• insanlar özgürlüklerini değil, yalnızlıklarını kaybetmekten korkuyor…
    o yüzden ilişki anlayışları uzun soluklu maratonlardan kısa deparlara kadar düşmüş durumda. her kısa depar için ise ayrı bir motivasyon gerekli, her depar için yeni bir insan. öyle ya, aynı madalya için iki defa koşar mı insan? istediğini alınca uzaklaşıyor insan…
    sorumluluk almak, birini tanımak, hikayesini öğrenmek ve paylaşmak ise daha geleneksel bir yaklaşıma dönüşmüş durumda! neredeyse ayıplanacak!
    artık kimse kimse kimsenin hikayesini merak etmiyor, kimse kimseyi anlamak istemiyor, herkes sadece kendisinin anlaşılmasını istiyor. kendisini bile tanımadan! kendisini onaylatmak istiyor. onaylanmadığı sürece de acı çekip o kaosun içinde kalmaya devam ediyor. bunun adına aşk diyen de var! onu gerçekten anlamak isteyen insana da tahammülü yok. hiç olmadık birinin anlaması için de ömür harcıyor.

    “ihtiyaç kadarı” ile başlanan,
    “ ihtiyaç fazlası” ile sonlandırılan.
    “kaygıyı” gidermek için başlanan,
    “aşırı kaygı” ile son bulan.
    “yalnızlıktan” kurtulmak için başlanan,
    “aşırı yalnızlığa” dönüştüren, her ne kadar başlamadan bitmiş gibi gözükse bile, birisi için yarım kalmış ilişkiler…
  • bir yazı okumuştum, şöyleydi;

    ‘sadık kalmaya götü yemeyen, ailevi sorunlarım var diyor’
  • aidiyet duygusundan yoksun olunması, eskidenmiş o tek kişi ile ilgilenmek.

    bir kişiyi sevmek ve sadece onunla ilgilenmek insanlara zor geliyor, hep bir arayış halindeler.

    bu da bana uymuyor, benim için sevgi ve ilgi tek kişiye olur.

    ben bu çağa ayak uyduramıyorum, geniş olamıyorum.
  • vakit dar, insan çok, olanak çok.
    gereğinden fazla imkan var.
    o kadar fazla ki, fabrikada banttan geçen ürünlere dönüyor ilişkilerde insanlar.
    zaman ayrılmıyor, çünkü zaman yok. olsa da istek yok.
    tanıma çabası yok.
    klişeler ön planda, beklentiler arşa çıkmış, kimse diğerinin hikayesini dinlemiyor, dinlemek istemiyor.
    kimse emek sarfetmiyor çünkü gerek görmüyor.
    “the next please” devri bu.
    acı ama gerçek.

    şimdi yazacağım hikaye uzun. okumayı sevmeyen burada veda etsin.
    bu bizzat yaşadığım hikayeyi yazıp yazmamakta hep kararsızdım.
    dedim ki, belki okuyan 5 kişiden ikisine faydam olur.
    bir yerlerde, ruhun/beynin ücra bir köşesinde bir lamba yanar.

    1981 yılına gidiyoruz.
    izmir.
    öğretmenler gününde tüm okullar cumhuriyet bulvarında toplanmış.
    eylül 1980 askeri darbesi sonrası yani.
    ben izmir türk kolejindeyim. bunu yazmamın nedeni de hikayeyi daha iyi anlayabilmeniz.
    bir sıra ötede namık kemal lisesi.
    ortaokulu bizimle bitirip, ideolojik sebeplerden ötürü namık kemal lisesine geçmiş, günümüzün çok iyi bir tiyatro sanatçısı canım arkadaşım da orada.
    çaktırmadan onlara yanaşıyorum. sarılıyoruz arkadaşımla. kareli pileli eteğim, sessizce “burjuva dışarı” protestolarına yol açıyor. namık kemal devlet lisesi, ben özel okuldayım. takmıyorum. sarmaş dolaştan sonra kendi sırama dönüyorum.
    o zamanlar herkesin evinde telefon yok. hani şu parmağını çembere takıp da numaraları ağır ağır çevirdiğin telefonlardan.
    la long play(lp) veya 45'lik plaklar dinlediğimiz zamanları az geçip de kalem sokup, dolanan bantı toparladığımız kasetlere yeni geliyoruz.

    2-3 gün sonra o gün gördüğüm arkadaşım aradı. bizim sınıftan x(isimleri vermiyorum), seni pek bi beğenmiş, tanımak istiyor dedi.
    yaşım 16. hiç sevgilim olmamış. aklım havada.
    sen ne diyorsun dedim, görüşün nasıl.
    hiç bir boka yaramasa bile en azından senin her yere geç kalma huyunu düzeltecektir dedi.
    ki o zamanlar anket defteri diye soru-cevap defterleri modaydı, bu dediğini de içine yazmıştı.
    böyle başladı.

    ben alsancak'ta yaşıyorum, lise gurubumla o zamanın cafe bonjour müdavimiyim. o tepecik'te yaşıyor, annesiyle birlikte ve alsancak'ta tek gittiği yer cafe anatolia.
    bilenler bilir.
    ilk buluşma heyecanlı ve sancılıydı. ince uzun, çok bilgili, belli ideolojileri olan o, dolce vita hayatı yaşamaya çalışan ben. çok iyi masa tenisi oynardı, ben topun yuvarlak olduğunu bilirdim, o kadar.
    ben hüseyin rahmi, reşat nuri, eski türk edebiyatı eserlerini okurdum, o ataol behramoğlu, aziz nesin.
    o benim çevremi pek sevmezdi, ben de onunkinden sıkılırdım ama çok güzel sohbet ederdik, acayip tartışırdık da.
    böyle böyle derken 1982 oldu. el tutmaktan öteye gidilemeyen zamanlar. haftanın bir iki günü, önceden söz verilen yer ve zamanda buluşularak. bir keresinde kötü tartıştık. küsmeden ama küs gibi ayrıldık. ben keçi inat kendi konumda kör gibi direttim, o da diretti. sessizce evlerimize gittik.
    3 gün sonra, haksızlık ediyor olabilirim dedim, berbat da özledim.
    evinde telefon yok. hamama gitmeyi çok sevdiğini biliyorum.
    hani o kol kadar sarı telefon rehberleri vardı ya o zamanlar, ha aldım önüme, tepecik'teki tüm hamamları tek tek aradım. gittiği hamamı bulup haber bıraktım.
    biz gene buluştuk, daha çok sarıldık. aziz nesin'in bir kitabını hediye etti bana.
    karar verdik, ikimizin arkadaş ortamına birlikte katılıp, birlikte sorunları aşacağız.
    ve yaptık. 1983 geldi.
    o zamanlar izmir fuarında disco roof vardı. gündüz matineleri vardı( cidden vardı)
    ilk defa onunla gittim. o zamanlar diskolarda ilk önce yavaş(slow) parçalar çalarlardı.
    eagles, hotel california. ilk öpücüğüm. 2 koca yıl sonra. ayaklarım nerede, ben neredeyim, bilemedim. o kadar güzeldi.

    29.04.1983.
    onu son gördüğüm gün.
    doğum günüm. arkadaşlarımızla birlikte geçirilen şahane bir günün ardından, şahane veda öpücüğü.
    sonraki haftalar sessiz.
    her salı olduğu gibi cafe anatolia'da yok. kimse ne olduğunu bilmiyor. haber yok. hamama da epeydir gitmemiş.
    mezun olacağımız yıl.
    içim eridi, sarı çizmeli mehmet ağa ararken. ortalıktan apansız kaybolmayacağını biliyorum ama arayacak, bulacak yol yok.
    derken 3 hafta sonra kıbrıs şehitleri caddesinin sonunda arkadaşına rastladım.
    hoş beşten sonra soruma, “ iyi o, keyfi yerinde” diye cevap verdi.
    cevap kaçamaktı ama o anda bunu farkedecek durumda değildim.
    içim bin parça eve geldim. çaresizlik ve sorular kafamda, ilk üniversite günleri kapıda.
    iyi de, ben de o eski ben değilim artık. o gamsız değilim. hepsi yetmiyormuş gibi onu da deli gibi özlüyorum ve elimden hiç bir şey gelmiyor.
    kafamda binlerce soru. bu ülke, bu halk, bu düzen? beni bekleyen kurgu hayat. diplomamı alıp, bana layık görülen evliliği yapmak ve diplomamı duvara asmak?

    nihayetinde, daha önceki entarilerimde yazdığım gibi, ülkeme olan umudumu kaybedip,git gel derken berlin'e yerleştim.
    hatta evlendim, hatta iki oğlum oldu, hatta 20 yıl evli kaldım ve boşandım.

    yıl 2009.
    facebook' a ilk adım atışım. tüm arkadaşlarımı buluşum. 4 güne izmir'e uçuyorum, sadece hafta sonu için. daha önce bahsettiğim tiyatro sanatçısı arkadaşımın bir paylaşımına yorum yaptım.
    akşam geç vakitte yazdı…
    yıllar önce kaybolan…
    neşeli 3 satır.
    evlenmiş, 2 çocuğu var.
    havaalanından alabilir miyim dedi. tamam dedim.

    geldi. saçlar dökülmüş olsa bile aynı yüz, aynı ifade, aynı gülüş.
    sarıldık, konuştuk. benim istikamet karşıyaka. arkadaşım bekliyor.
    ara, az gecikeceğini söyle dedi. birlikte kahvaltı edeceğiz dedi.
    26 yıl öncesine 5 dakikada dönülür mü? evet. gene din, devlet, dünya sohbeti edildi.
    sanki 1983'de kalmışız.
    derken eşi aradı. beni aldığını söyledi. hiç soru sormadım.
    cüzdanını çıkarttı. içinden yırtık pırtık bir fotoğraf uzattı bana. benim mezuniyet, okul andacı için çektirdiğim kepli fotoğrafım. donup kaldım.
    kayboldu, beni bıraktı gitti, aradım bulamadım dediğim zaman hapishanedeymiş.
    onu bulup da zarar görmemem için herkese tembih etmiş.
    devrim sonrası. tırnaklarını sökmüşler, hücreye atmışlar. tanıdığım iki arkadaşı sağ çıkmamış.
    kendisi zatürre olmuş.
    fotoğrafımı hep koynunda taşımış. buradan sağ çıkıp onu bulacağım demiş. amacım bu demiş.
    koynuma yatırıp anlatacağım demiş.
    çıktığında hasta ve bitkin olmasına rağmen aramış.
    epeyce sonra gittiğimi öğrenmiş.
    yıllar sonra evlenmiş. hikayemizi anlatarak.
    2009 yılında hala yurt dışına çıkması yasaktı.

    beni karşıyaka'ya bıraktığında beynim durmuş gibiydi.
    döneceğim gün beni alana götürmek istedi. kabul etmedim. 26 yıl dedim, kimsenin suçu yok dedim. hayatımıza devam etmek zorundayız.
    sen olmasaydın canlı çıkamazdım dedi. sen olmasaydın ben şu anda diplomamı duvara asmış, dünyadan uzak, amaçsız, dertsiz ama mutsuz biri olacaktım dedim.
    gene de geldi.
    elinde bir paket. el bagajı dedi. sarıldı, öptü.
    uçak havalanınca açtım. kuş tüyü yastık. içinde de bir not: çalınan zamana inat, sarılıp uyumanı istedim. ben sana sarılıp uyuyamadım.

    hepsi bu.
    onca yıldan sonra ben bunu bir anda neden sizlere anlattım, bilmiyorum.
    belki çok ama çok sevdiğim bir insanın, ilişkiyi götürsün diye sarfettiği tek taraflı korkunç çaba beni üzdü, ya da artık kusmak istedim, bilmiyorum.

    olur da buraları okursan, yastığı hala kullanıyorum.
    değiştirmeye kalktım, uyuyamadım.
    ha bu arada, çok dakik biriyim artık,1983'den beri…
  • kendimden ve çevremden gördüğüm kadarıyla güven. sözüne güven, sadakatine güven, zarar verip vermeyeceğine güven...

    ben güvendim. hata ettim. insan bazı hataları yapmalı. başka türlü öğrenemiyor, tecrübe kazanamıyor. o yüzden pişman değilim fakat tekrar birine güvenebilir miyim? bilmiyorum. çünkü modern dünyada insanlar kadın erkek fark etmeksizin bir kişiye emek ve zaman vermek istemiyor. en az 4-5 kişi oluyor hayatlarında üstelik bu kişiler sürekli değişiyor. kırsalda durum daha feci.

    bu da bir kısır döngü yaratıyor. ya bu düzenin bir parçası oluyorsun ya da yalnızlığı seçiyorsun. gördüğüm kadarıyla bu yüzden yalnızlığı seçenlerin sayısı azımsanmayacak kadar fazla. bu da hiç adil değil. ama yine benzer şeyleri yaşamaktansa yalnız kalmak daha temiz ve güvenli.
  • insanların yol arkadaşı değil kendisine çocukluktaki gibi iyi gelecek bir ebeveyn arayışında olması olabilir mesela. "ben durayım o beni anlasın" "ben kendime çeki düzen vermeyeyim hatta saçmalayayım ama o bende özel bir şey olduğunu düşünüp yanımda kalsın" gibi. hasbelkader yaralar örtüşür de ilişiklik kurulursa, bu tarz ilişkiler de travma bağı olduklarından mütevellit bir türlü akmıyor. zira hiç kimse, kendi beklenti dağını karşısındakinin kucağına yığmadan evvel karşısındakiyle arkadaş olması, kendisini düzenlemesi, kendi alanını korurken karşısındakine de alan açması gerektiğine bile ayıkmıyor. baştan aşağı "beni görün, benim acımı dindirin, benim ağzıma emzik verin, benim karnımı doyurun" ne yazık ki.
  • geçmiş ilişkilerden ders çıkarıldığı sanılarak karşısındaki insanı olması gereken anlayıştan, ilgiden, sevgiden yoksun bırakmak.

    elbetteki tecrübe kıymetlidir. ama kimsenin geçmişindeki hayalkırıklıklarının faturasını bir başkasına kesmeye hakkı yok.
  • ne ekonomik kriz, ne kıskançlık, ne de gündelik kavgalardır.

    günümüz ilişkilerinin en büyük sorunu sosyal medyadır efendim.

    (bkz: sosyal medya)

    kişinin önüne etrafındaki kişilerin adeta bir katalog gibi serilmesi kişiyi sürekli alternatif arayışların içine sokuyor. hep zannediyor ki dışarda daha iyisi onu bekliyor. bu yüzden ilişkisinde ne zaman sorun yaşasa, bu sorunu çekmek yerine alternatiflere yönelmeyi tercih ediyor. fakat problem şu ki, bu aslında iflah olmaz bir kısır döngü. bir kere bu döngüye girerseniz düzgün bir ilişki elde etmeniz artık çok zor.

    biz söz vardı. diyor ki "bir b planınızın olmaması, a planına daha sıkı sarılmanızı sağlar". mevzu özetle bundan ibaret. biriyle ilişki yaşıyosanız sosyal medya etkisiyle alternatifler üzerine düşünmeyi bırakmanız lazım. yoksa dışardaki hayatı çok acı bi şekilde deneyimlersiniz efendim. benden söylemesi, gerisi size kalmış.

    hadi hayırlı işler.
  • bana göre top 5'i şu şekilde olan sorunlardır;

    - samimiyetsizlik,
    - hedefe giden her yolun mübah olması,
    - tarafların çok hesaplı davranması,
    - ne yardan ne serden geçilememesi,
    - başka kadın/erkek seçeneklerinin çok olması.
  • "hiç kimse gerçekten sevildiğine, sevileceğine inanamıyor. sahteliğin tüm zamanların rekorunu kırdığı bir devir."

    (bkz: franz kafka)
hesabın var mı? giriş yap