• biseksuel bir adamin biseksuelligini kesfetmesini, kendi homofobisini yenme mucadelesi verirken aska dogru cekilmesini anlatan okudugum en iyi romanlardan biri.

    ne yazik ki turkce cevirisi 1960'lardan kaldigi icin bulunamamaktadir.
  • odanın boğucu atmosferi o kadar iyi anlatılmıştır ki insan okurken bulunduğu odadan çikma isteği duyar.
  • james baldwin'in ırkçılığı ele aldığı ilk kitabı go tell it on the mountain'dan sonraki, 1956 tarihli ikinci romanı. "how, in fact, can one write about race without sexuality?" der baldwin. ırkçılık problemi çözüldükten sonra sıranın cinselliğe geleceğini iddia eder. bu roman da bunun üzerinedir.

    baldwin üstündeki "zenci yazar" yaftasını atarak tamamen beyaz karakterler üzerine yazdığından vaktine göre cesur bir roman kabul edilmeli ama yine de iki erkek ne zaman birbirine dokunsalar ya paragraf biter ya da bölüm, kendimizi farklı bir zaman diliminde buluveririz. kitap boyu yanıtlanması güç sorular sorulur, yenilmesi yutulması güç tespitlerde bulunulur. epey de trajik bi hikayedir.

    "but people can't, unhappily, invent their mooring posts, their lovers and their friends, anymore than they can invent their parents. life gives these and also takes them away and the great difficulty is to say yes to life." (s. 11)

    "perhaps he is a fool and a coward but almost everybody is one or the other and most people are both." (s. 27)

    "the question is banal but one of the real troubles with living is that living is so banal. everyone, after all, goes the same dark road- and the road has a trick of being most dark, most treacherous, when it seems most bright- and it's true that nobody stays in the garden of eden." (s. 28)

    "i don't beleive in this nonsense about time. time is just common, it's like water for a fish. everybody's in this water, nobody gets out of it, or if he does the same thing happens to him that happens to the fish and he dies. and you know what happens in this water, time? the big fish eat the little fish. that's all. the big fish eat the little fish and the ocean doesn't care." (s. 37)

    "confusion is a luxury which only the very very young can possibly afford, and you are not that young anymore." (s. 43)
  • artık arayanların, merak edenlerin rahatça bulabileceği kitaptır kendisi.
    ellerine aldıklarında yky 'den içten bir teşekkürü esirgemeyeceklerini düşünüyorum; bilmem yanılıyor muyum...
  • toplumsal rollerin insanda yarattığı bunalım ve buhranları, amiyane tavırla türkçemizde "elalem ne der..." kaygısının kişiyi sürüklediği ikilimleri ve tüm bunların arasında sevgiyi ve aşkı katarak anlatan, tüm bu kavramlar içinde herhangi bir karışıklığa yer vermeden, hepsinin hakkını vererek anlatan ve bunu oldukça yakın bir halde başarabilen şu ana kadar okuyup okuyabileceğim en güzel romanlardan birisi.

    bize dayatılan hayatların ve başkası için yaşamanın eninde sonunda bir yerden patlak verip kişinin aslına dönmek isteyeceğini, bu asla dönüş sırasında da yıllardır içinde yaşamış olduğu boşluktan sonra bir anda gerçekle yüzleşince duyulan korku ve paniği ve hemen akabinde uyanmanın ardından tekrar ve tekrar, hayatı boyunca ona öğretilen "güvenli sulara" dönme isteğinin hem kişide hem de çevresinde yarattığı yıkım vu acıları yazıldığı döneme göre oldukça cesur bir atılım olarak kabul edilebilecek olan eşcinsel aşk üstünden anlatan tadından yenmeyen, güzel mi güzel olmuş olan eserdir. yky'ye teşekkürleri de borç biliyoruz
  • bir insanın yalnızlığının, aidiyetsizliğinin, benliğiyle barışamasının romanıdır. hayatını kocaman bir yalan olarak yaşamayı tercih etmenin bazen daha kolay bir çıkış yolu olduğunu gösterir.
  • yapı kredi yayınları'nın yeniden bastığı kitaptır. uzun zamandır baskısı olmadığı için isyanda olan bizleri sevince boğmuştur.
  • izmir'deki yakın kitabevi'nde çalışan sevdiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine gene genet'nın hırsızın günlüğü ile birlikte aldığım kısa fakat etkileyici romanın adı.
    gerçi gene genet'nın bu kitabın yazılışından çok süre önce son derece sert ve açık bir dille yazdığı günlüklerin ardından okuyunca kitabı, insan ister istemez basit bir melodramın içerisindeymiş gibi hissediyor kendini...

    tabi bunda james baldwin' in sayfalar dolusu uzun betimlemelerden ya da ana karakterlere dair psikolojik irdelemelerden uzak duran anlatımının yanında; ana karakterimiz david' in sanki yazarın iç dünyasını yansıtırcasına içinde bulunduğu gizli eşcinselliği, homofobiyi, çevresindeki her şeyi aşağılayan tutumunu gözler önüne sermesinin de etkisi büyük. insan 33 yaşına gelince, konu 50' lerde geçiyor olsa da homofobiye, gizliliğe tahammülü kalmıyor demek ki. neyse ki kahramanımız ikinci bölümle birlikte giovanni' nin odasına taşınıyor da; okuyucu olarak david'in aksine biraz nefes alabiliyoruz.

    --- spoiler ---

    hikaye, 50'lerin tutucu amerika' sından, sahte manevi değerlerinden kaçarak avrupa'nın bir nebze de olsa daha rahat olan paris'ine yerleşen beyaz erkeğin giovanni' nin çekimine karşı koyamayışıyla gelişiyor. david, giovanni'nin küçümsediği o değerlerden ve yargılardan uzaklaşsa da içindeki tipik aile kurma özleminden, normal olma takıntısından bir türlü uzaklaşamıyor. giovanni' yi ve geçici bir süre ayrı kaldığı kız arkadaşı hella' yı bir anlamda normal bir insan, toplumun kanıksayacağı bir birey olma hususunda istemeden de olsa kullanmış oluyor. bu bağlamda david' e acımakla nefret etme arasında gidip geliyoruz. acıyoruz çünkü, ırkçılığın ve homofobinin en yoğun olduğu bir dönemde, ideal amerikan ailesinin değerlerinin reklamlarla belirlendiği bir ülkede yetişen gizli eşcinselin (bir anlamda) kendi şeytanı ile mücadelesi yürek burkabiliyor. nefret ediyoruz çünkü david'in bu iç hesaplaşmasının en ağır faturası onu koşulsuz seven, hayalleri olan belki de bu sevgiyi son çıkış noktası olarak gören giovanni'ye kesiliyor. o güzel çocuk dolaylı da olsa david' in de katkısının olduğu giotine giderken, david' se ondan gelen son mektubu okumaya cesaret edemeyerek yeni hayatına doğru yola koyuluyor.

    aslında asıl katil, hırsız, ahlaksız ve bencil olan david gibiler. aşk hırsızlığı yapıp, onları seven insanların ellerinde kalan son umudu ve sevgiyi tüketerek ölüme terk edip katil olan onlar... gizli kuytu köşelerde her türlü ahlaksızlığı yapıp temize çıkmayı başarabilenler de onlar.
    zaman ve mekan değişse de karşımıza beklenmedik anlarda çıkabilirler. keşke david'in son derece yapmacık bir tavırla ayrılırken giovanni'ye kendine dikkat et demesinin üzerine giovanni' nin verdiği cevaptaki doğrulukla basitleşebilse ilişkiler...

    -keşke bunu bana tanıştığımız ilk gün söyleseydin...-

    --- spoiler ---
  • 1950’li yıllarda siyahi bir adamın eşcinsellik ile ilgili roman yazması büyük tartışmalara yol açmış olsa da tüm bu tartışmalara rağmen james baldwin, yeteneği ve cesaretiyle attığı adımı sürdürerek eşcinsel edebiyatının temel taşları arasında yerini almış.

    kitabı merak edenler için;

    https://www.instagram.com/…hl=tr&taken-by=bookogina
  • "belki herkesin kendine özgü bir cennet bahçesi vardı -bunu bilemiyorum- ama gerçek olan, kişinin cenneti tam anlamıyla yaşayamadan ateşten kılıcın karşısına dikildiği. ve sonra yaşamın onu cenneti anımsamak ya da onu tamamen unutmak seçeneğiyle karşı karşıya bıraktığı. öyle ya da böyle. anımsamak için güce gerek var; unutmak için ise çok farklı bir güce; her ikisini birden başarabilmek içinse kahraman olmak gerek: anımsamayı seçenler acıyı, içtenliklerinin hiç aralıksız ayaklar altında ezildiğini görmenin acısıyla çılgına dönmeyi göze almalı. unutma yolunu seçenleri bekleyense bir başka çılgınlık tutkusu; acıyı tanımamanın, içtenlikten uzak kalmanın getirdiği çılgınlık. insanlar çoğunlukla ya anılarına bağlı çılgınlar ya da her şeyi unutmaya çalışan çılgınlar oluyor. gerçek kahramanların bu dünyadaki sayısıysa çok düşük."
    (james baldwin, "giovanni'nin odası")
hesabın var mı? giriş yap