• bence yasaklanması gereken belgeseldir. ya da sadece orta sınıf pek şiddetle alakası olmayacak insanlara "ah vah" desin diye izletilmeldir. bu belgeseli izleyecek yoksul bir kürt gencinin halini düşünemiyorum, sinema salonundan eve varana kadar o acayip değerli trafik kaskolarımızın ebesini defalarca ağlatırdı.

    böyle bir belgesel işte, ben yanlış mı saydım içinde 3 tanesi o cezaevine girmeden önce milletvekilliği yapmış. hani şu bizim şişman sülo'nun zincirbozan günleri diye 30 gazetenin ortalama 15 gün süren yazı dizileri ile yazarken, ahmet türk, nurettin yılmaz, tarık ziya ekinci gibi insanlar diyarbakır cezaevinden bok çukurlarında günlerini geçiriyorlarmış.

    kendini yakan 4 insanın bağırışları benim kulağımda, "bu bir eylemdir" , "bu bir protestodur" bir yandan yanarken boşa gideceği korkusuyla derdini duyurmaya çalışıyorsun. 4 insanı birbirinden ayırıyorlar yandıktan sonra kafa kaya verip sarılmışlar.

    ey yükselen tük milliyeçisi, sen hala otomobilim de, ananızı sikeriz de, götünüzü sikeriz de (ki bu copla sürekli olan birşeymiş) adam orada kendini yakmış, o alevi sen öfkeyle, küfürle söndüremezsin, söndürmeye çalıştıkça o ateş daha fazla harlayacak.

    kesinlikle yasaklanması gereken bir belgesel, mal varlığımızı korumanın başka bir yolu yok.
  • "dişim ağrıyordu. revire götürdüler. çürük azı dişim beni öldürecekti. doktor hangisi ağrıyor dedi. sağdakini gösterdim. soldaki mi dedi. sağdaki dedim. soldakini çekti. iğne falan vurmadan çekmişti dişimi. sonra toplamda sekiz dişimi çekti. ne ağrı için ne kan için bir şey vermedi. ya tamam çektin. 2 tanesini çektin de 8 tane neden çekiyorsun." dedi daha filmin başında abim. anlamıyordu lan. 30 yıl geçmişti ama hala kötülüğün sınırı olmadığını anlamıyordu. 2 tane diş bile onun için kötülüğün daniskasıydı ama neden 8 dişini uyuşturmadan çekmişti o doktor anlamıyordu benim canım abim. ağlıyordu lan koca adam.

    filmin özeti buydu zaten. ordaki kimse 1 tane bile dişinin çekilmesine gerek yokken 2 dişi çekilip gönderilmedi. her birinin en az 8 dişini çektiler. o yüzden hiç biri anlamadı bu kötülüğün sebebini. hala ağlıyorlarsa acıdan değil 30 yıldır aynı soruya cevap bulamamanın çaresizliğindendi. neden diye sormaktan yorulmuşlardı.
  • izleyebildiğim için şanslı olduğum bir film. fakat bu gerçeklerin yaşandığı bir memlekette olduğum için de utanç içinde kalmama neden olmuş tokat gibi bir belgesel. okumakla görmek, hissetmek arasındaki farkı anladığınız an işte bu filmi izlediğiniz andır. o cezaevlerinde neler yaşandığını hangimiz bilmiyoruz ki? ama bunları yaşayan insanların oradaki günlerini anlatırken o anları tekrar tekrar yaşadığını görmek, o gözleri görmek, o hisleri duymak.
    şimdi tc'nin her şeyi ile ( özellikle de darbesiyle, askeriyle ) gurur duyan o çok vatansever kişiler çıksın da söylesin bakalım, bu topraklarda yapılmış bir film festivalinde en iyi belgesel film ödülünü alan bu filmde anlatılanları hangi şerefli duygularla açıklayacaklar? bir de almanyadaki nazi dönemi filmlerinde ağlamaz mısınız? en çok da bu ikiyüzlülük koyuyor galiba.
  • hakaretler, küfürler, meydan dayağında biri inip öbürü kalkan sopaların altında son nefesini veren gencecik bedenler, lağım suyu içinde süründürülenler, bok yedirilenler, işkencede öldürülmüş arkadaşlarının eti yedirilenler, copla tecavüze uğrayanlar, götüne sigara tutturulup düşürünce işkenceden geçirilenler, canlı canlı fare yedirilenler, boyunlarını kesenler, kendilerini yakanlar, ölmezden hemen önce duyduğu türküye gülümseyince yanağı *düşenler, hapishanede doğan bir bebeğe türlü işkence ihtimalini göze alıp et pişiren yürekli kadın mahkumlar, sökülen dişler... bunların hepsine bir şekilde dayandım. ama sen, ''sikilmedik bir kulağımızın arkası kaldı.'' demesinler diye tahliye olmadan önce mahkumun birini domaltılıp emri altındaki bir askere pantalonunu indirten ve malafatını mahkumun kulağının arkasına sürtmesi emrini veren mahlukat! nasıl bir yaşam biçimisin sen? senin varoluşunu hafsalam almıyor benim. evren yarılsın ve dışına düş istiyorum, yok ol, hatta hiç var olmamış ol istiyorum. izlerken ne isyanımdan oturduğum koltuğa sığabildim ne kalkıp gidebildim. sonra ''sen kimsin ki kızım? şu olanları izleyen dışardan bir göz, bu insanların yanında senin rahatsız olmaya yüzün mü var?'' diyip kendi kendime okkalı bir-iki de küfür salladım. benim şirazemi kaydırdı bu belgesel.

    sonra dönüp yaşadıklarını anlatan mahkumlara baktım... hala an geliyor kamerayı kapattırıyorlar anlatmaya daha fazla dayanamadıkları için. sonra bir bakıyorum bütün bunlara dayanmanın son haddine kadar haklı gururu, onca işkenceyle söndürülemeyen inançları, hayata tutunuşları, umutları... insanın gücüne bir defa daha iman ettim. hasılı hallaç pamuğu gibi attı beni izlediklerim.

    gidin, izleyin, anlatın. önce herkeslerce bilinsin, sonra da hiç unutulmasın diye.
  • çayan demirel' in yönettiği 2009 yapımı belgesel film. 28.uluslararası istanbul film festivali kapsamında ek gösterimde izleme şerefine nail olduğum( belgesel o kadar acıtıcı ki olmaz olsun böyle şeref diyorum şimdi, keşke bu vahşet olmaysaydı, o netekim olmasaydı) bu belgesel, diyarbakır 5 no'lu cezaevi'ni bir başka deyişle 5 no'lu toplama kampını anlatan ibret alınası bir film. salondaki insanların, belgeselde cezaevinde yaşadıklarını anlatan mahkumlarla birlikte ağladığına şahit oldum. gerçekten de ağlamamak, tüylerin diken diken olmaması mümkün değil. esat oktay yıldıran ın mahkumlar üzerindeki iğrenç bakısı ve mahkumlara çektirdikleri, insanlık kırıntısı barındıran herkesi derinden yaralayacaktır. tahliye olan mahkuma halk deyişini yaşatan -sikilmedik bir kulak arkamız kaldı- ve bu deyişin bile ötesine geçerek mahkuma deyişte eksik kalan muameleyi reva gören adamların olduğunu zihinlerimize çakan belgesel. izlenmeli, en önemlisi izlettirilmeli.
  • 46.antalya altın portakal film festivali 'nde en iyi belgesel film ödülünü almıştır. cezaevlerinde 12 eylül'de acı çeken herkese bir nebze ferahlık vermesi dileğiyle. çayan demirel, yüreği büyük insan ödülü ceylan önkol 'a adamıştır.
  • sozlukte linkini vermek yasak mi bilemiyorum ama henuz izleyememi$ olanlar varsa diye belgeselin tamami:
    http://www.youtube.com/watch?v=d15_4tyzu5u
    izleyin. herkese izletin...
  • "dedi ki:
    -misafirhanemizi beğendin mi, ne düşünüyorsun?
    esas duruşta bekliyoruz. yani... insan düşünüyor 'evet çok iyiydi komutanım, allah razı olsun' deyip çıkmak da var. ama dediğim işte o onur çizgisi bunları hazmetmeye engel. dedim ki:
    -biz bu memlekette okuduk, bu memlekette yaşadık. ben bu cezaevine girerken de bu memleketi seviyordum, ülkemiz diyordum ama kendi ülkemde böyle şeyler yaşayacağım hiç aklıma gelmemişti. siz misafirhane diyorsunuz. hayvanlara bile yapılmayan, yapılmaması gereken uygulamalara bizi tabi tuttunuz. kimliğimizi bırakın, kişiliğimizi yok ettiniz, benliğimizi yok ettiniz. nasıl bana misafirhane diyorsunuz, ben bu devletin artık düşmanı olarak çıkıyorum?"
  • yaşanan her şey bir yana (elbette hiç bir yana değil, her zaman zihnimize kazınmış halde durmalı, unutulmamalı), bu filmin karşısına aldığı kurumlar; tsk, cunya yönetimi, adli tıp, yargı değildir. bu kurumların yapabileceği en fazla dava açıp gösterilmesini engellemektir ki, onu da yap(a)madılar. bu belgeselin (özellikle çayan demirel'in) söylemeye çalıştıkları kadar, söylemedikleri de önemlidir ki bu da belgeselci etiğiyle ve kürt halkının haklarının, acılarının ve tarihinin nasıl ve kimler tarafından temsil edileceği ile de ilgilidir. son tahlilde bu belgesel bir önyargı kırma ve algı biçimi değiştirme sürecidir. nasıl mı?

    diyarbakır cezaevi, çoğunluğun zihniyetinde pkk'nın doğduğu yerdir, velhasıl pkk 1976'da yani darbeden 4 yıl önce kurulmuştur, cezaevinin bu bağlamdaki etkisi, belgeselde de söylendiği gibi artık dışarıdaki hayata tutunma ihtimali kalmayanların dağları tercih etmesiyle alakalıdır. bu belgesel 97 dakika boyunca bir kere bile pkk, rizgari, özgürlük yolu, tikko ya da diğer örgütlerin ismini vermez. belgeselin mücadele ettiği alan ve kaçındığı gerçeklik de budur, bu silahlı örgütlerin hiç birinin ne propagandasını ne de karalamasını yapmak. çayan demirel, bu anlayışıyla devletten çok, pkk'yı karşısına aldı ki, gündelik söyleminde, pkk'nın en çok kullandığı gerçekliklerden biridir diyarbakır zindanı. bunun ötesinde yönetmenin bu tutumu ve duruşu çok önemli bir malzemeyi de elinden kaçırmasına neden olmuştur; tüm o baskı(baskı az gelir gerçi ama) ortamında tüm bu örgütlerin hala birlik oluşturamaması, açlık eylemlerinden, toplu intiharlara kadar hala halktan ve kendilerinden çok örgütlerini ön plana koymaları. kısacası belgesel boyunca anlatılan o direniş eylemlerinin hiç birinin bireysel kararlar sonucunda gerçekleştirilmemesi, neredeyse hepsinin bir örgütlülük mantığında gerçekleşmesi.

    çünkü bu belgeselin yansıtmaya çalıştığı perspektif bu örgütlerin haklı ya da haksız mücadelesi değil, 1980 darbesinin türkleştirme, türk olmayanı yok etme zihniyetinin yanında gizli gizli bize bakan gözler, devletin karşısında duran her şeyin ezilip biçilmesi. orada esat oktay'ın emrindeki kaç asker, sivil hayatında 70 yaşında bir dedenin götüne yanan sigara koymak ister ya da başka birinin kulağının arkasını sikmek? orada karşı geleceği kurumun, gerçekleştirmediği emri aynen kendisi üzerinde uygulayacağı gerçeğinin korkusundan uyguluyor. yine de çayan demirel'den öğrendiğim kadarıyla oradaki gardiyanlardan ya da askerlerden hiç biri kamera karşısına geçmek istememiş, fakat dünyada adolf eichmann davasının* gerçekliği var, hiç kimse insanlık namına orada yaşananlara dur dememiş, diyememiş. belgeselin demek istediği tam da budur aslında.
  • ağlamakla acı acı gülmek arasında gidip gelerek yaşadıkları cehennemi anlatan insanların öyküsüdür.

    yaşadıklarını anlatan bu insanlar yine de bir şekilde soğukkanlıydılar. dehşete düşmediklerinden değil, diyarbakır cezaevi'nin gerçeği onların gerçeği olduğunda dehşete düşmüşlerdi elbet. üstelik bugün duyduklarımıza, okuduklarımıza bakılırsa önemli bir kısmı bu vahşeti deneyimlemeden önce böylesi bir zülum tufanının varolabileceğine bile inanmıyordu. nitekim o yıllarda solun okuma listesinde olan direnme savaşı, saygon zindanları, haydari kampı, fırtına çocukları gibi zindan ve direniş hikayelerini okuyanların bu kitaplarda anlatılanların yer yer abartılı olabileceğini düşündüklerini bugün onların anlatımlarından biliyoruz.

    ama kitaplarda okudukları ve insanın insana reva görmesine inanamadıkları muamelenin mislini tecrübe ettiler. yenilgiyi de, teslimiyeti de, direnişi de gördüler.

    belgesel bu zulüm tufanını anlatabildiği kadar anlatıyor. dilinin döndüğünce anlatıyor çünkü canlı tanıklar anlatabildikleri kadarını, anlatılabilecek kadarını anlatıyor. anlatırken zorlanıyorlar, boğazları düğümleniyor. bazen gözyaşlarına hakim olamıyorlar.

    bu anlamıyla çayan demirel sadece bir belgesel çekmemiş. tarihin en utanç verici dönemlerinden birine dair, anlatılamayan bir acının anlatılabilmesi ve bilinmesi için çok önemli sözlü bir tarih anlatısı da ortaya çıkarmış.
hesabın var mı? giriş yap