• "yönetmeni keşke sözlük yazarı olsada tartışsam ne yapmaya çalıştığını" diye içimden geçirdiğim,berlin film festivaline neden ve kimin getirdiğini anlayamadığım,karakterin üç bardak suyu içmesini,alakasız insanların kavgalarını uzun uzun göstermesine rağmen, karakterin geçmişine ait hiçbir dönüş yapmayan,anlatmak istediğini anlatamadığını düşündüğüm,bir sahnede ölen kadının nefes aldığını gördüğümüz,o kadar dökük giyinen,şişman görünüşlü karakterin son sahnedeki dönüşümünü (denize de gidiyormuş karakter demek ki mayo izinden) hayretle izlediğim,emeğe saygıdan dolayı "sıradan" diye geçiştireceğim, 98 yılında yapılmış film.
  • ingilizce adı * ile daha bir havalı duran film. bir konu da kafama takıldı ama sadece sine majestike mi mahsus diğer türk filmlerinde altyazı fasilitesi yok iken bunda niye koydular anlayabilmiş değilim.yoksa gavuru da gelir izler diye mi hesaba katıldı. yoksa sinemadaki kopyası yurt dışına mı gönderildi…

    neyse boş mevzular bunlar filme geçmeden evvel dikkatimi çeken başka bir husus ise yazılarını ilgiyle takip ettiğimibrahim türkün bu ayki altyazı dergisinde dile getirdiği üzere filmin yönetmenin filmle ilgili röportaj yapmaktan kaçınmasıydı. böylesi filmlerin zaten orda burada bir şekilde tanıtımı zor olduğundan sınırlı sayıda yapacağı söyleşiden de kaçınmasına ise şaşırmadan edemedim.

    madem altın portakaldan ödüllerle dönmüş bir film gidelim görelim diyerek tuttuk sinemanın yolunu.yukarda birçok suserin değindiği gibi biz de 7 kişi ile beraber izleme şerefine eriştik.filmle ilgili yoruma gelince

    --- spoiler ---
    film başlar başlamaz sarı iple uzun süre haşır neşir halindeki zeynep *in babası ile pek arası iyi değildir. bu hanım kızımızın babası iş yerinde yemeğini rakı eşliğinde içen ve at yarışı hastası bir adamcağızdır. hanım kızımız otelde temizlik görevlisi olarak çalışmakta ve boş zamanlarında yanından ayırmadığı sarı ipi fatiha suresi eşliğinde kendine özgü bir zikir biçimi geliştirerek boş zamanlarını değerlendirmektedir.neyse bu hanım kızımıza yangın bir genç arkadaş vardır.iş çıkışında onu trene kadar bırakacak kadar centilmen ve bir o kadar da sadık bir sevgili adayı. zaman zaman zeynep ile olan diyaloglarda zayıf kalsa da o kadar da fazla sırıtmamıştır bu filmde oyunculuğu.birbiri ile yolları geçen ikinci hikayedeki delikanlı ise karısı kaybetmiş bir ses teknisyenidir.bu arkadaş da bunalımlı zamanlarında inönü stadının ışıklandırıldığı zamanlarda kendi içsel yolculuğuna çıkmaktadır.karısının ölümünden dolayı kendini oradan oraya atmaktadır.fakat hanım kızımızla yolları beyaz bir bavulla kesişecektir.ve bu beyaz bavul her ikisinin de kurtuluşu olacaktır
    --- spoiler ---
  • hikayenin oluşması için gerekli şeyleri üstünkörü geçip gereksiz ayrıntıları uzuun uzuun gösteren kasıcı ve sıkıcı film. adamın yemek yemesi kızın elma soyması 3 bardak su içmesi gibi süper "sanatsal" atraksiyonlar var filmde. bütün bunların altında bir altmetin yatıyor; "sıçtık sanat oldu". altın buzağı ödülüne aday gösteriyorum.
  • bit osuruğu kadar anlamlı olan pekçok popüler sinema örneğini ve denemesini cık cık cık sesleri eşliğinde gözlemleyen sinema seyircileri için, bu kadar gürültülü, tantanalı, şaşaalı, boyalı, dolgulu, 3-d tadında hazlar verdiğini sanırken içimizi, beynimizi boşaltan filmlerden sonra, bir meleğin düşüşünün bu kadar sessiz, bu kadar tatsız, kokusuz, dokusuz, bu kadar uzak olmaması gereken film.

    karanlık, donup kalan film karelerini üç metre öteden konuşan birinin fısıltılarına kulak misafiri olmaya çalışır gibi takip etmeyi beceremeyip exit yazısını gözlemleyenler çok da ters bir iş yapmış sayılmazlar; çünkü en yoğun parfümün bile bir süre sonra kokusu alınmaz olur; bu, insan doğasıdır. yönetmenin yoğunluklu olduğuna inandığı ve üzerine "durup düşünmemizi/ derinleşmemizi" istediği sahneleri anlamlandırabilmek için biraz daha uyarana, biraz daha harekete ihtiyacımız vardı. kaldı ki, gerçek hayat bu kadar yavaş değil. (bir kaplumbağa gibi yaşayan ben bile bazen yeminimi bozup seri ve hızlı hareketler yapabiliyorum!) bilemiyorum, belki de ben greenwich meridien time'a göre düşünen zavallı, dar perspektifli bir faniyim; uzay zamanına göre düşündüğüm zaman her şeyi anlamış olacağım. kameradan görenin uzay zamanına göre düşündüğünü varsayalım o zaman...

    bir de bu filmi insanlardan uzaklaştığınızı, melankoliye kapıldığınızı ve kendi içinize doğru düşmeye başladığınızı hissettiğiniz zamanın üç beş birim yakınında seyretmeyiniz. şahsen bu filme bir melek nasıl düşüyor, niye düşüyor, onu seyretmek için gitmiştim, adına da vurularak filmin. yoldan geçen tanımadığım insanların akıllarını, geçmişlerini akıl yürütme yoluyla okuduğumu bilirim..ancak, bu filmden ise tam tersine, başının ve sonunun sonsuza giden asimptotlar gibi havada kaldığı, hiçbir doyum noktası umudunun bile içimde yeşermediğini düşünerek boynubükük çıktım... hiçbir şeyi tam olarak anlayamadım. niçin? sorusu, vahşi kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmak için şarkılar söyleyen solcular kadar bağsız, alakasız durdu da durdu aklımda. ahah, tamam anladım, şimdi anladım. melekler boşlukta süzülen zerrecikler gibidir, bağsız, alakasız; o yüzden düşmesi de durması gibi oluyor.

    (bkz: i need to feel)

    (bkz: yazar burada ne demeye calismis)
  • semih kaplanoglu'nun dört dörtlük filmi herkes kendi evinde'den sonra hayal kirikligi yaratan film. böyle film izlenmesin, yapilmasincilardan olmamakla beraber, beklentileri karsilayamadigini düsünüyorum. herkes kendi evinde'deki hikayenin insa edilisiyle bu filminki arasinda "ayni yönetmen mi yapmis?" diyebilecek kadar çok fark var. yine de sonraki filmlerine dair umut veren seyler de var filmde; sahsen gittigime pisman olmadim, ama yine de eksik kaldi bir seyler.
  • atilla dorsay in "patates soymanin nesi dramatik" sözü ile polemik konusuna dönüsturdugu film... semih kaplanoglu ise filmin dvdsinin kapagina bu sozu koymayi planliyormus...
  • yirmidorduncu uluslararasi istanbul film festivali ulusal yarismasinda jüri özel ödülünü kazanmistir.
  • kırkikinci antalya altın portakal film festivali; uluslararası yarışmada memleket adına yarışacak film.
  • gerçek bir sinema filmi yönetmeni olduğunu düşündüğüm semih kaplanoğlunun; ilginç bir denemesi.

    kurguda bazı mantıksızlıklar olmasına rağmen; farklı bir renk izleme adına, hayatı farklı bir frekansta izlettiren bir film.

    semih, sinema adına çaba gösteren; varını yoğunu bu işe adayan bir yönetmen.
    sonradan olma sinemacılar içinde takdir ile izlediğim biri..tüm bunları bilerek; meleğin düşüşü ne olursa olsun izlenmesi gereken bir film..farklı beklentileri olan çoğunluğa seslenmesi zor bir film...semih in de böyle bir derdi olduğunu zaten sanmıyorum..dolayısıyla, sinemacının amacına uygun bir film olmuş...
hesabın var mı? giriş yap