everyday is like sunday
-
videosunda kendimi bulduğum ya da bulduğumu sandığım, sözleriyle* beni derinden yaralayan bir başka morrissey parçası. viva hate döneminden.
lokal bir plakçı dükkanı önünde başlar klip; gerçek bir moz-sever olduğu her halinden belli olan kahramanımız hemen dükkanın önündedir, vitrindeki morrissey resimlerine bakmaktadır. koyu renk mantosu, omuzlarında sallanan sarı kulaklığı + belinde asılı duran sarı walkmani ile dünya üzerindeki en masum ifadeye sahip bir de yüzü vardır bu kızın.
morrissey plağı almak için sıralarını bekleyen kuyruktaki insanları görürüz sonra. masum yüzlü arkadaşımız dükkana girer ve kasadaki sarışın kıza selam verir tek elini kaldırarak, birbirlerine gülümserler. arkadaşımızın yüzü yakın plan çekildiğinde, güzelliği ile içimiz burkulur. ve dükkandaki monitörlerden birinde morrissey şarkı söylemeye devam etmektedir.
“this is the costal town” dizeleriyle kasaba sahiline ineriz; göz alabildiğine uzanan tenha sahil, boş iskele, kurgusu uzun zaman önce boşalmış bir lunapark... masum yüzlü dostumuz bu ölü kasabanın, sessiz+gri+ölü sokaklarında gezinmektedir. o, sağda solda kulağında müzikle dolaşırken epey mutlu(!) görünen kürklü iki ihtiyar kadın da şans oyunları oynamaktadır.
kasabın önünden geçerken vitrindeki etlere gözü takılır dostumuzun ve koşarak uzaklaşır. kendini iskele tarafında bir banka atar ve elindeki kartlardan birinin arkasına yazar: meat is murder
sonra daha önce kumar makinelerinde şansını deneyen iki ihtiyar ve minik siyah köpekleriyle karşılaşırız. kahramanımızın canı iyice sıkılır bu kürklü ihtiyarları görünce. bir başka kartın arkasına cruelty without beauty yazar ve bu kadınların masasına fırlatır, giderken sandalyenin arkasında asılı kürkü düşürmeyi de ihmal etmez. ironik bir biçimde kürk, minik siyah köpeğin üstüne düşer, ancak köpek koşarak çıkar bu ağırlığın altından oysaki cansız yatmaya devam eder kürkün kendisi...
her gördüğü vitrine bakışları asılan dostumuz bu defa da bir televizyoncu vitrini önündedir ve tüm ekranlarda aynı görüntü vardır: morrissey şarkı söylüyor ve çok yakıcı bakıyordur. kızın baktığını fark eden dükkan sahibi onu memnun etmek için kanalı değiştirir – nerden bilsin onun azılı bir moz*sever olduğunu – gülerek uzaklaşır dostumuz.
yanından geçen bir arabanın içindekiler tarafından tanınır. direksiyondaki kadın “atla” der kendisine o da atlar arka koltuğa. kulaklığını hiç çıkartmadığından anne ve kız olması muhtemel bu ikilinin konuşmalarını asla duymaz. o, sadece kulağında morrissey'in eşsiz sesi ile pencereden bu ölü kasabayı, gelip geçen görüntüleri izler.
eve girdiklerinde de bu umursamaz tavrını sürdürür. diğer ikisi mutfakta bir şeylerle uğraşırken kahramanımız televizyonu açıp karşısına oturur. anne çay hazırlar, kız o gün alınan kostüm üzerine konuşurken dostumuz da ekran karşısında, tembel tembel güneşlenenleri* falan izlemektedir, sonra sıkılır. orda duran teleskopa doğru gidip, gökyüzünü dikizlemeye başlar. o da ne? "morrissey" üzerinde dostumuzun resmi basılı bir t-shirt içinde görünür öte tarafta... izlendiğini anladığında yüzünü eliyle kapatır. klipte böyle sonlanır. -
bombalamayı unuttukları sahil kasabasından bildiriyorum:
trudging slowly over wet sand
back to the bench where your clothes were stolen
this is the coastal town
that they forgot to close down
armageddon - come armageddon!
come, armageddon! come!
everyday is like sunday
everyday is silent and grey
hide on the promenade
etch a postcard :
how i dearly wish i was not here
in the seaside town
...that they forgot to bomb
come, come, come - nuclear bomb
everyday is like sunday
everyday is silent and grey
trudging back over pebbles and sand
and a strange dust lands on your hands
(and on your face...)
(on your face ...)
(on your face ...)
(on your face ...)
everyday is like sunday
win yourself a cheap tray
share some greased tea with me
everyday is silent and grey -
morriseyin insanı bir anda sıfırlayan şarkısı, hergün pazardır, bombalar etrafınızda uçuşmakta, belkide içtiğiniz çaya bile karışmaktadır, hergün yine pazardır, günler ilerlemez moraliniz bozulur yine o sessiz ve gri günlerin içindesinizdir, bitip tükenmez ki günler kıyamet olur üstünüze yağarlar, üstünüzde dağılmış kumlarla kalırsınız. (bkz: dibe vurmak)
-
eğer yanlış hatırlamıyorsam, şarkıda geçen tatil kasabası, hitler'in ingiltere'de sevdiği tek yer olduğu için bombalanmamıştır. muhtemelen hitler'in doğduğu, ilk çocukluğunu geçirdiği braunau ve gençliğini geçirdiği leonding birer daralkentti. üstüne üstlük babasından dayak yerken içinden "come armageddon!come, armageddon! come!" diyordu, büyük ihtimalle.
dayakçı baba'nın gölgesi dünyanın bütün pazarlarını hatta her günü, her zaman çoktan pazar günü ilan etmiştir zira.
(bkz: #13285290)
ha, morrisey bunları düşünüp de yazmış mıdır, bilemem. şarkıyı çok sevdiğimi biliyorum haza morrisey'i de...şarkıdaki habis sıkıntı, boş ve anlamsız hale gelmiş dünyanın verdiği yas duygusunu aktardıktan hemen sonra gelen melankolinin ego'yu tahkim etmesi bana bunları düşündürttü.
daralkent- baba dayağı- sıkıntı- yas- melankoli ya da bir başka deyişle:
"clov: ölümden sonraki yaşama inanıyor musun?
hamm: ben hep öyle bir yaşam sürdüm."` : samuel beckett, endgame` -
istisnasız her pazar günü aklıma gelen ilk şey oluyor.
ya da ikinci, beşinci. bilmiyorum ama her pazar bu şarkı aklıma geliyor ve kendimi mırıldanırken buluyorum. buluyorum zira aklım başımda değil genelde. -
(bkz: come armageddon come)
-
icerdigi come armageddon come dizelerinin yurekten hissedilerek cigira cigira soylenilmedigi takdirde tam etkisi hissedilmeyen, ic sikintisinin en guzel anlatildigi sarkilardan birisi. (bkz: morrissey kardesligi)
-
içinde türkiye'ye bir dokundurma bulunan şarkı. şöyleki:
nükleer bomba atılmamış, unutulmuş bir sahil kasabasından bahsedilmektedir. ayrıca "makine yağı gibi çayını* benimle paylaş" denmektedir. bu ne karadeniz, bu ne çernobil? -
--- spoiler ---
alternatif çeviri
sanırsın her gün pazar
ıslak kumun üzerinde kendi adımlarınla boğuşurken
vaktiyle kıyafetlerinin çalındığı o bankın arka tarafında
burası bir sahil kasabası
kapatıp gitmeyi unuttukları
armagedon, gel armagedon!
gel hadi armagedon, gel!
sanırsın her gün pazar
her gün sessiz ve her gün gri
piyasa yapılan o caddede gizlenirken
kartpostal üzerine kazınmış yazı
“nasıl isterdim burada olmamayı ”
bu sahil kasabasında
şu bombalamayı unutup gittikleri
gel, gel, gel nükleer bomba
sanırsın her gün pazar
her gün sessiz ve her gün gri
çakıl taşlarının ve kumun üzerinde dönüş yolunda
garip bir toz ellerinde
ve yüzünde (gözünde, ağzında, burnunda)…
sanırsın her gün pazar
haydi, ucuz bir çay tepsisi kazan kendine
şu yağlı çayından bir yudum versene
her gün sessiz ve her gün gri
--- spoiler ---
hastası olduğum şarkı sözleri
(bkz: hakan bıçakçı) -
sahil kasabası olmasa da şu güzelim yaz günlerini küçük bi şehirde geçiren benim içimi kemiren şarkıdır. come, come, nuclear bomb!
ayrıca greased tea kısmı benim de dikkatimi çekti. cevabını şurda buldum: http://teasquared.blogspot.com/…d-tea-dear-sir.html
his brief answer: "'greased-tea,' actually. tea in a cup that hasn't quite been washed so therefore has a slight film across the top. nasty." demiş morrissey'im. share some greased tea with me, morrissey!
ekşi sözlük kullanıcılarıyla mesajlaşmak ve yazdıkları entry'leri
takip etmek için giriş yapmalısın.
hesabın var mı? giriş yap