• eski tiyatro artisti.
    ilhan selçuk'la ilişkisi nedeniyle cumhuriyet gazetesi'nin yönetiminde ve özellikle kültür sanat sayfasında söz sahibi olduğu söyleniyor.
    zaman zaman cumhuriyet'te yazıları da yayınlanıyor.
  • sarp kuray'in eski karisi
  • bursa devlet tiyatrosunda çığ, kadın oyunları, orkestra, bernarda alba'nın evi oyunlarının yönetmenliğini ve koreografisini yapan kadın.
  • zeynep kuray ve sema kuray adında iki kızı vardır sarp kuraydan.
  • güzel sanatlar' da okumuş eski bir devrimci, tiyatro sanatçısı..

    birgün' de çıkan bir yazısı ise 71 senesini ve o dönemin devrimcilerinin yaşadıklarını anlatır;

    "thkp-c davasında yargılanan ayşe emel mesçi:

    yıl 1971'di. beşiktaş fındıklı güzel sanatlar akademisi'nin kantininde toplanmıştık. istanbul dev-genç başkanı ömer güven ve bölge yürütme'den arkadaşlar, balıkesir yurdunda kalan arkadaşımız niyazi tekin'in faşistlerce öldürüldüğünü açıkladılar. cerrahpaşa hastanesi'nin önünde kalabalık bir kitle toplandı. arkadaşımızın cenazesini aldıktan sonra büyük bir kortejle kabataş'a yürüdük. yürüyüşün bir noktasında toplum polisinin yolları kestiğini ve kortejin arka tarafını da tuttuğunu gördük. kabataş'a vardığımızda malatya dev-genç'ten arkadaşlar bizi bekliyorlardı. o dönemde malatya, dev-genç’in ve doğu devrimci kültür ocakları'nın (ddko) örgütlenmesinin güçlü olduğu bir bölgeydi. ömer güven, yürüyüş kolunun genişletilmesini ve safların sıklaştırılmasını istedi. cenaze vapura teslim edildi ve saygı duruşu yapıldı. malatya'dan gelen dev-genç’li arkadaşlar arabalı vapurun kaptan köşküne çıkmışlardı. saygı duruşuna geçilirken, arabalı vapurun çalan düdüğü de ortalığı inletiyordu. ama kısa bir süre sonra toplum polisi kalabalığa saldırıp önüne geleni coplamaya başladı. o gösteriden kalan cop izini sırtımda uzun süre taşıdım. bu, dev-genç’in topluca kaldırdığı son cenazeydi. sonra, hem kitlesel gösterilerin seyreldiği, hem de dev-genç içinden çıkmış farklı siyasi yapıların belirlediği bir döneme geçilmeye başlandı. faşist saldırılar karşısında bir nefsi müdafaa biçimi olarak gerçekleşen silahlanmanın, ‘halk savaşı’ ve ‘öncü savaş’ gibi kavramlarla teorileştirilmesine tanık olunuyordu artık. ben 1971'in haziran ayında tutuklandım ve sansaryan han'a götürüldüm.
    12 gün süren polis sorgusunun yapıldığı sansaryan han'ın üçüncü kattaki kütüphane odasında üç kişi kalıyorduk. ben, elif tolon ve seçkin cılızoğlu (selvi). işkenceden yeni çıkan elif'in ayakları sarılıydı ve çok zor yürüyordu.
    kapısında “burada allah yoktur" yazılı olan ikinci kattaki işkence odasından gelen çığlıklar sabaha dek sürüyordu. gündüz polislerin oturduğu odadaki masaların üzerinde yatıyor ve saat kaç olursa olsun her an sorgulanmak üzere bekletiliyorduk. ağır işkence gören cihan alptekin, ömer ayna, rasim özkan aynı kattaki hücrelerde tutuluyorlardı.
    bir gün beni de aşağıya indirdiler ve cihan alptekin'e yapılan işkenceyi seyrettirdiler. "nurhak dağlarında ele geçen silahların nereden gittiğini" soruyorlardı. sinanlar yeni öldürülmüşlerdi. işkenceyi kel zekeriya adıyla bilinen zekeriya aydın yapıyordu.
    bir geceyarısına doğru polislerin operasyona hazırlandıklarını gördük. içlerinde en insaflısı diyebileceğim doğukan komiser, çelik yeleğini giydi ve polislere talimat verdi: "üç ayrı ekip halinde gidiyoruz." bu, üç ayrı evin basılacağı anlamına geliyordu. gidecekleri adreslerde kimlerin olduğunu bilmiyorlardı. zarflar son anda gidilen yerde açılıyor ve neyle karşılaşacaklarını bilmeden evin içine dalıyorlardı. herhalde olası bilgi sızıntılarına karşı alınmış bir önlemdi bu.
    seçkin merakla sordu: "komiser yolculuk nereye?" doğukan komiser "gidince göreceğiz" yanıtını verdi. polislerden biri silahını temizleyip şarjörünü takarken, "nereye gittiğinizi, kiminle karşılaşacağınızı, belki de bir daha geri dönüp dönmeyeceğinizi bilmeden bu mesleğe niye devam ediyorsun?" dedim.
    yüzü ter içindeydi. "eh! ekmek parası, ayda bin kâğıt verin size çalışayım" diye yanıtladı beni. bertolt brecht'in "üç kuruşluk opera" için yazdığı şarkı sözlerini anımsadım: "önce ekmek gelir, ardından ahlak."
    ekipler şubeden ayrıldılar ve sabaha karşı bir saatte ilk ekip döndü. rahat görünüyorlardı, kimi getirdiklerini sorduk. "zararsız" dediler. aralarında şakalaşıyorlardı. "kadın kapıyı açmadı, kırmak zorunda kaldık." kısa süre sonra azra erhat'ı odaya getirdiler. azra abla şok geçiriyordu. neden geldiğini bilmiyordu. daha sonra 2. ve 3. ekipler de geldiler. polislerin "yaşar kemal'i getirdik" diye fısıldaştıklarını duyuyorduk. yaşar kemal, tilda gökçeli, sabahattin eyuboğlu, magdelena ruffer ve vedat günyol da sansaryan han'a getirilmişlerdi. yaşar ağabeyi kısa süren bir sorgu sonrası bıraktılar. tilda, azra abla, sabahattin eyuboğlu, vedat günyol ve magdelena ruffer tutuklandılar. 12 mart döneminin meşhur davalarından biri de bu şekilde kotarıldı.

    selimiye hücresi
    polisteki sorgulama bittikten sonra, selimiye kışlası'na getirildim ve merdiven altındaki bir hücreye kapatıldım. ben o sırada istanbul şehir tiyatrosu'nda kadrolu sanatçıydım ve konservatuarın bale bölümünden yeni mezun olmuştum. gün ışığı görmeyen uzun koridor boyunca yanan sarı glob lambalar, hücre kapılarının önünde bekleyen ve saat başı nöbet değiştiren askerler, taş ve samanla doldurulmuş yatak, usa damgalı kaşık ve metal tabaklarda verilen çayla somun ekmek, gecenin bir vaktinde "ah! gel teskere gel'" diyen askerin sesi o zamandan aklımda kalan görüntü ve sesler...

    tuvalete, süngünün soğuk ve sivri ucu sırtımıza dayanarak götürülüyorduk. tuvaletin yanındaki hücrenin kapısı sürekli açık tutuluyordu. önünde iki askerin nöbet tuttuğu hücrede, mahir çayan'ın yaralı bedeni yatağa zincirlenmişti. bizi gördüğünde başını hafifçe kaldırıp dirençle gülümserdi. maltepe'de hüseyin cevahir'le birlikte kuşatıldıkları evde silahlı çatışma sonucu yakalanmıştı. uzun süren soruşturma ve duruşma sürecinde, mahir çayan o hücrede yatağa zincirlenerek bekletildi.
    bir gün koridorda bir koşuşturma oldu. hücre deliğinden baktım. ömer laçiner rütbeleri sökülmüş üniformasıyla iki askerin arasında hücreye götürülüyordu. o da thkp-c davasının asker sanıklarındandı.

    savcılık soruşturması tamamlandıktan sonra ben 26 sanıklı dava kapsamında tutuklanarak maltepe askeri cezaevine gönderildim.
    duruşmanın ilk günü, mahir'in solgun yüzü bizleri görünce aydınlandı. hüseyin cevahir'in öldüğü kendisine söylenmemişti. ulaş'a sarıldı ve hüseyin'i sordu. öldüğünü öğrenince birden gözleri doldu, dudaklarını ısırdığını görüyordum, yüzü kıpkırmızı olmuştu. öfkeliydi. kısa sürede toparlandı. ulaş'a elini uzattı, bir süre öylece kaldılar...
    duruşma sonrası, mahir'i asker nezaretinde hücreye götürüyorlardı. bizlerse cemselerle uzun konvoylar halinde maltepe'ye dönüyorduk. duruşma aralarında öğle yemeğini hep birlikte büyük bir koğuşta yerdik. bazen, bir gün içinde birkaç ayrı mahkeme görülürdü; örneğin 84 sanıklı davadan, thkp-c ya da thko davasından arkadaşlarla konuşma şansı bulurduk. öğle yemekleri tam bir gırgır şamataydı, okul kantini gibi. o gün olup bitenler hicvedilerek anlatılırdı. ben yemekte genellikle ulaş'la birlikte otururdum. onunla ve kamil dede'yle birlikte çok gülerdik. ulaş çok zeki, neşeli, şakacı ve soğukkanlı bir insandı. içlerinde en gençleri bendim, heyecanlı ve ataktım. ulaş, beni sakinleştirmeye çalışırdı. "önemli olan dışarıda olabilmek, sen bu gidişle 5 sene yersin" derdi. haklı çıktı, gerçekten de 5 sene ceza aldım.

    ulaş, sık sık "ben zaten darağacının tiryakisi olmuşum" diye türkü söylerdi gülerek. kamil dede'nin sesi çok güzeldi, o da ulaş'a eşlik eder, bazen de uzun havalarla hepimizi hüzünlendirirdi. mahkemelere giderken ve dönerken hep birlikte marşlar söylerdik: "gün doğdu hep uyandık / siperlere dayandık / bağımsızlık uğruna da al kanlara boyandık..." kaldırım kenarlarında, otobüs duraklarında bekleyen halk, şaşkın şaşkın cezaevi arabalarına bakardı.

    en büyüğümüz 25 yaşındaydı. t.c. anayasası'nı tebdil, tağyir ve ilgaya teşebbüs etmekten yargılanıyorduk!.. ama ne ilginçtir ki, anayasal düzeni askıya almış bir darbenin askeri mahkemelerinde 1961 anayasası'nı en çok biz savunuyorduk.
    esas hakkındaki mütalaa için mahkeme 9 gün ara vermişti, sonra savunmalara geçilecekti. savunmaların başlayacağı gün, uzun bir bekleyişten sonra mahir duruşma salonuna getirildi. güçlükle yürüyordu, zayıflamış, solmuştu, ayakta zor duruyordu. ama mahir her koşulda iyi bir hatipti. gazetecilere ve izleyicilere dönerek seslendi: "8 aydır bir hücrede yatağa zincirlenmiş bekletiliyorum. kitap yok, gazete yok. avukatlarımla görüştürülmüyorum. benden savunma yapmamı bekliyorsunuz... bu mahkemeler bağımsız değildir. sizler kararınızı çok önceden verdiniz. bu durumu protesto ediyorum. 9 gündür ölüm orucundayım. bu antidemokratik uygulamaya son vermezseniz, hücreden ölüm çıkacaktır" dedi.

    mahkeme, savunmalar için 17 gün ara verilmesini kararlaştırdı. duruşma sona erdiğinde, mahir hepimizi tek tek öpüp veda etti. kararlıydı. geceyarısı bir teğmen, mahir'in maltepe'ye getirildiği haberini verdi.
    sonra savunmalar hazırlandı. mahir'in yapacağı savunmayı sina çıladır ve ulaş bardakçı birlikte yazmışlardı. mahir ise futbol oynuyor ve koğuşa gelmenin tadını çıkarıyordu. kısa sürede sağlığına kavuşmuştu. duruşmada bir müddet yazılı savunmayı okuduktan sonra bir an durdu, kâğıtları bıraktı, "ben şifahi savunma yapacağım" dedi. hâkimlerden biri, "hayır yapamazsın" diye cevap verdi. onlarda da sanıkların istediği her şeyi reddetmekle yükümlüymüşler gibi bir hava oluşmuştu sanki. mahir, istediği gibi savunma yapmasını niçin engelleyemeyecekleri konusunda küçük bir hukuk dersi verdikten sonra, 5 gün süreyle şifahi savunma yaptı.

    "bizler ikinci kuvayı milliyecileriz. mustafa kemal'in silah arkadaşlarıyız. türkiye bugün işgal altındadır. abd emperyalizmi ve yerli işbirlikçilerine karşı ulusal bağımsızlık ve sosyalizm mücadelesinin öncü savaşçılarıyız..."
    sanırım, o dönemde devrimci gençlik hareketlerinin mahkemelerde yaptıkları savunmalardaki önemli ortak eksenlerden biri buydu. bilebildiğim kadarıyla, bu görüşler thkp-c davasında olduğu gibi, thko davasında ve sarp kuray ile arkadaşlarının yargılandıkları 84 sanıklı davada da benzer sözlerle dile getirilmişti.
    yapıları geniş bir arazi içine dağılmış maltepe askeri ceza ve tutukevi'nde, erkek ve kadın tutuklular ayrı koğuşlarda kalıyorlardı. yüksekçe bir tepe üzerindeki bizim barakadan, cezaevi komutanlığının bulunduğu binadaki erkek hapishanesinin avlusunu görebiliyorduk. mahkemeye gitmek üzere hazırlık yaptığımız bir sabah, cezaevi çevresinde telaşla askerler koşturmaya başladı. nöbetçi erlerden biri duvarın dibindeki çukura düşmüştü; tam bir kargaşa hâkimdi. kısa süre içinde etrafımız sarıldı. askeri helikopterler, cezaevinin üzerinde turluyordu. teğmenlerden birinin silahı yanlışlıkla ateş aldı.

    kamil dede'nin sesi durumu aydınlattı: "arkadaşlar, ankara'da deniz gezmiş ve arkadaşlarının siyasi savunma hakları kısıtlanmıştır. bu nedenle mamak'ta direniş başlatılmıştır. bizler de onlara katılıyor, bu antidemokratik uygulamayı protesto ediyoruz. savunma haklarımızı elde edinceye kadar mahkemelere gitmeme kararı aldık. koğuşlara barikat yapın, içeriye kimseyi sokmayın."

    aslında gece gerçekleşen kaçışın farkına varılmasının bir süre ertelenmesi ve arkadaşlara zaman kazandırılması için alınan bu direniş kararına uyduk ve ranza, dolap ne varsa koğuş kapılarına dayadık. kısa süre içinde tankçısı topçusu, tüm garnizon, cezaevinin çevresinde toplanmıştı. istanbul sıkıyönetim komutanı faik türün de gelmişti. bize megafonla seslendi: "halk mahkemelere gitmenizi istiyor." düşünürseniz trajikomik bir durum, tam bir fars. sıkıyönetim komutanı faik türün, tamamen kendi emri ve yetkisi altındaki siyasi tutuklulara, "halk mahkemeye gitmenizi istiyor" diyor. utanmasa, "milli iradeye karşı çıkmayın" diye nasihat verecek. türün devam etti: "koğuş kapılarını açın, direnişe son verin. 10 dakika içinde dışarıya çıkmazsanız, ateş açmak zorunda kalacağız." son cümleyi defalarca tekrarladı.

    12 mart'ın komutanı kararlıydı. askerler silahlarına mermi sürdüler, komutanlarının nezaretinde talim yapmaya, bir yandan da mevzilenmeye başladılar.
    ben tiyatro oyuncusu olduğum için sesimi kullanmayı biliyordum. koğuşun ortasındaki demirdöküm sobanın borularını söküp imal ettiğimiz doğaçlama megafonla pencereye çıktım. bağırmaya başladım: "askerler, kardeşler, bizler sizler için savaşıyoruz. köylerdeki analarınızı, bacılarınızı düşünün. sizin kurşunlarınızla ölmek istemiyoruz, silahlarınızı halk düşmanlarına çevirin". sonunda bando mızıka takımını getirdiler, askerlerle aramıza yerleştirdiler, marşlar çalınmaya başlandı. bir an geldi marşlar kesildi. faik türün bize seslendi: "arkadaşlarınız direnişten vazgeçtiler, mahkemeye gitme kararı aldılar." inanmamıştık. kamil'in sesi kararı onayladı. "amacımıza ulaşmış bulunuyoruz, mahkemeye gidiyoruz."

    süngülerin gözetiminde cemselere bindirildik. o gün thko duruşması da vardı. kavşaklardan birinde, öndeki konvoydan halka bir tomar bildiri atıldı. kimlerin kaçtığını bilmiyorduk. gazeteciler dışında kimse salona alınmamıştı. öndeki üç iskemle boştu. mahir, ulaş ve ziya yılmaz cezaevinden kaçmışlardı. hâkim akdemir akmut hiçbir açıklama yapmadan savunmalara devam edileceği kararını yazdırdı.
    duruşma sonrası, maltepe'ye geldiğimizde karargâhın önünde indirildik. necmi demir ve kamil dede, ayrı bir ciple bilmediğimiz bir yere götürüldüler. sonradan öğrendiğimize göre önce onlar, bir müddet sonra da atilla sarp ve sarp kuray harbiye hücrelerine sorgulanmaya götürülmüşlerdi.

    bizi zorla erkek koğuşlarının bulunduğu yerde eskiden çay ocağı olarak kullanılan küçük bir odaya kapatmak istediler. 6 kişilik 3 ranza konmuş ve eşyalarımız didik didik edilmişti. rüçhan manas, "bizi buraya kapatamazsınız" diye diklenince, subaydan şiddetli bir tokat yedi. "sen arkadaşımıza nasıl vurursun" sesleri yükseldi; karşı koğuşun kapısı kırıldı ve onu diğer koğuşların kapıları izledi. tutuklular hapishaneyi işgal ettiler. koridorun sonunda, idareye açılan camlı bir bölme vardı. cezaevi komutanı ve idaresi (tankçılar), kaçış olayından ötürü orada topçular tarafindan gözaltına alınmıştı ve biz de cezaevini işgal etmiştik.

    bu sayede meşhur tüneli de görme imkânı bulduk. tünel 60 kişilik koğuşun içindeki bir bölümde açılmıştı. koğuşun girişine, akademinin heykel bölümünde okuyan bir arkadaş, yüksel erdoğan, çıkan kırmızı (killi) çamurdan kocaman bir kadın heykeli yapmıştı. çıkan çamur yatakların içine ve dolaplara doldurulmuştu. tünelin ağzı çok küçüktü. 5 kişinin, özellikle cihan alptekin'in oraya nasıl girdiğini anlayamamıştım.
    tünelin içi ampullerle ışıklandırılmıştı. arkadaşlar, direniş bittikten sonra olanları anlattılar. faik türün, sayım sırasında komutanlarla içeriye girmiş; mahir, ulaş, ziya, cihan ve ömer'in adları okunurken içerdekiler hep bir ağızdan, "tahliye oldu" diye bağırıyorlarmış. faik türün "deliği görelim, deliği" demiş. işıklandırılmış tüneli görünce çileden çıkmış: "adamlar tünel değil, metro kazmışlar" demiş.
    koridorda toplandık. ilkay, necmi'yi merak ediyordu. hep birlikte bağırıyorduk: "necmi'yi, kamil'i nereye götürdünüz?" subaylardan biri, camlı bölmenin arkasından seslendi: "ben şimdi sizin necmi'nizle kamil'inizle uğraşamam. benim komutanım intihar etmeyi düşünüyor." içimizde en muzip ve şakacılardan biri olan metin eşrefoğlu cevap verdi: "ikinci bir emre kadar beklesin."

    her şeyi gırgıra alıyorduk. zafere ulaştığımızı düşünüyorduk, hiçbir şey umurumuzda değildi. koridorda volta atarken karşıdaki koğuşta düşünceli oturan ilhan selçuk dikkatimi çekti. gergin ve temkinliydi. belki de bu kapışmanın sonunun nereye varacağını düşünüyordu. sabaha dek hiç uyumadan bekledik. ertesi gün cezaevi idaresi değişmişti, subaylar tutuklanmış, sorgulanmak üzere götürülmüş ve çok daha sert olan başkaları gelmişti. bizi koğuşumuza götürdüler. saat başı aranıyorduk. subaylar özel eğitimli kurt köpekleriyle dolaşıyorlardı. fazla iddialı konuşmak istemem ama, belki de 9 mart ve 12 mart cuntaları arasındaki kapışmanın son noktalarından biri o gün maltepe askeri cezaevi'nde kondu, denebilir.

    bunu örnekleyecek bir olay nakledebilirim. kaçıştan yaklaşık bir hafta önce bir gece koğuşta herkes uyumuştu. ilkay huzursuzdu, sigara üstüne sigara içiyordu, sabahın saat 03.00'üydü. nöbetçi subay s. s. geldi. sessizce içeriye girdi ve "arkadaşlarınız arka tarafın planını çizmenizi istiyorlar" dedi.
    ressam bir arkadaş planı çizerken sıkıntılı ve heyecanlı görünen subay bizi uyardı: "şu anda yasal olmayan bir iş yapıyorum. sizinle aynı görüşte değilim. ben doktorcuyum. sarp kuray'ın arkadaşıyım, onu kıramadığım için bu işe girdim. lütfen elinizi çabuk tutun ve bu geceyi unutun."
    sonradan öğrendiğime göre cezaevi çevresinde görev yapan subayların çoğu 9 mart cuntasından yana tavır alan radikallerdi. kaçış olayından sonra tutuklanmışlar, bazıları ağır işkencelerden geçirilmişti.

    duruşmadan ‘oy çokluğu’ ile tahliye edildim. özgürlüğüm ancak 4 gün sürdü. bir sabah uykudan uyandırılıp ‘basit’ bir sorgu için götürüldüğüm 2. şube'den, geceyarısı alınıp sivillerle birlikte bilmediğim bir semtte tarihi bir binaya getirildim. kapıdan girerken ışıklar söndü. karanlıkta bir odaya kapatıldım ve gaz lambaları altında üç kişi tarafindan sorguya çekildim. koğuşta bale yaptığım, askerlerin dikkatini çektiğim, böylece kaçışa yardım ettiğim iddia ediliyordu. sorgu sabaha dek sürdü. ertesi gün öğle saatlerinde savcılık ifadesi için selimiye'ye götürülüp yerin iki kat altında bir başka hücreye kapatıldım. karara dek o hücrede bekletildim. (benden sonra yılmaz güney de aynı hücrede kalmış.) hakkımda ikinci bir dava açıldı. kaçan beş kişi ve ben... durum çok komikti, neyse ki ikinci dava kısa sürede düştü.
    karar için duruşmaya çıkarıldığımda arkadaşlar şaşırmıştı, hücrede olduğumu bilmiyorlardı. sonunda ulaş'ın tahmini doğru çıktı, 5 yıl hapis, l yıl 8 ay isparta'ya sürgün cezası yedim.

    arkadaşlarımızın kızıldere'de öldürüldüğünü sağmalcılar cezaevi'nde kaldığımız adi tutuklu koğuşunda öğrendik. ben, ilkay demir, deniz özen, rüçhan manas, işık alamur, elif tolon birlikteydik. radyoda haberler okunuyordu. verilen haberde ölenlerin adları sayıldı teker teker. aslında sağ olan ertuğrul kürkçü'nün de adını ölüler arasında saymışlardı o sırada. donup kaldığımı hatırlıyorum. katılmıştım sanki, gözyaşı bile dökemedim. birgün"
  • yukarıda ayşe emel mesci'nin 12 mart dönemi hatıraları var. inşallah zeynep kuray'ın da hatıralarını yazacağı günler çok uzakta değildir.
    (bkz: zeyno çıkacak yine yazacak)
  • ankara devlet tiyatrosu için yaptığı orkestra rejisi fevkaladenin fevkinde olan yönetmen.

    yıllar sonraki edit: bernarda alba'nın evi rejisi de iyi.
  • ankara devlet tiyatrosunda sahnelenmiş olan"cesaret ana ve çocukları"nın yönetmenidir. bir biomechanics ustasıdır.
  • yılmaz güney'in en iyi filmlerinden duvar'da, tuncel kurtiz'le birlikte başrolü paylaşmaktadır. hapisteki siyasi bir suçluyu canlandırmaktadır filmde.
  • izmir devlet tiyatrosu'nda ali berktay'ın yazdığı "son çığlık" oyununu yönetiyor. öyle muhteşem bir iş çıkmış ki ortaya, oyuna bilet bulabilmek çok güç; hak ettiği ilgiyi fazlasıyla gördü yani oyun...

    ali berktay ile birlikte oluşturduğu "meyerhold oyunculuk teknikleri atölyesi"nde eğitmenlik yapmakta öte yandan da. çok kısa sayılabilecek bir zamanda öğrencilerine meyerhold'un felsefesini ve uygulamalarını başarıyla aktarabilecek ustalık ve yetkinlikte.

    disiplinli, dominant ama bir o kadar da samimi ve sevecen bir kişiliğe sahip. alanında türkiye'nin en iyilerinden olmasına karşın bu kadar az insanın tanıyor olması gerçekten üzücü. tanınması, tanışılması gereken insanlardan biridir bu ülkede; gerek güçlük ve mücadelelerle geçmiş hayatı, gerekse ortaya çıkardığı müthiş başarılarla şimdikinden çok daha fazla değer görmeyi hak etmektedir.

    sağlık sorunlarından da kurtulup nice başarılara imza atmasını diliyorum bu değerli ve güzel insanın.
hesabın var mı? giriş yap