi duruyor. yüzüme bakmıyor sevdiğim. hey allah, yüzüme bakmıyor bu kız! üstünde yalnızca sütyen ve külot ve inanır mısın her yanı beyaz. nedir o? lüks evimizin mutfak odasının köşesindeki geçen gün aldığım un çuvalına gidiyor kırmızı gözlerim. muazzez'in üzerindeki beyazlık un. her yerini una belemiş ve elleriyle vücuduna daha da yayıyor unları. yüzü bembeyaz kesilmiş. esmer teni belli belirsiz unların içinde. saçları darmadağın, dişleri sararmış bir gün içinde. sinirli değil, gülmüyor, konuşmuyor; yalnızca hareket ediyor garip garip. ah muazzez! gökler şahım, uğruna ölümlere gidip geldiğim, sana bunu kim yaptı? sen. peki niye muazzez, niye! muazzez bir an durdu ve masadan yere atlayıp deli danalar gibi koşturmaya başladı oradan oraya. kendinden geçmişti; buzdolabından kesik bir limon aldı ve üzerine sıkmaya başladı; yeltendim üzerine, bunu yapmamalıydı; ancak alkollere gitmiştim ve sıyrıldı kollarımın arasından.

    mutfak odasının kapısına yöneldi çıkmak için; bir an durdu ve ilk kez yüzüme baktı sima, biliyor musun sima bir gün içinde bunu nasıl özlemişim, nasıl deccallarıma haber salmışım bana o bakışı getireceksiniz diye ve bana dedi ki sima muazzez'im:

    - gün kırmızı doğmayacak çocuk, seninki yalnızca küstahlık. ve biliyor musun; kavak ağaçlarında aslında kocaman kabaklar yetişir ve kavaklarda o asılı duran kabaklar var ya; senin kafaların.

    1
    evlerin saat beş olma hali
    ben yorgunum anlamaktan
    bir duvar, bir tebeşir gibi yazmaktan yazılmaktan.

    ve akşam
    alanların caddelerin bana biraz fazla geldiği
    üstümü başımı bilmediğim bir akşam
    ne yapsam
    alkollere gitsem. giderim alkollere bir mektup gibi
    alkollerden gelirim bir mektup gibi
    bellidir sırtımdaki kan lekesinden ve puldan.

    yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
    ıslanırım ıslanırım anlamam
    sanki nedir bir yağmurun güzel olması
    sahi bir yağmurun güzel olması
    yağarken kendine severek bakmasından. (edip cansever)
  • ve gece, gündüz olmamaktan. güneş utanmasın diye her şey... bedenim yasaklı güne. haşimî bir minval üzre yetişiyorum. büyüyorum allah'ım, yüzüme bak gecelerden; ellerim ne kadar da güzel hâlâ oysa. dünyam şuracıkta kuruldu bir süre önce, lodos falan vardı, hani gözü yaşlı, zaman sadece birazcık hatadır bu yüzden. zaman, olmayan derelerinden bak istanbul'un ayak bileklerime. ıslak. şarapların testilerden içildiği zamaneyi düşlüyorum; elimizde tuttuğumuz ne denli mugayir bir duruş eyliyor oysa ki sana istanbul. senden de utanıyorum. kusura kalmayasın diye korkuyorum senden. inşaa ya allah! saygıdan. ve fareden ve böcekten korkttuğum kadar hiçbir şeyden korkmadım. bu bir kıyas yalnızca. ey gönlümü çalan sokaklar gecesi! bu seranat değil; bil ki bir yanım bölünmüş. yanlarım ağrıyor. bu ondan sebep, kaç parelendi sayamadım. benim payıma düşen 3 şişe şarap yalnızca. sen neyi en iyi bilirsin peki sokak bilmem neyi? yüzüme bakıyorsun fark ediyorum bunu ben yürürken. ve sana ses etmiyorsam, anla ki işim olduğundan. ben yürürüm zaten. erdemli bir yürüyüş bu. ve her daim işim vardır, yürürken dahi şarap içerim. elimle içerim ben bunu. ben bunu hep yaparım sokaklar şeysi. sana ses etmiyorum; çünkü ben az sonra evime gideceğim. söylesene senin en iyi bildiğin şey ne, ama en iyi bildiğin? lütfen, rica ediyorum söyle, çünkü ben kendi adıma bunu bilmiyorum.

    sürür gibi oluyorum kendimle yürüdüğüm zaman ayaklarımı. sürüngenlere atfedilen kötü şeylere de inanmıyorum... aklımda yalnızca o şimdilik. adamları da bıraktım tahtakale'nin yılankavi sokaklarında iyi mi! yol bilmez aymazlar! ne çok sövmüşlerdir bana. aman onlar da içecekler şaraplarını, bakacaklar dalgalarına. ne çok severim adamları. bilinçli bir aynasıza rast gelsem ne der acaba bana. geçen ay buradan mı alınmıştık sokak şeysi? ne yaman çelişki. bu çıkmaz sokağımız ne vakit düştü önüme anlamadım; ancak dik durmaya çalıştığımın ayırdındayım şu an.

    son şarabım elimde onmaz sokağımıza girdim. onunla benim sokağım, bir de kedilerin. insanlı hayat ne hüsnü bir şeydi oysa. kocaman anahtar falan var elimde, kapı sonra, ve çıt yok ev içerisi. tamam, gecenin mi sabahın mı bilmem ama zaman ve saatin aynı şey olmadığının bilincinde olan ben, son noktanın bir ev için çok geç olduğunun farkındalığının bilmem kaçında ekşi oluyorum evimizin içine. bu kez umutluyum. ve sesleniyorum: "kır çiçeğim, kirazlar çoktan olmuş ve ben sana aldan uslanmaz kirazlar getirdim!" yalan yok bizde. ses yok ama yine. kapıyı ardıma kapatıyorum. ve direkt salona dalıyorum bu kez. m u a z z e z . . .

    tüm eşyalar tutuşturulmuş sanki. her yer duman! ancak dumanın membaı belli değil. babam koku almaz, onun tersine ben çok iyi koku alırım ve hemen birçok kokuyu tanırım, parfüm kokuları haricinde. koku filminin hikâyesi o zamanlar henüz yazılmamıştı mon cher. biz ne zamandan bahsediyoruz a kazanova! muazzez'im 120 metrekare salonumuzun kapıya soldan bakan köşesinde bulunan kocaman saksının kenarına oturmuş dizlerine bakıyor. altında beyaz çiçekli bordo bir basma etek; üzerinde bembeyaz bir askılı. eteğinin üzerinde saksıdan aldığı gübreler var. ve sağ eliyle ayak bileklerine salınmış "sana gülbahçesi vadetmedim". okumuyor. diğer eliyle gübrelerle oynuyor. "muazzez'im, tarifsiz inandığım; acın acım, geberdiğin geberdiğim; ancak bak kediler falan var dışarıda, fısıltıyla yazılan bir bildirinin ilk satırı, bu böyle olmayacak" muazzez hareketsiz duruyor, işte yalnızca arada bir parmaklarıyla kucağındaki gübreleri karıştırıyor. bir kez daha ses ediyorum: "güzeller güzeli; bu hâl, hâl değil" ve hiç anlamadığım bir anda ve mümkün değil fark etmediğim bir yerden muazzez kitabı elinden fırlatıp bir pala çıkarıyor. en az yarı kolum kadar bu alet. ve müthiş bir çeviklikle ayağa fırlıyor; birkaç kez olduğu yerde zıplıyor, palayı da sağa sola sallıyor. led aydınlatmasıyla aydınlatılmış lüks salonumuzda pala kristallenmiş bir maddenin güzelliğinde parıl parıl parlıyor. maddenin gerçekliğine ve doğasına nail oluyorum bir yeniden daha. iki adım atıyor ileri; ben bir adım geri. duruyor muazzez. ve sima, dünyalar güzeli sima, bana elinde pala, pala kafasında üzerinde ışılderken diyor ki:

    - sen artık güzel değilsin. dereler nehirlerden her daim güzeldir. ve eğer derelerden sen kumlarını çekersen onların, yatakları bir daha eskisine dönmeyesine değişir. yıkıl şimdi adandığım!

    arkama bakmadan kapıya yöneliyorum ve hızla uzaklaşıyorum...

    2

    duran ben değilim ki ayakta
    gövdemden daha büyük ve akşama doğru
    görünmekte olan bir sıkıntı var
    dönüp arkama bakamam.

    su gürültüleri! ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!
    ben işte günün birinde belli olurum
    iki olmam, bir olurum günün birinde
    hızarlar! bir olurum, tarih de düşerim
    cep defterime bir şeyler de yazarım
    bir gün bir akşama doğru bulunurum da
    bir kapıdan uzanmış binlerce boyun tarafından
    hızarlar! neden olmasın, elbette sorulurum.

    ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!
  • bir edip cansever şiiri.

    i

    evlerin saat beş olma hali
    ben yorgunum anlamaktan
    bir duvar, bir tebeşir gibi yazmaktan yazılmaktan.

    ve akşam
    alanların caddelerin bana biraz fazla geldiği
    üstümü başımı bilmediğim bir akşam
    ne yapsam
    alkollere gitsem. giderim alkollere bir mektup gibi
    alkollerden gelirim bir mektup gibi
    bellidir sırtımdaki kan lekesinden ve puldan.

    yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
    islanırım ıslanırım anlamam
    sanki nedir bir yağmurun güzel olması
    sahi bir yağmurun güzel olması
    yağarken kendine severek bakmasından.

    ii

    duran ben değilim ki ayakta
    gövdemden daha büyük ve akşama doğru
    görünmekte olan bir sıkıntı var
    dönüp arkama bakamam.

    su gürültüleri! ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!
    ben işte günün birinde belli olurum
    iki olmam, bir olurum günün birinde
    hızarlar! bir olurum, tarih de düşerim
    cep defterime bir şeyler de yazarım
    bir gün bir akşama doğru bulunurum da
    bir kapıdan uzanmış binlerce boyun tarafından
    hızarlar! neden olmasın, elbette sorulurum.

    ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!

    iii

    çimen kokusundan hızlı
    bir sıyrık gibi bitiveren elde ayakta
    nedir bu benim yalnızlığım?

    neyiz ki bu karanlık kar yağışında
    ey ipini kendi gerip ufka bakanlar
    ölüler, diriler, daha doğmamışlar
    toplanıp birdenbire hep aynı yaşta
    ve nedir bu benim yalnızlığım?

    ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
    söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
    kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım.

    masam ki şuracıkta solgun bir köy akşamı
    bir uzun yoksul, bir başka yoksul
    düşer ellerim bir çağın artıklarına
    çatalımda kemikler, ölü gözleri
    ve iniltiler, çığlıklar
    benden bir şey sorulamaz gibiyim. biri gelsin şu tabağımı kaldırsın
    çatalımı da
    iğrenmenin, tiksinmenin en eskisiyim
    iki eşya arasında bir hiçlik
    ne iskemle, ne masa, tam orda tökezlenirim.

    bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
    sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
    ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.
  • "ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
    söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
    kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım."

    https://www.youtube.com/watch?v=gilud3rlrlg
  • ı

    evlerin saat beş olma hali
    ben yorgunum anlamaktan
    bir duvar, bir tebeşir gibi yazmaktan yazılmaktan.

    ve akşam
    alanların caddelerin bana biraz fazla geldiği
    üstümü başımı bilmediğim bir akşam
    ne yapsam
    alkollere gitsem. giderim alkollere bir mektup gibi
    alkollerden gelirim bir mektup gibi
    bellidir sırtımdaki kan lekesinden ve puldan.

    yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur
    ıslanırım ıslanırım anlamam
    sanki nedir bir yağmurun güzel olması
    sahi bir yağmurun güzel olması
    yağarken kendine severek bakmasından.

    ıı

    duran ben değilim ki ayakta
    gövdemden daha büyük ve akşama doğru
    görünmekte olan bir sıkıntı var
    dönüp arkama bakamam.

    su gürültüleri! ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!
    ben işte günün birinde belli olurum
    iki olmam, bir olurum günün birinde
    hızarlar! bir olurum, tarih de düşerim
    cep defterime bir şeyler de yazarım
    bir gün bir akşama doğru bulunurum da
    bir kapıdan uzanmış binlerce boyun tarafından
    hızarlar! neden olmasın, elbette sorulurum.

    ey benim güneşimi ikiye bölen hızarlar!

    ııı

    çimen kokusundan hızlı
    bir sıyrık gibi bitiveren elde ayakta
    nedir bu benim yalnızlığım?

    neyiz ki bu karanlık kar yağışında
    ey ipini kendi gerip ufka bakanlar
    ölüler, diriler, daha doğmamışlar
    toplanıp birdenbire hep aynı yaşta
    ve nedir bu benim yalnızlığım?

    ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
    söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
    kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım.

    masam ki şuracıkta solgun bir köy akşamı
    bir uzun yoksul, bir başka yoksul
    düşer ellerim bir çağın artıklarına
    çatalımda kemikler, ölü gözleri
    ve iniltiler, çığlıklar
    benden bir şey sorulamaz gibiyim. biri gelsin şu tabağımı kaldırsın
    çatalımı da
    iğrenmenin, tiksinmenin en eskisiyim
    iki eşya arasında bir hiçlik
    ne iskemle, ne masa, tam orda tökezlenirim.

    bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
    sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
    ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.(bkz: edip cansever)görsel
  • doğduğum güzdü, tükeniş güldü duyumsamamı iteleyerek. ben kendimi sakladım ellere, tahta kurularının ve kiraz kurtlarının yuva eylediği çatlak ellere işlek. sakladığım özdek gülmekte yine sakallı yüzüme. yaralarımı sarmadan vazgeçtim çocuk olmaktan. bu yollar ezbere elif be'ler gibi. yazlarım yıllarca cami avlularındaki çocukluk, hurmada kırlangıçlar gibi şakıyan ben kitabın belâğatında. yazılarım "yattım allah kaldır beni, nurlar dünyasına daldır beni". ve teyzeler, nineler toplanmış dinlemekte salına salına okuduğumu geyik postikisi merkezli samandan evlerde. çocuklar topluyorum ya işte mahalleden imânın yoluna. camiye gelmeyeni mahalle takımına almam ki! örgütçülüğüm budur süleymaniye kışlası. seni nasıl severim ben, nasıl oturtmuştur seni sinan istanbul'un en güzel yerine. şimdi ben buradan yürüyorum ya gürcü sadrazam annelerinin kocalarının türbelerine bakıp; padişahlık falan garip bir meslek hani, türklük, turan. böyle düşkünlük de garip, aynı şey. tanrı demek sana galat-ı meşhurken ben sana yine de allah'ım demeyi tercihleniyorum. veya misâl, allah'ım şimdi bu işler nasıl olacak, unuttum da seninle fikir yürütmeyi.

    salınıyorum aşağıya doğru süleymaniye'den sallana sallana. bu gece bu yandaydım. üç beş arkadaş şurada 300 yıllık bir çeşme var, onun dibinde, aslında arkasında şarap içtik. buralara pek aynasız gelmez, kutsal yerler buralar. kutsallığın dokunulmaz tinsel ahvâlinden maddenin ve emeğin güzelliğine, gerçekliğine geçişin muazzam tadını yaşattı bana çocukluğumdan kelli felli adamlar. dolu içen arkadaşlardan biraz farklı bu adamlar; "ama arkadaşlar iyidir". o adamları düşürmüyorum zihnime; bunca dert varken başımda, terzilere diktiremeyeceğim kafamdaki kabak yarıklarını. oysa gel dediler, seni de terzi yapalım; insan dikersin oymalı en güzel kumaşlardan. kimseler duymasın ölürüm ha; bu oldu... sonra şohben sebepli gaza gelmiş bir ölüm. ve doğum... tüm derdimiz bu ya sima! ne denli sancılı bir şey bu edim. doğmak, şıp diye doğmak kolay ve doğanın en mühtiş kudretinden mütevellit alamet-i farika. ancak ve işte ancak doğurana deyivermek hacet. acıyor mu sima? kafam kabakmış ya benim kavaklardan!

    tahtakale, sirkeci, eminönü; biraz daha batıya doğru... dahası yasak. iyot dolduruyoum ciğerlerime. babaannemin amcası "stalin yusuf", "bu çocuk bu kadar top koşturuyorsa deli danalar gibi; dedesindendir. ki o dede köyde en güçlü ciğerlere sahip dervişti her daim" diyordu mısırlar karıklarından boşalırken su(lar)dan babama. ancak ciğerlerim hırlıyor bi'denem denizden iyotu içlemeye çalıştıkça ben ciğerime. ve sen köpekler gibi hırlıyorsun muhakkak ki şu an evde... bu böyle nasıl gider güzeller güzeli? kaç tane köroğlu var ise o kadarım şu an. fatma girik eline gül suları sulasın. ben alkollere sulanayım yanmış karacalar gibi. bu gece "dertalan" içtik; poşetteki yine dert alan. ve geliyorum kartallar gibi! ekin idim oldum harman...

    bu gece biraz garip. yürürken yaklaşılmış çıkmaz sokağa sarayımızın ışıkları yanık değil fark edilmiş üzre. ancak ben arnavut kaldırımı taş sokağın ilk arnavutuna bastığımda benimkiyle birlikte bir adım sesi daha işitildi. bunu da biraz ötedeki erikte duran baykuştan ayırtladım. iki kez kafasını sağa sola çevirdi hayvan. adamlardan biri yanımda gelmiş. "gel" dedik, buyur ettik. yapıya girdim, seninki yanımda kanyak içiyor bu sıcakta. anlaşılır soğukluğundan. laf da demiyor; dese benim diyeceğim yok. ayakkabımı çıkartıyorum, tabanının altından anahtarı alıp kapılanıyoruz içeri. ötekiyle hiç konuşmuyorum, eve girince yolluyorum mutfağa. bu gece müthiş yakışıklıyım; hemen boy aynasının karşısına geçip kendimle konuşuyorum içimden. 20 saniye derler, 20 saniye; insan aynanın karşısında daha fazla mimik oynatmadan duramazmış. ve hatta ve hatta konuşur gibi yapmadan... kafamdaki yarık daha da belli olmasın diye saçımı yatırıyorum yarığın üzerine. boydan da şöyle bir süzüyorum kendimi. ve hazırım! yatak odasına gidiyorum; bu gece kokusunu aldım onun; muhakkak orada. evet orada. m u a z z e z . . .

    tuvalet masasının önünde oturmuş makyaj yapıyor. ah bebeğim; nasıl da ona köyden getirdiğim sürmeyi çekiyor gözüne! sürme çekmiş çekmiş gözüne! içim eriyor sürme çektikçe ela gözlerinin gölgesinde. ve allık, ruj, rimel gibi fransız usulü malzemeler de kullanmış sevdiğim, belli. üzerinde tek parça kavak gövdesi rengi bir elbise. beli öyle usûl ki içinde; ve sırtı o denli bir dal ki erimekteyim o an. yağım olsa hepsini akıtırdım yatağımızın üzerine şakır şakır. çok güzel birkaç aygır adımı atıyorum odanın içlerine doğru. aynadan fark ediyor beni, ancak ses etmiyor. yaklaşıyorum ve omuzlarından tutuyorum. ve ne olduysa o an oldu! bir maya gibi ayak tırnakları için kullandığı törpüyü sağ eliyle sol elime var gücüyle sapladı nârına yandığım, öfkesine kurban olduğum! bordo saplı törpü elimde damarıma rast gelmiş ve delmiş elimi; kan, tuvalet masasının aynasına tüpten çıkan kan kırmızısı boya gibi fışkırdı. "ah muazzez'im, emeğim satıldı sana, kendimden oldum senin adına; törpülenmiş bir yürek, gül-i zâr istiyordun; sana onu getirdim kucaklayıp gülüm, bak..." sol bileğimdeki çoraptan kiraz dalı ve çilek yaprağından yapılmış bir yüzük çıkarıyorum; ancak beni iteleyip antreye yol alıyor. ardına varıyorum; misafirim de kalkmış, onun yanında. ikisi birlikte kapının önünde. ve sima biliyor musun göklerde kartal gibiydim, bana çenesini hafif kaldırıp diyor ki:

    - ve insan acılarından sıyrıldı artık çocuk! sen ruhunun kederinden gebermeye mahkum edildin bu nihayette. sen güzelim; sen bir çağlayanda köpük köpük olmuş suyun dibine taşlanmış ceninsin henüz!

    ikisi birlikte çıkıp gidiyor.

    3

    çimen kokusundan hızlı
    bir sıyrık gibi bitiveren elde ayakta
    nedir bu benim yalnızlığım?

    neyiz ki bu karanlık kar yağışında
    ey ipini kendi gerip ufka bakanlar
    ölüler, diriler, daha doğmamışlar
    toplanıp birdenbire hep aynı yaşta
    ve nedir bu benim yalnızlığım?

    ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla
    söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler
    kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım.

    masam ki şuracıkta solgun bir köy akşamı
    bir uzun yoksul, bir başka yoksul
    düşer ellerim bir çağın artıklarına
    çatalımda kemikler, ölü gözleri
    ve iniltiler, çığlıklar
    benden bir şey sorulamaz gibiyim. biri gelsin şu tabağımı kaldırsın
    çatalımı da
    iğrenmenin, tiksinmenin en eskisiyim
    iki eşya arasında bir hiçlik
    ne iskemle, ne masa, tam orda tökezlenirim.

    bir haziran, bir temmuz nasıl olsa gelir de
    sorsanız size söylerim ey ipini kendi gerenler
    ben döğüşken olanlara açılmış bir mendilim.

    (bkz: edip cansever)
hesabın var mı? giriş yap