• (bkz: pil ısırmak)
  • japonların evlenen gelin ve damada para takma adetini ince bir farkla uyguluyor olmalari.

    en yuksek banknot 10,000 jpy; ya 1 adet, ya da ardışık tek sayıda banknot takilabilirmis. 2 adet ya da 4 adet vb. takmak hakaret gibi gorulurmus.

    bunun sebebi, kolayca bolusebilecekleri sayida para takmak "kolayca mal paylasimi yapip ayrilabilirsiniz" anlami tasirmis, bu yuzden paylasmasi zor olsun, tek cuzdan olsun diye tek sayida banknot takarlarmis.
  • mumun su itici özelliğinden yararlanarak mum ve saç kurutma makinesi ile kumaşlara su itici özellik kazandırılabilir. mesela ayakkabınıza.

    önce mumu istediğiniz kumaş yüzeyin üstüne sürtüyoruz ve pastel boya gibi kalıntılar bırakmasını bekliyoruz. çok abanıp bembeyaz yapmayın ama. daha sonra saç kurutma makinesi ile ısıtıyoruz ki mum eriyip kumaş emsin.

    kumaş daha su ememeyecektir ve üstüne damlayan su kayıp gidecektir.
  • türkiye'nin uluslararası telefon kodunun bir zamanlar +90 yerine +36 olduğunu öğrenmek. +36 şu an macaristanda. kaynak
  • semavi bir din olan yahudilik'te öbür dünya inancının olmaması. evet yahudilere göre cennet ve cehennem yok.
  • burada yazılan bir bilginin genel olarak ufku iki katına çıkarmayacağını kabul ediyorum. ama örneğin; astrofizik alanında yazılan bir bilginin bu alanda, müzik ile ilgili bir entry'nin de müzik alanında ufkunuzu iki katına çıkarabileceğini düşünüyorum. bu görüşe sığınarak, müzik dünyası ile ilgili derlediğim ufuk açıcı birkaç bilgiyi paylaşmak istiyorum.

    ***

    offspring: grup, 10 yıllık çalışmanın ardından efsane s.m.a.s.h albümünü çıkarır ve kimsenin beklemediği bir başarı yakalar. özellikle 1987'de "bizden bir bok olmaz" diyerek gruptan ayrılıp hayatına bir jinekolog olarak devam eden davulcu james lilja'nın bu başarıyı öngöremediği kesindir.

    ***

    stairway to heaven: 70'lerin sonu 80'lerin başında londra'da, capital 95.8 fm'de friday night rock show isimli bir program yayınlanmaktadır. her hafta telefon oylarıyla haftanın favori parçası seçilir ve programda çalınır. birkaç hafta sonra programın sunucusu şu anonsu yapmak zorunda kalır:

    "stairway to heaven'ı çalacağız! size garanti ediyorum ki stairway to heaven'ı çalacağız! şimdi, lütfen çalmamızı istediğiniz ikinci bir şarkı için oy kullanın!"

    ***

    we will rock you - brian may: national public radio'dan terry gross ile yaptığı bir röportajda brian may, astrofizik diplomasının bu parçanın ritmini kaydederken büyük yardımı olduğunu söyler. şöyle anlatır:

    "bir fizikçi olarak şunu düşündüm; bu ritmi yapan bin kişi varsa ses nasıl çıkmalı? ayakların yere vurmasını duyarken ses belli bir uzaklıktan geldiği için efekt varmış gibi çıkacak. bu yüzden ritme tekrarlar ekledim. yankı efekti değil, farklı mesafelerden gelen tekil tekrarlar. kullandığım mesafelerin hepsi de asal sayılardı. böylece, bir kalabalığın ortasında el ve ayak vurmaları dinliyormuş hissiyatı yarattık. şimdi bunun için özel cihazlar yaptılar."

    ***

    bohemian rhapsody: grup ingiltere'de popüler olan ve grupların, şarkıcıların çıkıp playback yaptığı top of the pops programına bohemian rhapsody için bir video hazırlayıp gönderir. çünkü bu şarkıyı canlı söylüyormuş gibi yapmak imkansızdır. yayınlandığında video büyük sansasyon yaratır, görülmemiş bir promosyon başarısı sağlar. program bu videoyu aylarca tekrar tekrar yayınlar ve şarkı da listelerde en üst sıralarda kalır. bu durum ingiltere'de bir trend yaratır ve gruplar canlı performanslara çıkmak yerine videolar hazırlayıp göndermeye başlar.

    bu yüzden 1981'de mtv yayın hayatına başladığında, yayınladığı videoların büyük çoğunluğu ingiliz sanatçılara aitti.

    ayrıca yönetmen growes'un bohemian rhapsody klibinde kullandığı temel efektlerden biri "thunderbolts and lightning" bölümünde yer alan, o zamanın imkanlarıyla kamera lensinin önüne prizma koyarak yapılan görüntü çoğaltma efektiydi. diğeri ise kamerayı monitöre doğrultarak elde edilen, şarkıcının görüntüsünün basamak basamak sonsuza doğru gittiği efektti. bu basit hamleler sayesinde video, o dönem için yüksek teknolojili ve çağın ötesinde görünüyordu.

    ***

    smoke on the water: vh1'ın classic albums röportajına göre albüm kaydedilirken grubun parası kalmaz. kiraladıkları stüdyodaki süreleri biter ancak bu şarkıyı kaydetmek için birkaç gün daha kalmak zorundadırlar. kayıt sırasında polis kapıya dayanır grubu dışarı atmaya çalışır.

    ***

    yesterday: bir görüşe göre mccartney bu şarkıyı annesi için yazmıştır. annesinin ölümünün ardından ömür boyu pişmanlık duyacağı "şimdi onun parası olmadan nasıl yaşayacağız!" gibi bir tepki veren paul (babası o sırada işsizdir) "why she had to go i don't know she wouldn't say / i said something wrong, now i long for yesterday" satırlarında bu olaya atıfta bulunur.

    ayrıca the beatles bu parçayı konserlerde çalacağı zaman mccartney sahneye akustik gitarıyla tek başına çıkardı. ancak japonya konserinde gruba, seyircinin bunu kabalık olarak algılayacağı söylendi ve ekip yeni bir aranjmanla bu konserlere özel olarak elektro gitar, bass ve davul eşliğinde parçayı seslendirdi.

    ***

    sympathy for the devil: "whoo - whoo" şeklinde ilerleyen arka vokaller, richard'ın kız arkadaşı anita pallenberg'in fikridir. pallenberg, kayıtlar sırasında kendi kendine bu şekilde mırıldanırken, bu vokal grubun hoşuna gider ve şarkıda kullanmaya karar verirler.

    ***

    november rain: 1990'da, steven adler'in yerine tori amos'un davulcusu matt sorum ekibe katılır. sorum'un klasik müzik eğitimi gruba ayrı bir hava katar ki bunun da en güzel örneğini november rain'de görebilirsiniz. matt şöyle anlatır:

    "gruba katıldığımda o kadar da dinamik değillerdi. gürültülü müziğe odaklanmış bir rock grubuydu. ben ise klasik müzik eğitimi almıştım. söylediklerim onlara çılgınca geliyordu. 'burada pianissimo instrumental olmalı ve tam burada da mezzo forte' dediğimde cevap 'ne?!?' oluyordu.

    pianissimo, kısık sesli demek. ve burada mezzo forte olacak. bu da orta şiddette demek. şimdi double forte giriyoruz, bu demek ki, tamam, normal ses seviyesine dönün... tüm bu bölümleri gruba anlattım ve dedim ki 'bu bir yolculuk olmalı. bu şarkıyla insanları bir yolculuğa çıkarmalısınız.' işte november rain'de tam olarak bunu yaptık."

    ***

    dream on - steven tyler: dream on, aerosmith tarafından yayımlanan ilk single çalışmasıdır. grubun menajeri onları bir eve kapatarak ilk albümleri için şarkı yazmaya konsantre olmalarını ister. steven tyler yaklaşık altı senedir, parça parça bu şarkı ile uğraşmıştır ve sonunda ekip arkadaşlarının da yardımıyla parçayı bu evde bitirir. yeni alınan rmi klavye büyük katkı sağlar. tyler bu klavyeyi, kaldıkları evin hemen dışında bir çantanın içinde bulduğu parayla alır, ancak arkadaşlarına bundan bahsetmez. haydutlar çantayı aramaya geldiklerinde de salağı oynamaya devam eder. tyler'ın o dönemlerde "kendisinin olmayan şeyleri almak" gibi bir alışkanlığı vardır. ilk konserlerinde bir öğrencinin dolabından nipmuc high tişörtü aşırır. officer's club performansından sonra ödemeyi almaya gittiklerinde de ofiste kapının yanında bir projektör görür ve raymond ile birlikte onu da aşırırlar. bu olay sonucunda officer's club grubun işine son verir.

    şarkının ilk canlı performansı 1971 kasımda shaboo inn'de gerçekleşti. bu konsere karşılık 175 dolar alan gruba bir şişe de cin verilmişti.

    ***

    another one bites the dust: rocky 3'ün çekimlerinde, rocky'nin antremanı sırasında ilk başta bu şarkı kullanılmıştı ama yapımcılar gerekli izni alamadıkları için sylvester stallone, survivor ile orjinal bir şarkı yazması için anlaştı ve eye of the tiger ortaya çıktı.

    ***

    my generation: roger daltrey'de kekemeliğini az çok kontrol edebiliyordu. o dönemin mods güruhuna adanmış bu şarkıyı kekeleyerek söylemesinin asıl sebebi menajerinin (kit lambert), parçayı speed etkisindeki bir genç gibi söylemesini istemesiydi. şarkı stüdyoda iki kez kaydedildikten sonra ikili arasında aşağı yukarı şöyle bir konuşma geçer:

    k.l: kekele!
    r.d: ne?!
    k.l: kelimeleri kekeleyerek söyle! böylece sesin haplanmış gibi çıkacak.
    r.d: ouw, olduğum gibi yani...

    ***

    nikki sixx: 1986'da, londra'da bir torbacının evinde doz aşımı yaşar. torbacı beyzbol sopasıyla vurarak kalbinin yeniden atmasını sağlamaya çalışır, başarısız olunca da sixx'i yakındaki bir çöplüğe bırakır. her nasılsa, bir süre sonra çöp konteynerinin içinde uyanan sixx, dancing on glass isimli şarkıda "valentine’s in london, found me in the trash" sözleriyle bu olaya gönderme yapar.

    1987'de mötley crüe, guns n’ roses ile birlikte appetite for destruction turnesine katılır. bir gece slash'in otel odasında yine aşırı dozda eroin alır. slash'in kız arkadaşı (slash'in bu sırada odada olmadığı söylenir) tarafından çağrılan sağlık ekipleri odaya geldiğinde güçlükle nefes almaktadır. hastane yolunda sixx'in nefesi kesilir ve iki dakika boyunca kalbi durur. ancak sağlık ekipleri müdahaleye devam ederek sanatçıyı yaşama geri döndürür. hastanede uyanan sixx, burnundaki tüpleri sökerek kalkar ve hastanenin otoparkına kaçar. üzerinde sadece deri pantolonuyla otostop çeker ve evine ulaşır. burada da kendisine bir doz şırınga eder ve o şırınga kolunda sallanırken uyur halde bulunur. bu olayın basına yansıması üzerine grup üyeleri rehabilitasyona girer. 1989'da yayımlanan kickstart my heart albümünün ilham kaynağı bu olaylar olmuştur.

    ***

    seven nation army: melodinin spor dünyasında popüler olmasını sağlayan, 2006 dünya kupasında tribünlerde yer alan italyan taraftarlardır. o dönem italya'nın kupayı alması için 7 ayrı ülke takımını yenmesi gerekiyordu ve bu duruma atıfta bulunan tezahurat, italyan seyircilerin coşkusu ile birleşince büyük bir etki yarattı. bu başlangıcın ardından öyle hızlı yayıldı ki, şarkı italya listelerinde yeniden 3. sıraya yükselirken melodisi tüm dünyada gollerin ardından tribünlerde ve stadyumlarda tercih edilir oldu.

    ***

    keith moon: pencerelerden, otel odalarından, binaların tepesinden aşağı mobilya atma ve nesneleri ateşe verme alışkanlıkları olan davulcunun asıl tutkusu ise, içine patlayıcı yerleştirdiği klozetleri havaya uçurmaktı. bu tutkusunu otel odalarına da taşıyan moon toplamda yaklaşık 500.000 dolar zarara sebep oldu ve holiday inn, sheraton, hilton gibi otellerin tüm şubeleri ile waldorf astoria'ya girmesi yasaklandı. hatta bir defasında otel yönetiminden müziği kısması yönünde uyarı aldığında müdüre yukarı gelmesini, tuvaleti onun gözleri önünde havaya uçurmayı teklif etti. ardından müziğin sesini yeniden açarak şöyle söyledi: "this is the who!"

    ***

    runaway train: şarkının da önüne geçen klip sayesinde pek çok kayıp insan (son belirtilen sayı 26'dır) ailesine kavuşur.

    bunun dışında kayıp kızlardan biri soul asylum'a, kötü muamele gördüğü bir eve geri dönmek zorunda kaldığını, hayatını mahvettiklerini yazar.

    eve dönen çocuklardan bir diğeri ise annesi tarafından bir tartışmada öldürülür.

    ***

    paranoid android: 2006'da ok computer albümünün tamamının reggae uyarlamasını yapan easy star all-stars için en zor şarkı paranoid android olur. çünkü yapımcı michael g'nin söylemiyle parça "4/4 ve 7/8 arasında 13 kez gidip gelmektedir."

    ***

    smells like teen spirit: bikini kill solisti kathleen hanna, cobain'e şarkının ismi için fikir veren kişidir. bir gece seattle sokaklarında içerek ve graffiti yaparak dolaşırken, kürtaj kliniği olarak görünürken aslında kadınlara kürtaj yaparlarsa cehenneme gideceklerini anlatan dini bir merkez olduğuna inandıkları bir binanın önünde dururlar. hanna'nın bekçiliğinde kurt duvara "god is gay" yazar. iyice sarhoş olan ikili kurt'ün dairesine geçer. burada keçeli kalemle yatak odasının duvarını yazılarla dolduran hanna, sonunda kalem elinde sızar. yazdıklarından biri de "kurt smells like teen spirit" olur. courtney love'dan önceki dönemde cobain, bikini kill'den tobi vail ile beraberdir. vail, teen spirit isimli bir deodorant kullanıyordur ve hanna duvara yazdığı yazıda aslında bu kokunun cobain'in üzerine de sindiğini ima etmektedir (kurt, teen spirit kokuyor).

    hanna'nın anlattığına göre bundan 6 ay sonra cobain'den bir telefon gelir, duvara yazdığı yazıyı şarkı sözü olarak kullanmak için izin ister. hanna izin verir ancak bir yandan da şöyle düşünmektedir: "kurt teen spirit kokuyor cümlesini nasıl şarkı sözü olarak kullanabilir ki?"

    kurt şarkıyı yazdığında teen spirit'in genç kızları hedefleyen bir deodorant markası olduğunu bilmiyordur. hanna'nın, kendisinin asi ruhuyla ve gençliğe ilham olmasıyla ilgili kompliman yaptığını düşünür. bunun sonucunda "teen spirit" sözleri şarkının içinde geçmese de deodorantın satışları birdenbire yukarı fırlar.

    ***

    i will survive: her ne kadar terk eden sevgiliye demet akalın tarzı ayar verme marşı haline getirilmişse de aslında motown records'da 7 yıl şarkı sözü yazarlığı yaptıktan sonra bir anda işinden kovulan dino fekaris tarafından, bu olaydan yola çıkarak yazılmıştır. kendini işsiz bir şarkı sözü yazarı olarak bulan ferakis, birkaç gün sonra odasında televizyonu açar ve kendi yazdığı generation isimli şarkıyla karşılaşır. birden kendine güveni geri gelir. yatakta zıplayarak "başaracağım, tek başıma şarkı sözü yazarı olacağım, hayatta kalacağım!" der.

    ***

    the sound of silence: national public radio'dan (npr) terry gross ile yaptığı röportajda paul simon şarkıyla ilgili şunları söyler:

    "bence şarkılar sadece sözlerin anlattığından değil, aynı zamanda müziğin ve sesin anlattıklarından oluşur. benim düşünceme göre eğer doğru melodiyi bulamazsanız, ne söylemeye çalıştığınızın bir önemi yoktur, insanlar onu duymazlar. insanlar, ancak müzikle onlara ulaşır ve onları düşünmeye itersen duymaya uygun hale gelirler. gerçekten, the sound of silence'ın kilit özelliği melodinin ve kelimelerin basitliğidir. sözler toydur ama 21 yaşındaki birine göre de fena değildir. arkasında sofistike bir düşünce yoktu, sanırım üniversitede okuduğum bir şeylerden esinlenmiştim. derinlemesine yaşadığım bir deneyim de değildi -kimse beni dinlemiyor, kime kimseyi dinlemiyor- ergen serzenişi gibi, ama doğruluk payı da yadsınamazdı ve sonuçta milyonlarca insanın aklında çınladı. çoğunlukla, basit ve eşlik edilebilir bir melodisi olması sayesinde."

    ***

    riders on the storm: jim morrison life, death, legend isimli kitabında stephen davis'in anlattığına göre jim, florida state üniversitesi'ne giderken 450 km uzakta, clearwater'da yaşayan mary werbelow adında bir hanımla görüşmektedir. mary'nin yanına gitmek için jim genellikle otostop çeker (jim, mary'nin ilk aşkıdır. tanıştıklarında mary 17 yaşındadır. 60'ların başlarında, 3 yıl boyunca birbirlerine olan bağlılıklarıyla dikkat çekmişlerdi. jim'in ölümünden sonraki 40 yıl boyunca, the doors filmini yönetecek olan oliver stone dahil pek çokları mary ile konuşmak istedi, büyük paralar teklif edildi ancak mary hepsini geri çevirdi). kitapta şöyle anlatır:

    "bu tozlu ve sıcak florida yollarındaki seyahatler; başparmağı havada, hayal gücü arzu, şiir, nietzsche ve tanrı bilir daha nelerle kavrulurken -maganda kamyoncular, kaçkın eşcinseller ve yağmacı motorcular- jimmy'de silinmez ruhsal yaralar bıraktı. bu noktadan sonra not defterinde takıntı haline gelen karalamalar, yalnız otostopçu tasvirleri, yüzü olmayan, tehlikeli, şiddetli fantezilere sahip bir yabancı, bir gezgin olacaktı: yoldaki katil."

    ***

    janis joplin: university of texas'ta okurken yoğun şekilde akran zorbalığına maruz kaldı. öyle ki 1963'te kampüsün en çirkin erkeği seçildi. bu olaylar texas'ı terkedip san francisco'ya taşınmasına sebep oldu. yıllar sonra texas'ta verdiği konserde coşmakta olan seyirciye döndü ve "ben bu şehirde okurken kimse bana böyle davranmamıştı" dedi.

    idolü blues şarkıcısı bessie smith'ti. smith'in mezar taşının olmadığını öğrenen joplin, üzerinde "the greatest blues singer in the world will never stop singing" yazan bir mezar taşı yaptırdı.

    ***

    hey joe: hendrix'e ait eski versiyonunda, vokal yeteneği konusunda her zaman güvensiz olan hendrix'in kendi sesini kulaklıklardan duyduktan sonra "oh, goddamn!" dediğini duyabilirsiniz. sonrasında chas chandler'a döner ve "hey, vokali biraz kısıp müziği arttıralım" der.

    ***

    where the wild roses grow: nick cave, haziran 2008 q dergisi röportajında şarkının hikayesini şöyle anlatır:

    "where the wild roses grow'u, onu (kylie) hayatımda bir yere koyabilmemin mümkün olup olmadığını görmek için yazdım. kylie'nin bölümünü blixa bargeld'in söylediği kötü bir demo gönderdim ve menajerinin hiç hoşuna gitmedi. bunun delilik olduğunu söyledi. ama o dinledi ve evet dedi."

    2014 the daily telegraph röportajında ise şöyle devam eder:

    "bu şarkıyı yapmayı kabul etmesi bir mucizeydi. sanırım menajeri pek memnun değildi bu durumdan, biz stüdyoda takılan bir grup junkie idik neticede. sonra o, kapıdan içeri girdi; hayat, aşk ve neşe doluydu."

    ***

    edit: hacipsilo -hak etmediğim halde- kibar bir dille uyardı. nowember rain yazmışım. rezilliğimi bilin istedim.
  • kutup dairesinin anlamı nedir?

    bu daire içinde her noktada yılda en az bir gün güneş doğmaz, yine en az bir gün de güneş batmaz.
  • insanoğlunun salaklığı ile yok ettiği şeyler.
    misal:
    singapur taşı
    13. yüzyıla kadar uzanan tarihi ile ve üzerinde henüz deşifre edilmemiş yazıtlar bulunan bu antik kaya singapur nehrinin girişinde dikili idi. 1843 yılında bölgeye gelen ingiliz koloni ordusu bu antik kayayı british museum'a kaldırmak veya alıp başka yere koymak yerine başka bir şey yaptı.
    o bölgeye kale yapılması gerekiyordu ve kayayı havaya uçurup hem kanalı genişlettiler hem kalıntıları kale yapımında kullandılar.
    kalan bir kaç parçası müzelerde sergileniyor.
    aha

    bir diğer salaklık ise amerika'dan.
    bundan yaklaşık 3500 yıl önce günümüz florida bölgesinde bir selvi ağacı tohumu toprağa düşüyor ve tutuyor. bir kaç milenyum gördükten sonra 36 metre yüksekliğe ulaşıyor. neler görüyor neler, yüzyıllar geçiyor, savaşlar, medeniyetler, depremler, peygamberler. en sonunda amerikan başkanı ona bir 1929 yılında onurlandırıyor ve ağacın adı "senatör ağacı" oluyor. gelgelelim 2012 yılında sara barnes isimli bir hanımefendi ağaca tırmanıyor. yükseldikçe ortalık biraz kararıyor ve önünü görmek için ateş yakıyor. birden ateş yaprakları ve dalları kaplıyor ve o binlerce yıl direnen ağaç pofff diye yanıp kül oluyor bir kaç saat içinde.
    hanımefendi tutuklanıp hapse atılıyor.
    aha

    19. yüzyıla kadar benin şehri dünyanın en büyük şehirlerinden birisi idi. portekizli gezginler süslü evleri, geniş caddeleri ile bu şehrin lizbon'dan büyük olduğunu kayda geçer. şehrin merkezinde de oba'nın sarayı yer alıyordu. saray o kadar muazzamdı ki avrupalı oymacılar benzerlerini floransa gibi şehirlerde işlediler.ta ki yine sömürgeci ingilizler gelip yakana dek.
    1892 yılında ingilizler benin yönetimi ile bölgeyi sömürmek karşılığında barış imzaladılar. yöneticiler ingiliz kurallarına pek uymayınca ingilizler 10 asker gönderir ama hepsi öldürülür. bunun üzerine ingilizler bir ordu gönderir ve 17 günlük çarpışmanın ardından ingiliz ordusu kenti ve sarayı yakıp yokeder, şehir yağmalanır.
    aha

    urmia gölü iran'da yeralan ve bir zamanlar dünyanın en büyük tuz göllerinden birisi olan muhteşem bir göldü. müthiş manzarası, iyileştirici çamurunda insanlar eğleniyor, yüzlerce küçük adasında değişik türde hayvanlarla çok turistik bir yerdi 90lara kadar. ancak hem gölü besleyen nehirler üzerinde kurulan barajlar, hem tuz endüstrisinin olayı abartması sonucunda göl kurudu ve çöle döndü. gölü kurtarmak için milyonlarca dolar harcansa da ölen öldü bir kere. bize ders olur umarım.
    bir zamanlar şu görüntü ile meşhur olan göl artık şu görüntü ile arzı endam ediyor.
    aha

    bundan 15 bin yıl önce fransa'nın güneyinde bir mağarada yaşayan üç-beş insan mağaranın duvarlarına resim çizmeye karar verirler. çizdikleri resimler günümüze kadar çok iyi durumda kalır. ancak 1992 yılında yöresel protestan gençlik derneğine üye 70 kadar genç "civardaki mağaralardaki grafitileri temizleme ve tarihi koruma" gibi ulu bir uğraş bulur kendine. ellerinde tel fırçalarla mağaralara dalan enerjik ergen dangalaklar bu antik çizimleri de bir güzel silerler ve arkeoloji dalında ig nobel ödülü alırlar.
    aha

    tabi bütün bu salaklıkların zirvesinde elbette vahhabilik mezhebine mensup suudilerin mekke'deki tarihi hemen hemen tüm eserleri yerle bir etmesi(ebu bekir zamanından kalma camiyi yıkıp yerine atm koymak gibi) ve işid denen dangalak sürüsünün gördüğü her antik kalıntıyı havaya uçurması var. büyük ödül kesinlikle onların.

    debedit: iğneada'ya tam da subasar(longoz) ormanlarının, doğal hayatı koruma alanlarının ortasına nükleer santral yapacak zihniyet için mansiyon ödülü hazırlamak lazım.

    edit: gün geçmiyor ki insanoğlunun salaklıklarıyla ilgili yeni bilgiler öğrenmeyelim canlar.
    sozlesmeyi kabul ediyorum dostun eklediği bilgiyi de dipnot ekleyelim:

    "mayalar bataklık yakınlarında yerleşirlermiş. bunun sebebi de tarım için bataklık çamurunun daha verimli olmasıymış. hatta bu nedenle sık sık bataklık yakınlarında yerlere göç etmişler.
    bu kadar zeki bir topluluk olan mayalar piramit düşkünüymüş. piramit dediysem öyle mısır piramitleri gibi yüksek değil. kendi çapında yüksek piramitler.
    gelgelelim bu piramitlerin merdivenlerini kireçtaşı ile yapmaya başlamışlar. bu nedenle ağaç kesmeleri gerekmiş. tam bataklık yanına yerleşeceksin, piramit yapacaksın derken kesilen ağaçlar yüzünden bataklıklar kurumuş ve tarım bitmiş. bu salaklar akıllanmayıp göç ettikleri yerlerde de aynısını yapmaya kalkıyorlar ve sonunda tarım arazilerinin elverişsizliği nedeniyle mayalar yok oluyorlar."

    bir diğer ultra salaklık örneği de fullgigabyte dostumuzun katkısıyla:

    "bamyan buda heykelleri doğu afganistan'da kayalara oyulmuş 2 dev heykel. taliban 2001 yılında dinamitle havaya uçuruyor hangi akla hizmetse. ulan yüzlerce yıl islam hakimiyetinde kalan bu topraklardaki bu eserleri havaya uçurmak kimsenin aklına gelmedi de sen nereden alıyorsun fetvayı?"
  • (bkz: burası dingonun ahırı mı/#56036143)

    burası dingo'nun ahırı mı sözünün kaynağı..

    bu sözün hikayesini anlatayım size dur.. zamanın behrinde atlı tramvaylar varmış gençler.. şöyle şeyler..

    faytonun çok oturgaçlısı işte; aha böyle..

    işte istanbul'daki bu tramvaylar şişhane'de bulunan yokuşlardan tırmanabilmek adına azapkapı'dan yardımcı at alıp öyle devam ederlermiş yollarına..

    tramvaylar yardımcı atlar sayesinde taksim'e kadar gelirmiş.. burada tramvaylardan çıkartılıp boşta kalan atlar da bir ahırda bir süre dinlendirilip herhangi başka bir tramvaya bağlanmadan boş şekilde azapkapı'ya tekrar gönderilirlermiş..

    taksim'deki malum ahırı da dingo isminde rum bir vatandaş işletirmiş.. gün içinde sayısız atın girip çıkmasından ötürü de dilimizdeki ''burası dingo'nun ahırı mı, giren çıkan belli değil'' sözü buraya ve buradaki dingo dayı'ya bağlanırmış..

    dingo bir hayvan değilmiş hasılı*.. "dingonun ahırı" değil, "dingo'nun ahırı" diye yazılması gerek aslında..
  • pyrus calleryana süs armudu da denen ağacın kokusunun sperme benzemesidir efendim. öğle molalarında ofisin bahçesinden buram buram gelen kokunun kaynağının o olduğu anlaşılması ile ufkuma yeni ufuklar açılmıştır. `(bkz: sperm agaci)
hesabın var mı? giriş yap