• leyla erbil'in geceyazısı'nın 1. sayısında ece ayhan hakkında yazdığı gerçek anlamda bir kötülük denemesi. ama sıkı metin bence. ve ece ayhan'ın ölümünden hemen sonra yayımlandığı için tüm etik tartışmalarına açık.
  • (bkz: leyla erbil)
    (bkz: ece ayhan)
    (bkz: ihsan yılmaz)
  • sıkı olmasına sıkıdır, ama gene de ece ayhan'a epeyce saldırmaktadır leylâ erbil. hattâ -isim vermeyelim ama- bir yazar, "ölünün bedenini kemiren kurtçuk" benzetmesi yapmıştır erbil için.
    bu arada ben gene de ece'yi de, leylâ erbil'i de ayrı ayrı çok severim.
  • bilmeyenler için kısaca özetleyeyim. ece ayhan ölmeye yakın yazdığı bir yazıda leyla erbil hakkında bazı sözler sarf eder. leyla erbil de ece ayhan hayatını kaybettikten sonra yayımladığı yazıyla cevap verir. ece ayhan ismine yer vermese de tanrıçay olarak bahsettiği kişinin ece ayhan olduğunu anlaşılır.

    işte leyla erbil'in geceyazısı dergisi'nde yayımlanan o meşhur yazısı.

    bir kötülük denemesi

    onat kutlar’ın aziz anısına

    “ortada yasaklanacak ve cezalandırılacak bir şey kalmadığı zaman, açık infaz anlık bir şenlik lüksüne fırsat verirdi. yaklaşmakta olan ölüme sığınan suçlu her şeyi söyleyebilir ve kalabalık buna alkış tutardı. (...) yalnızca prensin yıldırıcı gücünü gösterme durumunda olan bu infazlarda, tam bir karnaval havası yaşanır, kurallar tersyüz olur, egemen güç alaya alınır ve suçlular kahraman haline getirilirdi.

    foucault. j. g. merquior

    ***

    çocukluk arkadaşım dr. nurer’le hastası olan tanrıçay’ın ilişkilerinde onun (nurer’in) özgüveninden gelme güler yüzlü sabrı, sevecenliği, tanrıçay’a sadakati hep ilgimi uyandırmıştır. nurer, tüm hastalarına eş davranıyordur ama hastaları arasında tanrıçay gibi karmaşığına rastlamadığına eminim. bu açıdan ona gösterdiği sabır ve ilginin altında bir doktorun hastasına karşı taşıdığı sorumluluk dışında, biraz da ilerde bu “vaka”yı yazacağı “paper”larıyla, ya da tanrıçay’ın olağandışı durumunu saptadığı kitabıyla tıp dünyasında açacağı yeni ufuklar, bu olayın getireceği ün, yükseliş, para ve ölmezlik umudunun da payı vardı. çünkü tanrıçay öyle sıradan bir hasta değil aynı zamanda dünya çapında tanınan bir şair, nereden kaynaklandığını bilmeden kabul edilmiş bir dürüstlük anıtı, sınır tanımaz bir kurnazlık abidesi, yüreklerimize çakılmış bir korku totemimiz olmuştu, işte bu nedenlerle tanrıçay, sadece dr. nurer’in değil onu tanıyan herkesin, giderek tüm toplumun ilgi (ilgi miydi gerçekten?), sevgi (sevgi miydi gerçekten?) odağı, sabır ve sevecenlik ölçeği, insansallaşmamızın sarsılmaz mihenk taşı durumundaydı. tanrıçay’m belli ahlak sınırlarının çok ötelerine geçirdiğine tanık olduğumuz yaşayış biçimine, seyircisi olduğumuz yüceltilmiş haksızlıklarına karşın, dr. nurer başta olmak üzere, hatta biraz da nurer öyle sabırlı ve saygın davranıyor diye, bizler, tanrıçay’a bağlı olanlar, toptan kendisine teslim oluyor; yapıp ettiklerini yüzüne vuramayacak ölçüde “iyi” oluşumuzu kanıtlayarak gözüne girme yarışına kalkışıyor; kötülüklerini görmezden gelmek şöyle dursun, “kötülüğü” inkâr edip, gün günden onun gibi olmaya dönüşüyorduk. gerçi o bizim, “kötücül”lüğümüzü kullanıp duruyordu ama biz “kötü” sözcüğünün anlamını kaldırmıştık aramızdan. anlaşılması gereken şey ondan kopamaz, onu yüzüstü bırakamaz oluşumuzdu. elimizden gelen her çeşit yardımı, varsıl-yoksul demeden çevreden ulaşan katılımları da sayarsak, ulusça seferber olmuş, tüm varlığımızı cömertçe aktarı-yorduk tanrıçay’a. ancak yardımlar kendisinden gizli, onun haberi olmaksızın yapılmaktaydı. yoksa incinir, küser, giderek öfkelenirse cezalandırabilirdi bizi. aslında bence yardım edildiğinin ayrımındaydı. bilmez olur muydu hiç: tüp gazı neden hiç tükenmiyor, kirasını kim ödüyor, suyu elektriği neden hiç kesilmiyordu. buzdolabı nasıl öyle kendi kendine içeceklerle yiyeceklerle taşıyordu. o yese de yemese de doluydu raflar. ancak, hıncından mı, gururundan, kibarlığından mı ne derseniz deyin vakit vakit perhize giriyor korkutuyordu bizi tanrıçay. perhize giriyor çok az yiyor, çok çok az yiyerek ölümün sınırın aç tutuyordu kendisini. o sıra üzerine bir sakinlik geliyor, tatlı bir kedi gibi kıvrılıp uzandığı yatağında çevresinde birikenlere, gelip gidenlere, dolup taşanlara baka baka bizi kuşkuya düşüren notlar alıyordu. yardımla yaşadığından haberi yokmuşçasına davranıyordu ama haberi olduğunu inkâr edemeyecek durumlara düştüğünde tüm iyiliklerimizi yok sayıyor nankörce cezalandırıyordu bizi. cezası bedensel değildi; genellikle dedikodu biçiminde ama çok etkiliydi. en ağır cezalarından biri de ülkemizde herkesin kaçtığı ama bilimsel verilere göre en yaygın ilişki biçimi olan “ensest” olduğumuzu yayma üstüneydi. bizim aramızda böyle şeyler yapan yoktu aslında ama bu suçu üzerimize kestiği anda, sahipleriyle içli dışlı olduğu, sahiplerinin, yazı işleri müdürlerinin onun için canını verecek ölçüde hayranlık duyduğu şairlerden, yazarlardan, muhabirlerden oluşmuş olan dergilerde, gazetelerde, gazetelerin sanat eklerinde, pazar eklerinde böyle satış patlatacak haberleri kapacak pusuda bekleyen gazeteciler bulunduğu sürece her an tehlikedeydik. tanrıçay, böyle bir haberi patlattığı anda dünyamızın kararacağını, “küçük nüve”mizin gerek üyeleri, gerekse hayranları tarafın- ıslanacağımızı, artık hiçbir dost çevresi ve para w u hir iş bile bulamayacağımızı biliyorduk, biraz da bu yüzden davranışlarımızda tutuk, çekingen, şüpheci, iftiracı, yalancı, ürkek ve korkak bir topluluk olmuştuk. ve bence gene biraz da bu yüzden haksız bile olsa tanrıçay’ı çok sevmek zorunda olduğumuzu biliyorduk. o haksız bile olsa onun incinmemesine gösterdiğimiz dikkat yüzünden kendimiz de ince erdem yollarını öğreniyor, özellikle gece yarısı nedenini bilmediğimiz bir karabasanla uykumuzdan uyanıp kendimizle baş başa yapayalnız kaldığımızdan emin olduğumuzda, beynimizin onun sayesinde açılmış kötülük çukurlarında bata çıka dolaşırken bu bataklıkta kötülükle iç içe yaşayan inceliği ve erdemi kavramanın hazzıyla kıvranıyorduk. tanrıçay’ın bu duygumuzdan asla haberi olmayacağı güveniyle onun “fevki”nde, ona aşkın olduğumuzu, onun aşağılarda süründüğünü bilemediğini, bilse de gerçekle yüzleşemediğini görmenin ve bütün bunları onsuz yaşamanın zevkiyle “iyi” insan katında duyumsuyorduk kendimizi. ama sabah olduğunda, ya yardımlarımız kulağına gider de sinirlenirse korkusuyla anlaşılmaz bir gerilime düşmüş olarak dehşet içinde yaşıyorduk. birkaç gün süren perhizlerinden sonra yeniden aramıza katılacak tek başına dolaşan bir fener alayı gibi ev ev sokak sokak karşımıza çıkacaktı. onunla birlikte bizim bizimle birlikte kentin de başına bir veba salgım gibi çökmüştü tanrıçay. kendini beğenmenin duvarlarına tırmana tırmana geldiği noktada, sanki beyninden çıkan güçlü bir ışın onu bizim kötülüğümüze mıhlamıştı. bir sonsuzluk imgesi üzerine yapışıp kalakalmış bir dev sinek gibi. sanki sinirleri ve damarları ateşle dağlanmış, kurutulmuş ve bizi ve tüm kenti ve tüm ülkeyi kötülükler ülkesi, kenti ve insanları olarak, dönüşümsüz duyularına kilitlemişti. bir orta çağ vaazı gibi, durmadan bizlere bağırıp çağırarak bizi doğru yola götüreceğini sanan bir deli mi vardı başımızda; ama biz de onu kabullenerek, teşhisinin doğru olduğu sanısını uyandırası baş eğerek ona, kendisini haklı çıkarmış ve çıldırtmış değil miydik onu? gene de besbelli, bir biçimde incitmiştik tanrıçay’ı. incinen onurunu, kırık bir truva vazosu gibi parça parça olmuş kalbini, çıfıt çarşısına dönmüş beynini onarmaya uğraşıyorduk. bağışlanmayacağımızı bilerek uğraşıyorduk. onu sevindirmek bile olanaklı değildi. şiirlerini beğendiğimizi söylememizden bile alınıyordu. aslında şiirlerini sevmediğimizi söylüyor ne diyeceğimizi onu nasıl tatmin edeceğimizi şaşırtıyordu bize. iki taraf da böyle acı çekerek yaşayıp acı çekerek ölecekti; bilmediğimiz bir biçimde bizden kaynaklanan gizil bir güç, o buna “kötülük” diyordu, en başından beri kendisini bize kurban etmek için doğmuş olduğuna inandırmıştı onu. peki biz ne yapmıştık ki? bağışlamadığı suçumuzun, bilincinde de değildik; onun hakkımızda söyledikleri doğru değildi. tanrıçay’ı sessizce suçlu suçlu dinliyor, ses etmeden önümüze bakıyor ama içimizden, sözlerinin bizim yok olmamızı isteyen bir arzu humması olduğunu, amacının bayağı bir kara çalmadan başka bir şey olmadığını biliyorduk. asıl söylemediği bir düşmanlığı, saklı bir hıncı olmalıydı bizlere ama bunca yıldır dinmeyen derin bir öfkeyi sürdürmesine baktığımızda; bize bakarken tığsal bir nefretle gözlerinin sırıtışına, yosunlu dişlerinin kamaşışına, karanlık ağzının fırtınasına baktığımızda kafasına koyduğu şey için ölme kararı aldığını seziyorduk. bence tanrıçay’ın sorunu, kimsenin reddedemeyeceği yeni bir kötülük kahramanı biçimiyle ölümü anıyor olmasıydı. ölmek hiç istemediği bir şeydi, ancak, kaçınılmazlığı karşısındaki yenilme öfkesini bizden çıkarmadan gitmeye niyeti yoktu. perhizlerini o yüzden kısa tutuyordu. hastanede yattığı sürede topladığı enerjiyle, çıkar çıkmaz yeni bir saldırıyla yeni bir vaka yaratıyordu. işte hiç de hak etmeden bilmediğimiz bir nedenle, onun elinde, onun görünmeyen emirleriyle ve kışkırtmasıyla kendimizi ebedi suçluluğa mahkûm etmiş varlıklara dönüştürmüştük. onu düşündükçe nedense f. kafka’nın babasını, o kasvetli prag kentini, eski şehri, gettoları, birbiri üzerine kırıla kırıla yükselmiş yahudi mezarlığını anımsıyordum. ağzı köpükler saçarak, bağıra çağıra akıllar vermesini bize, üst üste sorgulamalarını, “yeni şiirlerimi başka kimler alkışladı?”, “bugün benim için bir şey yaptınız mı?”, “yoksul erkek çocukları düşündünüz mü?”, “devlete karşı kimseyi çevirebildiniz mi?”, “sen kiminle konuştun bugün?”, “komşunuzun suçlarını bana bildirmek üzere not ettiniz mi?”. bu engizisyonu nasıl da severek yanıtlıyorduk. kendi yüceliğimize duyduğumuz güvenden başka ne olabilirdi bunun nedeni? korkaklık mı? peki, aramızda en korkusuz olan o muydu? tek başına, tüm ahlaki belirlenmenin dışında kalması mı güç veriyordu ona? üstelik bunca yoksulluğu, acısı sızısı arasında bir gün, ne yaptıysa yaptı -bu konuda çeşitli rivayetler yardı- devlet dairesindeki ufak memuriyetinden de kovuldu. işte artık büsbütün sokakta kalmıştı. gerçi hepimiz kapılarımızı açmış buyur ediyorduk kendisini evimize ama asla kabul etmiyordu tanrıçay. yıllarca müridi olmuş bir arkadaşımız, “ikram istemiyor anlamıyor musunuz? o, aslında sizin sahip olduğunuz her şeye bizzat sahip olmak istiyor, hepinizde olanın toplamını!” diye uyardı bizi. bir başkası ise, “onun hastalığını biliyorum,” dedi: “başının üstünden yemiş dalları uzanır ama koparıp yiyemez, boğazına kadar suda dolaşır içecek bir damla bulamaz. neye el uzatsa kurur kavrulur bu kendi kendini ebedi olarak cezalandırma biçimidir! dr. nurer’e sorun!” ancak dr. nurer bu saptamalara gülüp geçiyordu her zamanki gibi doğru bulmuyordu. tanrıçay ise açık açık bizim yüzümüzden işinden kovulduğunu, bizden yardım alarak bizim suçumuzu hafifletmeyeceğini, bizi rahatlatmaması gerektiğini ilan etmişti çoktan. “sizin kendinizi suçsuz sanacağınız bir suçu işlemem ben, sizden sorumluyum” diyordu. böylece gene bizim uykularımıza musallat oluyor gece gündüz kendisini düşündürüyordu bize. bir süre sonra evinden de çıkıverdi, elinde koç başlı bir sopayla yalnız başına, sokaklarda düştü kalktı, daha sonra yanında on dört on beş yaşlarında kıvır kıvır kuzu postu gibi saçları olan, çakır gözlü, kimsenin yüzüne bakamayan, iki çift laf edecekse yanakları pespembe olan, üstü başı temiz bir çocukcağızla dolaşmaya başladı. o yıl arada bir evlerimize uğrayıp yedi içti, bize birer alçak olduğumuzu yeniden tek tek hatırlattı, bağırdı çağırdı gitti. çaptan düşmüştü, ama gözleri fıldır fıldırdı gene; bastonuna dayanarak beli kırık gibi kıçının sol kanadı dışarda gezinmeye başlamıştı. kışa doğru da ne düşünüp taşındıysa bütün “bizde kal” önerilerimizi geri çevirip içimizde en fukara, en sağlıksız arkadaşımız, “çılgın mehti”nin evine çocukla birlikte yerleşti. çocuğun, kimsesiz ve işsiz güçsüz, yoksulun biri olduğunu ona acıdığını yanında eğitip, yetiştireceğini söylüyordu. bir gün çocukla haber gönderdi. arkadaşlarını akşam yemeğine çağırıyordu. şaşırdık, sevindik ve korktuk. neydi başımıza gelecek anlamadık, bilemedik. çocukla mehti’yi sayınca on dört kişi olacaktık. neresine sığacaktık o kulübe’nin diye mırıldandık ama saati gelince, rakımızı alıp tıpış tıpış yola düştük. artık huzura kavuşmuş ve bizi bağışlamış olabilir miydi? yaşlılık onu yumuşatmış, olgunlaştırmış olabilir miydi biraz? ama gittiğimizde öyle olmadığını gördük. bir kere çocuk yoktu artık, onu polis alıp götürmüştü nereye bilmiyorlardı. mehti ve komşular, tanrıçay’dan şikâyetçi olmuşlardı; çocuğu her fırsatta elinde taşıdığı o koç başlı kalın sopayla dövdüğünü, kendilerine hakaret ettiğini söylemiştiler. bunun üzerine tanrıçay da mehti’nin esrarkeş olduğunu bildirmişti polise. polis mehti’yi de tutuklamış ama tanrıçay’a dokunmamıştı; yalnız başına rahatça oturuyordu mehti’nin evinde. neyse bize kapının dışında mangalda et pişirdi, biber-lahana turşusu çıkardı. on iki kişiydik, yuvarlak bir hamur tahtasının kıyısına dizildik. ne zamandır, yer sofrası diye bir şey olduğunu unutmuştuk ne hoşmuş değil mi nostaljik sofra diye tatlı sözlerle konuşmaya başlamıştık ki, “pislikler, sahtekâr hırsız herifler, sizin yüzünüzden yaşadığım şu sefalete bakın!” diye getirdiğimiz rakıları üst üste devirmeye başladı. her lafın sonunda “bulacağım o piçin benden kimse kaçamaz, kötülüğü sonuna kadar kovalarım ben! kaynağını bulur kuruturum” diye içti. biz de içtik, konuştuk güldük. sanki bize hakaret eden adamın sofrasında değilmişiz gibi, onu bir parantez içine kapatıp eğlendik. o aynı cümleyi kendi kendine bir fon müziği olarak koca gece yineledi, "bulacağım o piçi, ben yapacağımı bilinin ona!". biz de yenecek içecek bir şey kalmadığında yerlere uzandık, gözümüz kapıdaydı ama hiçbirimiz çıkıp gidemedik. ufacık bir ekran tepemizde koca gece vızıldadı, sonuna doğru bir orkestra geldi salona yerleşti, konser başladı. saatlerdir uyuklayan nurer kafasını hamur tahtasından kaldırdı, şu arkadaki adamın üflediğine ne diyorlardı diye soracak oldu, "şunlara bakın, orta okul irfanlıları, fagot'un ne olduğunu bilmeyen gidi sağcılar" diye bağırmaya başladı. satılmış olduğumuzu bize dünyanın kaç bucak olduğunu anlatacağı sözünü verdi. biz dönerken de, “çocuk üçüncü karıdan olan oğlumdu” dedi. sonra kapının önüne, sallıma sallana yanımıza yürüdü, göğe kaldırdı başını. “bakın benim gökteki yıldızlar kadar gözüm var. hepinizi biliyorum pislik adamlarsınız, 'şer'siniz, hırsız, uğursuz, homo, acık değilse kapalı, derin puşt, gizli lezbiyen, sahtekâr, maço, yeteneksiz, arsız, hayasız, onursuzlardan oluşmuş, bir türk “kötülük toplumu”sunuz. hiçbirinize ayrıcalık tanımam, her kötülük hepinize aittir. biriniz hepinizsiniz. suç her birinizindir. çünkü ben adalet dağıtıcısıyım ve sizi suçta farklılandırmayarak eşitlendirerek kurtaracağım, şiirlerimin üstüne yemin ediyorum yapacağım! şimdi gidebilirsiniz" dedi. ellerimizi sıktı birer birer. çamurlu yollarda düşe kalka dönerken, her birimiz ötekine bizi nasıl kurtaracağını sordu. sözlerinden hiç bir şey anlamamıştık. nurer hastalığının seyrinin hızlandığını, artık sonun yaklaştığını söyleyip "ona eskisinden çok ihtimam göstermeliyiz!" dedi, ben, "ben yokum artık! istifa ediyorum" dedim güldüler. "sensiz olur mu yahu eğleniyoruz işte!" dediler, nurer'in muayenehanesinde çalışan eski sekreteri ceyda'nın bana anlattığına göre, nurer, tanrıçay’la konuşma seansına girerken kendi harmanı olan sakinleştirici bir çay içiriyordu tanrıçay’a. bu çay insanı sakinleştiriyordu. ceyda, “ben elimle demliyor getiriyorum onlara çayı, doktor içmiyor o çaydan o sadece ıhlamur içer” dedi. tanrıçay’ın bunca yıldır nurer'i bırakmamasının bir nedeni de buydu herhalde, onu çok iyi tammış olmalıydı nurer. ama ser veriyor sır vermiyor hastalığının adını söylemiyordu bize. harmanın uyuşturucu süresi kısaydı ama tek seansa bol bol yetiyordu. ceyda dedi ki, hoca hastasıyla birlikte çok eğlenir, o gün tüm ortak tanıdıklarını anlatır anlatır gülerler. onlar bir araya geldi mi gülüşleri, neşeleri, bağırışları ayyuka çıkar, kimin hasta kimin doktor olduğu anlaşılmaz olur. belki de nurer insanın en alçağıyla en iyisi arasında ayrım yapmayı gerilik olarak görenlerdendi. insanlar arasında böyle bir ayrımdan yana almamak bir üstünlüktü mutlaka ama ben bir türlü kendimi öylesine olgunlaştıramamıştım ne denli sussam, tutsam kendimi, sonuçta haksızlık karşısında taraf oluveriyordum, işin kötüsü tanrıçay da bunu biliyor ve diş biliyordu bana.

    * * *

    tanrıçay bir ara sık sık uğrar olmuştu bana, şiirlerini okuyor edebiyattan söz ediyor, olmadığı ya da vaktiyle olup da yitirdiği bir efendi kimliğiyle sohbete zorluyordu beni. özellikle hakkında çıkan övgüleri her gelişinde tekrar tekrar yineliyor, bana da onaylatma çabalıyordu söylenenleri. ben insanları yüzlerine karşı övmekten hohlanmayan biriyim. üstelik tanrıçay’ın öyle kişilik bozukluklarına, çirkinliklerine tanık olmuştum ki, şiiri de gözümden düşmüştü. gene üstelik şiirlerine öyle pek bayılanlardan da değildim. son ziyaretinde, onu övemememin sıkıntısıyla ama şiirine de haksızlık etmemek için bir öykü uyduruverdim. kendimin söylemediğim bir başkasına söylettim: artık yaşamayan şair bir arkadaşımıza. güya arkadaşım, bir gün bunun bir şiiriyle koşa koşa gelmiş, “bak yeni bir şair keşfettim, müthiş” demişti tanrıçay için. çok sevindi tanrıçay, açık açık sevindi. "bak senin bu tarafını severim, dobrasındır, kıskanç değilsindir. aslında sen bana güvenmedin, şunlar, şunlar gibi (kadın yazar isimleri saydı) geleydin yanımıza seni bir yılda en tepeye çıkarırdık,” dedi. ardından, fikret’in de ne kadar iyi bir şair olduğunu anlata anlata bitiremedi. daha sonra, ondan işitmeye alışık olmadığım durgun bir tonda oğlunun cinsel organını kesip yuttuğunu anlattı. “abdullah’ın!” dedi. şaşırdığımı belli etimden baktım ona. sanki herkes her gün çocuğunun çükünü koparırmış gibi, “haa o çocuk mu abdullah ha? onun mu?” diye sohbete daldık! içimden neden uyduruyor bunları diye geçiriyordum; gene kafa bulmaya çalışıyor, bir şeylere zorluyor beni. konuşurken yüzüme asla bakmıyordu, mahcup, insanlaşmış biri gibi başını yere eğerek üzücü bir sesle anlatıyordu. vaktiyle de ilk karısından olma çocuklarına - ikizmişler-de aynı şeyi yaptığını sadece onları kesmeden bir bütün olarak yuttuğunu anlattı “onlar ufacıktı, iki aylıktılar daha, iki palamut gibiydiler” ağzını şıpırdattı. tüylerim diken diken olmuş, donmuş kalmıştım. dediklerine bütünüyle inanmasam da bir şeamet içinde olduğunu tüm benliğimle seziyor aslında bu gece beni de yutmak niyetiyle buraya uğradığından şüpheleniyordum. ağzına bakıp duruyordum, büyük de değildi ama hırslı bir çenesi vardı; geniş köşeli kulaklarının altına kadar uzayan. öte yandan, böyle hayal ürünleriyle adam şaşırtmaya bayıldığım da biliyordum. benimle kurmak istediği bir oyun olmalıydı; beni kendiyle eş kötülükte tutmak lütfunda bulunarak, sırrını ifşa edip bir bakıma da suç ortaklığına ya da yakınlaşmaya mı zorluyordu beni? “o ilk iki oğlan ikizler, geldiğinde gençtim!” dedi. “parasızdık gene yoksulduk. çok da iştahlıydım. ama bu çocuk, abdullah yaşlılığıma rastladı, severdim keratayı! kolay değildi ama ben yapmasam onlar beni keseceklerdi anlamıştım!” dedi. gözümün önüne hayatın henüz hiçbir anlamını kavrayamamış dal gibi abdullah geldi. kıvır kıvır sarı bukleleri olan, kızla erkek arası bir yaşta bu keçi sakallı deli ozanın eline düşmesi ne korkunçtu. usturayı tutan elini köke doğru daldırdığını görür gibi oldum. olağan bir şeyden söz eden sesimi tutturarak sordum: “nasıl kestin, tek başına mı?” “evet, kolay oldu, nurer bana uykusuzluğumu gidermek için biraz uyuşturucu ot çayı hazırladıydı onu içirdim, acı duymadı!” böyle bir şeyi yapsa da yapmasa da bana anlatmasındaki karmaşık amaçların ne olduğunu düşünemedim bile, şaka etmiyordu bence. oğlanı bir biçimde öldürmüş olabilirdi! kalktım, “şaka ediyorsun herhalde,” dememle cebine davrandı bir tabanca çıkardı ve sehpanın üzerine koydu “belimi acıtıyor,” dedi. aldırmadım. “geliyorum çay koyayım” dedim, mutfağa geçtim. nurer’in uyuyabilmem için bana da verdiği çay harmanına ben de kendi özel harmanımdan yoğun bir tutam kattım, döndüm odaya sehpanın üzerine tabancanın yanına koydum. bir anda içki gibi dikiverdi başına çayı.

    bir süre sonra konuşmasının hızı kesildi, o tekrar tekrar kötü karılarını, doğar doğmaz gözlerinden düşmanı olacaklarını anladığı oğullarını anlatıyor “ben yalanı anlarım suyun köküne kadar gider kuruturum” diye mırıldanıyordu. biraz sonra uzun uzun esnedi, “bir şey söylemedin iyi yapmış mıyım oğlana?” dedi gevşek gevşek. onu onaylamaktan başka ne yapılabilirdi ki! bir süre ondan bundan söz ettim oyaladım onu, iyice sersemlemesini bekledim. sopasını yanı başına uzatmıştı. yüzü usullayıp yumuşadı çenesi aşağıya uzadı, masum çocuksu bir yüz oldu, ellerini kollarım yere teslim etti, artık kimseye karşı gelemeyeceği, kimseyi yıldıramayacağı, kimseye sövemeyeceği, dövemeyeceği kıvama geldiğini gördüğümde onu taklit ederce, “iyi olur mu yamyam herif!” diye kükredim, “sen bizi ne sanıyorsun? insan olan oğlunu yutar mı hiç densiz! o masallarda olur salak, şakası bile çirkin, ama sen tanıdım tanıyalı hep birilerini yemek yutmak istedin; sadece oğullarını değil en yakın dostlarını arkadaşlarını da yemek istedin, seninkinden başka çük, senden başka şair kalmasın istiyordun bu dünyada”. baktım iyice içi geçmiş, fırladım tabancayı aldım elime, azıttım büsbütün, “elinde olsa sadece şiirde değil belki düzyazıda da, eleştiride de, doktorlukta, avukatlıkta, halkla ilişkilerde, tasarımcılıkta, ressam ve tabelacılıkta ve üç kuruşluk operacılıkta da kimseyi sağ bırakmayacaktın” diye uzun uzun azarladım onu. sırıtkanlık geldi yüzüne yığıldığı yerden gırtlağından ne olduğu anlaşılmaz hırıltılar çıkardı. yaklaşıp sopasını uzattığı yerden elime geçirdim, bacağını dürttüm bir iki kez aldırmadı, geçtim yatak odama sakladım tabancayı sopa elde döndüm. koç başıyla şurasına burasına kakarak söylendim “pislikmiş, pislik sensin nankör, seni sen yapan herkesi inkâr ettin haset bücür! yoksulmuş senden başka yoksulu yok muydu bu dünyanın” diye sopayla tepe tepe, bağırdım çağırdım. “sen asıl metin’den çıkmasın, ama metin’in kestiği tırnak olamazsın o büyük bir şairdi, sen ondan çıktın ondan! gökten inmedin sen! anladın mı?” diye iyice yedi düvel işitesiye bağırdım. beni işittiğine emindim ama yanıtlayacak gücü yoktu artık beyninin. “elinde olsa nâzım’ı da silecektin sen. nâzım’ın karşısına lümpen şiirle geldin üstüne üstlük! onunkiler iyi değilmiş de, eh işte birkaç şiiri varmış da, sefil seni! şiirinde bile kabadayılık taslıyorsun bilinçsiz hero, hey moruk uyan da dinle bak, şiiri sınıfsızlaştırdın, lümpenleştirdin, depolitize ettin alt kültür şairisin sen, tulumbacı sen de! hem fikret de levent’teki eve gelip, senin için, ‘bak çok iyi bir şair keşfettim’ falan dememişti o gün; ben seni o zamanlar insan sanıyordum biraz mutlu olabilmeni, yatışmanı sağlamak için uydurdum o hikâyeyi hahahay! sevsinler! ayol fikret’in kendinden haberi yoktu ki başkasını keşfetsin. o benli belkıs’ı keşfetmişti son son! haha hay!” koyverdim makaraları. bir ara silkindi, kalkmaya yeltendi ama yapamadı, yapamazdı; ben bu ot çayını içtiğimde yirmi saat deliksiz uyumuştum. dili dönmüyor ama gözlerini tavana doğru devire devire işaret parmağını sallıyordu, sonunda gözlerinin sadece akı kaldı ortada; çocukların deniz kıyılarından topladığı, avuçlarına sığdırdığı irilikte ak çakıl taşları! ürperdim ama öfke baldan tatlıydı, arada bir canlanıp oynata oynata beni tehdit eden, sinirimi kaldıran işaret parmağım tuttum geriye doğru kınlına kadar büktüm hiçbir tepki gelmedi, acımıyordu canı, çay çok güçlüydü, doğru söylemişti. abdullahcığın canı yanmamıştı ama ondan sonra ne olmuştu çocuğa?.. bir süre daha bekledim bir şokla ayılırsa hazırlıklıydım, kapının çarpmaması için önünde duran taşı yanıma aldım, o artık iyice kendinden geçmiş uzamış sarkmıştı yerlere. telefona sarıldım, edip’i, arif’i, ilhan’ı, turgut’u, gülser’i, cemal’i, jâle’yi çağırdım, “tanrıçay’a bir şeyler oluyor gelin,” dedim. “geliyoruz!” dediler. oh! bir cıgara yakıp beklemeye koyuldum. beklerken yavaş yavaş tavandan bana doğru dönen ve korkunçça irileşen açık sarı gözleriyle karşılaştım, elimdeki sopanın başını yüzüne doğru sallayarak korkuttum onu ama gözünü kırpmadı, sesi de çıkmıyordu artık, belki de öldü dedim, yaklaştım baktım, hayır derin soluklar alıyordu, ölmemişti; boynunda kirli ip gibi sallanan kırmızı fuları çekip aldım, kertenkele gibi ömrünce üzerimizden dolaştırdığı gözlerini bağladım ve doya doya sürdürdüm ona karşı gelmeyi. “ben hiçbir vakit senden yana olmadımdı” dedim! “ben hep sana karşı olanların yanındayım, onların da değil kendi yanımdayım anladın mı ha!” dedim. “bana baskıyla, şantajla haklı olduğunu söyletecek adam mısın sen? devlet misin sen ulan, seyyar ceza sömürgesi gibi gezinip durdun aramızda, kimsin sen, mit misin? ajan provakatör! utanmadın mı onca adamı süründürmeye devletin mahkemelerinde? anarşistmiş, devlete ve tüm kurumlarına karşıymış! öyleyse kimi kime şikâyet ediyordun, ne arıyordun devlet kapılarında, kimleri dava ediyordun devlete ha? haksız olduğunu bile bile yaptın bunları keçi sakallı iblis! altı yerde mahkemeye verdin osman’ı, bezdirdin, insanları, bıktırdın!.. ne dedi biliyor musun osman, ‘bir arkadaşıma, bir insana yardım ettiğim için kendimden tiksineceğim aklıma gelmezdi!’, ben dedim ki ‘aldırma, ona kim inanır, deli saçması der geçerler!’. ‘öyle değil o bu biçimde kahramanlık taslıyor, türk genet olmak istiyor! genet her türlü pisliğe bulaştı ama önce kendisi günah çıkardı toplumun önünde, ilkin kendini yargıladı?..’ senin mahkemeye verdiğin tüm arkadaşların hâlâ sana yardıma devam ediyorlar biliyor musun? incinirmiş, incin be, incin! yuh sana!” “tanrıçay! hey münkir tanrıçay! öyle masum bebekler gibi uyuma. tanrıçay’a değil rasputin’e benziyorsun! rasputin! hey rasputin, senin bilmediğin bir şey daha var, bunu işitince hırsından çatlayacaksın: dinle bak, işit kulaklarınla da öyle öl: bir ara ben de sana yardım ettim biliyor musun?! bayağı para yardımında bulundum sana, senden gizli: iyileşmen için, onların koyduğu paranın üstüne ben de ekledim! hadi çırpın bakalım, homurdan, homurdan iyiliğimi geri alamam artık işit, artık işit; sana baktık epeyi bir süre. istanbul’a gelmenden çok önceleri seninle tanıştığım sıra kırk yıl önce -helikon derneği’nde tanışmıştık hani- o sıra bir yakının evinin kirasını ödeyemediğini söyledi istanbul’a dönene kadar kiranın yansım da ben ödedim. gerçekten haberin yok mu bu yardımlardan, çok merak ediyorum ikiyüzlülüğünü nereye kadar götürdün çok merak ediyorum? ha? bilmiyordun ama bunu, bilseydin beni de mahkemeye verirdin; paramı çaldı diye ha! kaykıldı, koltuktan kaydı ve yere serildi. aman!.. ayayayay! işitiyorsun beni hâlâ! işit işit, korkmuyorum senden artık rasputin! ne cezası vermek istiyordun bize? neydi derdin bizimle, senin işlediğin tüm suçlan bizim de işlediğimizi ‘ikrar’ ettirmekti derdin değil mi? hırsızlığı ve tümünü. evet, öyle eşitleyecektin kendini,,, yüreklere korku salan katili de oynadın işte, şiddete doymayanın haklılığını, devlete, cumhuriyete, bu kurumların halkına, toplumuna, entelektüeline beğendirmeye çalışıyordun kendini, ama kimse seni mahkemeye vermeye değer bulmadı, kimse senin şirretliğinin üzerinde durmaya, bildiklerini yazıp söylemeye gerek görmedi. ‘büyüklük gösterildi’ hep sana, sevmeye çalıştık seni. hem sen ne hakla ted hughes’le sylvia plath üzerine konuştuklarımızı, benimkileri de senin söylediklerinmiş gibi yayınladın? bir de gelmiş dergiyi gördün mü diye sormak küstahlığında bulunmuştun, ‘görmedim!’ dedim. seyyal’in de en güzel dizesini çalmışın, nilay’ı yılan dilinle ite kaka intihara kışkırtan şendin!” tanrıçay’ın serçe parmağı kımıldar gibi olduğunda koşup yeniden ağzına sokmayı denedim ama olmadı, hemen bir çorba kaşığı kaptım ve ben çocukken, annemin, “sanki karda yatırmışlar dediği öksürük”ten olduğumda eve gelen ve gırtlağıma kaşık sapı sokarak kusmama neden olan beşiktaş dispanserinin kambur çocuk hekiminin yaptığı gibi kaşığın sapını leğen kadar açılmış ağzından içeri tıktım. tepindi, kendini bilmezliği içinde tepindi ve kaşıkla birlikte bir taş kustu orta yere. karnının boyutunda, alt yanı çıkıntılı, hareli düz bir taştı. kaldırdım inceledim, hafif ama sert, dinç, enerji dolu, capcanlı tertemiz bir taştı. belki de çocuklarının taşıydı! içeri koştum uçaklarda yolcuların yanında taşımasına izin yerilen boyutta seyahat çantama attım taşı. sonra paris’ten gelirken yılbaşında açarız diye sakladığım nefis bir şampanyayı patlattım kendime, kadehe doldurdum ve bizi -insanlığı- kendine benzetememenin acısını çeken kara safrayla dolup taşmış koruk yeşiliyle, kara safran suratlı tanrıçay’ın karşısına geçip artık ondan korkmamanın şerefine içmeye başladım. arif, edip, cemal, nurer geldiğinde -ötekiler gelememişti- onlara da ikram ettim. “artık ondan korkmuyorum” dedim odadakilere. hayretle yüzüme baktılar, “siz de korkmayın,” dedim. nurer “o hasta” dedi. “olsuuun!” dedim, “ben de hastayım?” tanrıçay’ı nurer’in arabasına yatırdık, o serinkanlı duruşuyla, “siz yorulmayın kalın burada, ben hallederim” dedi, hastaneye kaldırıyordu onu. her vakitki güler yüzüyle konuşma odasındaymış gibi yumuşak sesle, hep gülerek, zevkle işini görüyordu. o vakit nurer’in de sevimli bir çatlak olduğunu bu dünyaya sadece kendince gülünecek durumları yaşamak için geldiğini düşündüm. gülünecek durumları da en çok tanrıçay’la yaşıyor olmalıydı. bir araya geldiklerinde yaptıkları dedikoduları başkalarının budalalığı üzerine ördükleri fıkraları kulağımla işitir gibi oldum. acaba benim için de konuşmuşlar mıydı! mesleği deli güllabiciliği olduğuna göre benden iyi biliyordu herhalde gülünecek şeyi. bir günlük tutuyor muydu acaba? iyi olurdu günlüğünü elime geçirsem ve okusam neden hiç evlenmemişti, neden bu kadar iyi donuk ve kinik bir adamdı. “ne oldu buna yau!” dedi giderken nurer. gülmesi giderek çoğalıyor sıçraya sıçraya ekleniyordu biribirine, “bilmem durup dururken tepinmeye başladı! bayılıverdi?” dedim. “merak etme birkaç saate kalmaz ayılır!” dedi, anlamlı tuhaf bir gülümsemeyle bakıyordu gözlerime. uykusuzluğuma karşı verdiği çayı anımsadı mı bilmem. “zaten merak etmiyorum! ben öldü sandımdı?” dedim, “şunu da al, bana gelirken bunu getirmiş yanında” dedim, tabancayı sıkıştırdım eline, ardından vakit kaçırmadan hemen onunkine benzeyen parçalı gülüşleri bütünleştirerek gülmeye başladım. edip, “şunlara da bak, ne gülüyorsunuz öyle?” diye güldü, cemal, “kadınlar böyledir işte her şeyden bir şey çıkarırlar!” dedi. çenesinden beline kadar beyaz bir sakal sarkıyordu, krem rengi trençkotuylaydı. “içinde ceset yok değil mi?” dedim gülerek. aslında “ceket” diyecektim çünkü cemal ben tanıdığımda ceketsiz gezerdi, ceketin burjuva özentisi olduğu savı üzerine büyük bir tartışma ve dargınlık yaşamıştık. “ah sen yok musun sen parça parça olmuş mütecevviz!” dedi, kızgındı, gülmüyordu. “ne kadar erken öldün, yüzünü görünce özledim seni!” dedim. ters ters baktı. arif gülmüyor gibi güldü, “siz hâlâ geçinemiyorsunuz ha! neyse gülmek olsun da!” dedi. aradan bir yıl geçti. nurer’in arabasıyla ida dağı’na doğru yola çıktık. “zeus sunağı”nı, küçükkuyu’yu hiç görmemişti nurer. oralara uğrayıp deniz’in evinde birkaç gün kalacaktık. mehmet’le deniz’in ılık gülüşlü halleri, eski görkemli rum evleri bize iyi gelecekti, nedense her zamanki kadar çok yorgun ve depresyondaydım. hunter’dan denize girecek, adonis’te şarap içecek, ida otel’in barında da salınacaktık. nurer’le çocukluğumuzu babalarımızı, kardeşlerimizi alaya alıp eğlenecek sohbet edip kendimize gelecektik. yaz şıkır şıkır cilvesiyle sarmıştı bizi. keşan’a doğru arabanın radyosunu açtık, tanrıçay ölmüştü! bugün gömülecekti. ikimiz de önce saate sonra birbirimize baktık. sustuk. “sabih’le cihangir kaldırıyordur cenazesini" dedim. “yok canım en son belediye huzur evine yatırmıştı onu?” dedi nurer, “olsun, onları varis ilan etmişti!” dedim. “ne varisi yahu?” dedi. “öldükten sonra yerine geçecek iki şair adı vermişti. sözlü vasiyette bulunmuştu” dedim. “hangi yerine geçecekler? bilmiyordum bunu! hiç benzeşseler bari?!” dedi nurer. “bir gazete bulsak da neler olduğunu okusak!” dedim. sıcaktan ıpıslak yapış yapıştık. bu sıcağa karşın sağda solda hâlâ yeşil kalmış ağaçlar, öbek öbek çalılıklar görüyorduk. yanımızdan hızla geçip giden arabaların kaldırdığı tozun arasından yeşillikler, tüten bataklık, ağaçlar boğa yılanın sırtı gibi kesik kesik pırıldıyordu. nurer, “iyi ki mahkemeye vermedin onu, söylemiştim sana ömrü kalmadı, uğraşma diye. verseydin şimdi üzülecektin!” dedi. “sen öyle san! üzülecekmişim!” dedim ve kendi eski, çocukluktaki saf sade, tatlı gülüşümü tutturduğumu algıladım. “amma da kötüsün!" dedi. duraladım. “ona hiç ‘kötüsün’ demiş miydin?” dedim. “denmez ki!” dedi. yüzüne baktım. bu gerçekten iyi bir adam mı diye sordum kendime, “ben doktorum, o hastaydı, öyle yalnız bırakamazdım onu; ama size ne oluyordu ki asıl hasta olan sizlerdiniz!” dedi. “eee?” dedim. “o bütün insanlığın taşıdığı ‘insanlık suçundan' yararlanarak kullanıyordu sizi!”. ardından düşünmeme ve konuşmama fırsat vermeden, istersem cenaze merasimine yetişebileceğimizi söyledi, “isterim” dedim. yırtık pırtık bir çocuk topluluğu ağaçların serinliğine doğru koşuşuyordu, tanrıçay’ın yakın arkadaşlarına ne kadar eziyet ettiğini, yorduğunu, enerjilerini çaldığını düşündüm. birden nurer’e söylemeye karar verdim, ne de olsa ölmüştü artık: “baban için hastalarının ağzından altın dişleri çeker eritir, çalar, diş ücretini de ayrıca alır demişti?” dedim. arabanın hızının önce azaldığını ardından gene yerine geldiğini algıladım. üzülmüşe benzemiyordu ama sanki teşhis ve tedavide bir yanlışlık yaptığından şüphelenmişti, belki de çok üzülmüştü, babasına ferit amca’ya çok düşkündü. güler yüzlü, şakacı, çalışkan, fakir dostuydu ferit amca. “boş, ver, aldırma, çek bir kaset de neşemizi bulalım!” dedim. virajı aldık. oraya vardığımızda merasim çoktan sona ermişti. yan taraftaki mezar taşının üzerine oturup biraz oyalandık. seyahat çantamdaki taşı çıkardım, taze atılmış toprağın başucuna bıçak gibi sapladım. “o taş da ne öyle” dedi, nurer. “bilmem, bizim evde bayıldığı akşam kusmuştu sakladım” dedim. taşa uzun uzun baktı, “senin fantezilerin de iyidir!” dedi. ardından, “göktaşına benziyor!” dedi. “bana sorarsan cehennem taşıdır dedim!” daha dikkatle baktı, “hafif saydamlığı var!” dedi, sonra bana döndü, “bağışlayamıyorsun onu değil mi?” dedi. gök apaçık, masmaviydi, güneş azıcık inmiş serinlik olmasa da kuru ıtırsı bir aurayla ortalık hafiflemişti. “bağışlamak” diye düşündüm, bu sözcük, normal, uygar insan ilişkilerinde kullanılabilirdi ancak. onunla yaşadıklarımızı hangi etiğe sığdıracağımı çıkaramıyordum. “bir etik yoksunluğu yok muydu hepimizin hayatında?” dedim. “parasız, işsiz, kimsesiz bir adamdı, etiği metiği kalmış mı? ayakta kalması yaşaması gerekiyordu, savaş veriyordu. uğraştı didindi sürekli gündemde tutmasını bildi kendini, yoksa nasıl yaşardı, kim bakardı ona?” dedi. “onun muhiti sizdiniz, bizdik; tanıdıklarından seçecekti kurbanlarını elbette! iyi şiirleri var ama!” dedi. dostlarının dünyasını kirletmeye, karatmaya değecek kadar iyi şiir olur mu, diye düşündüm. böyle ölçülerle değerlendirilmiş sanat ürünü var olmuş muydu şimdiye kadar? “bir koyak bulsak da suya atlasak, acısı çıksın!?” dedim. “olur,” dedi nurer, “skamandros üzerinden truva’ya doğru ilerlersek buluruz öyle korunaklı bir koyak”, hemen ardından, “aaa yau ben mayomu almayı unuttum biliyor musun?” dedi, “buluruz bir mayocu dükkânı oralarda” dedim: oralarda bakkal dükkânlarında ekmek, kuru fasulye, bira şişeleri arasında sallanan rengarenk mayolar, şapkalar geçti gözümün önünden. “turizm ülkesi buralar, olmazsa donunla girersin, baksana bu güneş beş dakikada kurutur her şeyi” dedim, neşem gelmişti. “buluruz buluruz, olmazsa donsuz da girerim sen yabancı mısın!” dedi “zaten ben bakmam korkma!” dedim. baktım onun da keyfi yerine geliyordu. tanrıçay'dan kurtulduğuma biraz olsun seviniyor muydu o da benim gibi acaba? dönüp bana baktı bir an için "no more pain, no more sorrow. no more bitter words. but painful memory" dedi, arabaya döner- ken... annem öldüğünde de nurer'in beni böyle ingilizce sözcüklerle teselli ettiğini anımsadım? türkçe başsağlığı dilekleri pek inandırıcı gelmiyordu ona belki de! belki de türklerin ölenin ardından miras kavgasına düşmekten yas tutmaya vakit ayıramadıklarını, üzülmeyi öğrenemediklerini düşünüyordu. çok susamıştım ama yeri değil diye susuyordum, kafamda yol üzerinde serin gölgeleri olan bir bahçeli gazinoya rastlamak, kırık tahta sandalyelerinde dinlenip bol bol su içmek, çay içmek, tuvalete gitmek vardı. yola çıktık gene. "günlük tutuyor musun sen?" diye sordum. "ne günlüğü yau. ölüp gideceğiz hepimiz, tutsam ne çıkar ki benim günlüğümden!.. tutsaydım içine kendimden hiçbir şey komazdım!" dedi. “neden?" dedim. "kimseyi kandırmak istemediğimden!" dedi. hızla tozu toprağı kaldırarak yol almaya taşladık. bu adamı sevdiğimi düşündüm.

    * * *

    bu metni yazarken yakınlarda okuduğum ve pek anlam veremediğim "kralın iki bedeni” söylencesi alıcı kuş gibi tepemde dönüp durdu. aşağıya bu söylenceyle ilgili bir parça aktaracağım. nedense bu parça denememin iyi bir tamamlayıcısı olur diye düşünüyorum?

    (...) orta çağ hukuk ve siyaset anlayışına dayanan, ikiz olarak doğmuş kral efsanesine göre, hükümdarların iki bedeni olduğu kabul edilir. bunlardan biri günün birinde çürüyecek olan doğal bedendir. öteki aevum'dur. bu kutsal gizemli ve ölümsüz beden, krallık payesinin bütün insan zaaflarını ve krallık üzerindeki talihsizliğiini aştığı dünyevi bir sonsuzluktur (...) eikon basilike’in baz ı kopyalar ı nda talihsiz ı. charles'a dayandırılan “acı çeken majeste” adlı uzun bir şiir bulunmaktadır. bu şiirde tahttan indirilen ve yargılanması sonunda tam da iki beden teorisi dayanak yapılarak “kral adına” mahkûm edilen hükümdar, aynı ideoloji çerçevesinde akıbeti hakkında acı ve dokunaklı bir yorum yapar:

    kendi yetkimle ben majestelerini yaralarlar
    kral adına kralı tacından ederler.
    kül elması böyle yok eder.
    “foucault. j. g. merquior” (afa, 1986 baskısı)
hesabın var mı? giriş yap