• bu şiirini duyduktan sonra her tarafta deli gibi kitabını aradığım ama o zamanlar kitabı kitabevlerinde satılmadığı için bulamadığım, o yüzden kendi kendime "sen beni öpersen belki de ben fransız olurum" ve "freud diye bir şey yoktur" dizelerini tekrarladığım harbi şair.

    sen beni öpersen belki de ben fransız olurum
    şehre inerim bir sinema yağmura çalar
    otomobil icad olunur, zarifoğlu ölür
    dünyadaki tüm zenciler kırk yaşından büyüktür.

    -senegalliler dahil değil

    sen beni öpersen belki de bulvarlar iltihablanır
    çağdaş coğrafyalarda üretir cesetlerini siyaset bilimi
    o vakit bir sufiyi darplarla gebertebilirsin
    hayat bir yanıyla güzeldir canım, sen de güzelsin

    -yoksa seni rahatsız mı ettim?

    sen beni öpersen belki de aşkımız pratik karşılık bulur
    ne ikna edici bir intihar girişimidir şimdi göz göze gelmek
    elbette ata binmek gibidir seni sevmek sevgilim
    elbette gayet rasyoneldir attan atlamak

    -freud diye bir şey yoktur.

    sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirim
    belki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
    bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsün
    yani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.

    -haydi iç de çay koyayım.

    ah muhsin ünlü
  • bundan bi'kaç sene sizofrengi de gördüğüm ve hayatımı bir garip ürpertmiş olan işbu caanım şiiri şiiren kişidir.
    "ce sont les bateaux barbaros
    ce sont les solies d'ottoman"
    ertan kurtulan

    ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.
    adlı bir cengaver olarak telefon ediyorum.
    hakiki cinayetler işleniyor görüyorum.
    isa görüyor, şeyhim görüyor, ben görüyorum.
    ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

    yüzyıl şilisinden bir dazz javulcusu inliyor tam arlarımda
    hiç durmadan kentlimağlup kıyasıya mağrur ve mor
    bir çocuğum şimdi pişman olmak için
    birbiriylebağlantılıyüzbinlerceyılım vor.

    seni sevmem
    bu savaşı
    kesintiye uğratmaz
    ama ordan bakma!
    bu, werther'in
    leş kanını
    gül kılar.

    birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
    otobüsler olacak, tirenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
    saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler, gideceğim
    çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri.
    gideceğim ensk ökümde devlet denen şirk,
    beb gözüğümde kent gördükçe kırılan gıçlar,
    ve bir dizeyi haklar gibi terli ellerim
    bu çağın açısını dik tutacaklar.

    bana bir öpücük verin yoksa galip döneceğim
    ufka bir kesin ordum akıverecek
    elimde çözülecek makina ve cinayet
    marşlar yazıp halkımla söyleyeceğim yoksa.

    inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
    çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
    ipimden kurtulmuşum kaybediyorum.
    birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
    tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
    helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
    memleket sana rağmen ket vururken yarama
    şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
    -ve emir "kun" diyor; doğuruluyorum-
    "bu ülke"den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
    bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim
    ikdildar tohmekecek sözüme yoksa
    ve bir dizenin tan yerini ağartamsıysa
    ellerini tutarım ki kudurtucudur.
    bunun için gözlerinin meryem hali sevgilim
    gözlerinin meryem hali gerçek yurdumdur
    ki zuhrettiğinde ilk formuyla isa yeniden
    ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorumdur.

    ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim
    lazım gelen gülleri göğsüme gömmüşüm
    birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
    bunu daha çok küçükken bir filmde görmüştüm!

    ah laikse aşkımız biter elbet bir kışbaharyaz günü
    gözlerin uçurumlar kaydeder avuçlarıma
    bir çınar gövdesini bir hamle daha yayar
    üç içbükey komodin silah çeker vurulur
    sen gidersin, denklem düşer, ben aşk olduğumu ağlarım
    bir kelebek konduğu yerde bir mayın olduğunu anlar.

    ben dünyaya karşı durmak ile meşhurum
    olma. yokluğun bulunmama larcivert lavlar akıtır.
    nasıl çekip gitmiş bir şaman
    çekip gitmiş, bir şaman değilse en çok
    benim gibi sonsuz bir at
    hiç koşmuyorken de attır.

    biliyorum lir sızmıyor şakaklarımdan
    ve yüzümde şeyh çıldırtan yarıklar da yok
    annem beni hep çok sevdi, kız gördüm mü ağlıyorum
    modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
    ben sana düzenli olarak telefon ediyorum.

    mıknatıssız bir pusula olarak
    ah muhsin ünlü
  • "sen varken ona mı yalvaracağım! o da beni sevsin rabbim, bunu ancak sen yaparsın! amin.."

    ah be muhsin ünlü...
  • taaa 2003 mayısının kılavuz dergisinde (#2), murat menteş'in kendisi ile yaptığı "ah muhsin ünlü: modernle başa çıkabilen tek silahımız şiir" başlıklı bir röportaj yayınlamış idi, kayıtlara geçsin istedim.
    aşağıya alıntılıyorum, bir iki noktasına virgülüne dokunarak.

    trajedi üzerine, balkonda çürüyen kitaplar üzerine, nefs üzerine, acılar içinde kıvranan zamane şairleri üzerine ve de şiir üzerine bir şeyler söylüyor; samimi söylüyor.

    -----------------------------------------------------------

    mm* : ah muhsin ünlü gerçek adınız bu olamaz, değil mi?

    amü* : muhsin benim oyuncak kedimin adı. ona da bizim pastacı muhsin ağabey'den geçmişti. şiir yazmaya başladıktan sonra bir isim ihtiyacı hasıl oldu.

    mm: neden?

    amü: bilemiyorum, oldu işte. [sıkıntılı bir sessizlik ve ah muhsin ünlü kafasını bir meteoru yoklar gibi evirip çeviriyor.]

    mm: rahat olun lütfen.

    amü: mantıklı bir gerekçe arıyorum ama yok, bulamıyorum.

    mm: adınızın başında "ah" var, bir kısaltma mı bu?

    amü: yo, işin o kısmı hiç karışık değil. göründüğü gibi, "ah" o. "ah"tan ibaret. bir nida kırıntısı.

    mm: "gidiyorum bu" adlı kitabındaki şiirler 1993-1998 yılları arasında yazılmış. öncelikle bu pırıltılı şiirlerin yazılış macerasından bahseder misiniz?

    amü: elbette bir şiir kitabı yazmak üzere başlamadım işe. şiir yazıyordum sadece. kitaptaki şiirlerin yüzde 75 kadarını tamamladıktan sonra bunların bir kitapta bir araya getirilebileceği fikri doğdu. bu konuda herhangi bir hesap yapmadım. bir noktadan sonra iş bitti. işin ne olduğunu, neye hizmet ettiğini, sonradan gördüm. bu anlamda sonradan görmelikten kurtulamadım yani.

    mm: "gidiyorum bu"yu kendiniz yayınladınız. neden bir yayınevine bu yetkiyi vermediniz?

    amü. bir-iki yere gittim, ilgilenilmedi çeşitli gerekçelerle.

    mm: gerekçeler?

    amü: açıkçası, bir yayınevi hiç ilgilenmedi, dosyama dahi bakmadılar. iki kapısı vardı yayınevi binasının. dışarıda bir kapı vardı, küçücük bir holden sonra bir kapı daha vardı ki ben o ikinci kapıdan giremedim bile. sekretere yaklaşamadım bile yani. bana uzaktan uzağa 2001 yılına kadar şiir kitabı basmayacaklarını söylediler. ben de "eyvallah" dedim, geri döndüm. sonra yeni şafak gazetesinde bir röportaj gördüm. bir yayınevi sahibi, hazırladıkları şiir kitapları dizisinden söz ediyordu ve "şiir kitabı yayımlamak risklidir ama biz genç şairlerin kitaplarını korkusuzca yayınlıyoruz" diyordu. ben de kalktım gittim. onlar da sağolsunlar bana bursa'daki bir adamın adresini verdiler. herhalde bu dizinin edisyonuyla o zat ilgileniyordu, ismini bilmiyorum. dosyamı bursa'ya postalamadım. aslında kitap çıkarabilmek için çok uğraşmadım. çünkü nasıl olsa bu şiirler iyiydi ve nasıl olsa bir şekilde çıkacaklardı. nitekim bak şimdi bunlar hakkında konuşuyoruz. kaç sene sonra, nereden nereye. bunu biliyordum ya da daha mütevazı bir ifadeyle, seziyordum. bir başka yayınevi yetkilisi de bana "bu şiirler ortalama şiir beğenisine uygun değil" demişti. sanırım bu şiirleri ayıp kapsamında değerlendirdi.

    mm: ortalamayı tutturamadığınızı mı söyledi yani?

    amü: anladığıma göre, bu şiirlerin yer aldığı bir kitabın okur karşısında savunulamayacağını söylemek istedi. yani birisi çıkıp "bunlar ne? böyle bir kitabı nasıl basarsınız?" dediği zaman "boş bulunduk bastık, kem küm" demek zorunda kalmamak için tehlikeyi baştan savdılar.

    mm: siz de kitabınızı kendiniz yayımladınız.

    amü: aynen. şimdi de balkonda çürüyorlar.

    mm: vay canına. peki kitabı almak isteyenler...

    amü: bulamazlar ki, nereden bulacaklar?

    mm: size ulaşmak isterler belki?

    amü: bana ulaşmak için kendilerinden geçeceklerini sanmıyorum. ne bileyim, bilmiyorum. belki delikanlı bir yayınevi kitabı alıp dağıtmak ister, parayı da kırışırız.

    mm: şiirlerinizde trajedi ve humor var.

    amü: bir arkadaşım şiirlerimi okuyup okuyup gülüyor ama nasıl kahkahalar atıyor. doğrusu çok bozuluyorum ona. halbuki komedi-şiiri diye bir şey yoktur. trajik olanın gönülden ifşası humoru açığa çıkarır. humor olsun diye bir ifade kurulamaz; bir ifade gereğinden kıvamlı ve güçlü ise humora varılabilir.

    mm: trajedi sence kime aittir? şaire mi, çağa mı, topluma mı?

    amü: olu'un dönmesi için sert şeyler olması lazım. allah'ın planlayarak oldurduğu şeylerin hepsi, yalnız başına bir insan için oldukça sert şeylerdir. her şey, en ufak günlük yaşamsal faaliyetler...

    mm: mesela?

    amü: su içiyorsun ve su nefes boruna kaçmıyor. orada trajik bir potansiyel var. algılamayla ilgili bir şey bu. ben bunu daha çok nietzsche'nin trajiği üzerinden düşünüyorum. yani kişi istekleriyle âlemin istekleri arasında kalmamalı. allah'ın muradı ile senin nefsinin etkisiyle istediklerin çatıştığı zaman trajedi doğar. ayrıca paran az olduğu halde minibüse değil taksiye binmek istiyorsundur, al sana trajik bir durum. nefsinle karşı karşıya geldiğin an trajiktir. senden ayrı bir nefsin var. senden ayrı bir nefsin var. kalp var, akıl var. ibn-i arabi bunları anlatıyor ama çok karışık. sen iki şey yapabilirsin, 1. nefsine yenilirsin, 2. allah'ın yardımıyla nefsinin taleplerinin hakkından gelirsin. nefsine karşı ne kadar güçlü hamleler yapabilirsen o kadar humor çıkar ortaya. benim anladığım bu.

    mm: sanırım humor, nefis karşısında mevzi kazanıldığında açığa çıkan şeylerden biri sadece, başka kazanımlar da olsa gerek.

    amü: eyvallah, tabii ki öyle.

    mm: 2000 yılında yayınlanan bu kitaptaki şiirlerin sonuncusu 1998'de yazıldı ve o zamandan beri pek bir şey yazmadınız...

    amü: zurnanın zırt dediği yere mi geliyoruz?

    mm: ne?

    amü: zurna.

    mm: [birileri bize çay getirsin diye çığlıklar atıyorum ve sağa sola telefon açıyorum fakat çay may gelmiyor. sonunda teybi kapatarak gidip kendim alıyorum. "önce çaylar bozuldu", çünkü çaycılar uzaya gitti...] *
    şiir maceran nasıl başladı?

    amü: tane tane anlatayım. biz eskişehir'de öğrenciydik. ben iletişim fakültesi reklam bölümünde okudum. orada biz dellendik: "film yapalım, film yapalım..." neyimizeyse, yani ne filmiyse. istanbul'a gidip bir şekilde yerleşmemiz lazımdı. 1997 yazında 3-4 arkadaş geldik, burada küçük bir reklam ajansı kurduk: son ajans. so-najans. ulama var yani. reklamcılar geyiklerle uğraşır, biliyorsun. biz her şeyin çok kolay olacağını düşünüyorduk. paralar gelecekti ve biz paralarla film çekecektik. paralar gelmediği gibi, gitmeye, bitmeye başladı. can havliyle 1997 kışında biz televizyon senaryoculuğu işine bulaştık. ben bu arada ite kaka şiire devam ediyordum. fakat daha sonra profesyonel iş hayatı can sıkmaya başladı ve artık eni konu televizyon yazarı olma noktasına gelmiştik. bir tercih yapmak durumundaydım artık. bir yandan televizyona senaryo yazıp öbür yandan da şiirler uğraşmak olmuyordu. olmaz, olmadı, olmayacak. sünnetullah'a aykırı. yapılıyor ama işte galiba iyi olmuyor. şimdi ahkam kesmek istemiyorum ama.. anlatabiliyor muyum? çok kimse hem profesyonel reklam ya da televizyon yazarlığı yapıp hem de şiirle uğraşıyor. o ikisinin bir arada durmaları mümkün değildi; 1998'de şiiri bıraktım. 1993'te şiir yazmaya başlamıştım ve 5 sene uğraşmıştım. 5, yuvarlak bir sayı. neyse, bitti işte. son şiiri de yazık bitirdik, bağladık çok şükür. böylece ah muhsin ünlü adlı arkadaşın şiir macerası bir ara vermiş ya da sona ermiş oldu.

    mm: bundan sonra şiirlerini ah muhsin ünlü imzasıyla yayınlamayacak mısın?

    amü: çok mu önemli? herif o kadar şahane şiirler yazıyor ki, belki ona bir fırsat daha verilir. televizyon öyle bir şey ki insanın bünyesi kaldırmıyor. olmuyor, olamıyor, yapamıyorum; onların istediği şeyi yazamıyorum. bu arada şu mikroteyp vasıtasıyla söyleyeyim: ah muhsin ünlü adını, şiirlerle beraber, şiire meraklı fakat yeteneksiz bir zengin çocuğuna makul bir meblağ karşılığında devredebilirim yani. [ben gülmekten yerlere yatıyorum.] samimi söylüyorum. bugüne kadar zaten ortaya çıkmamıştım. bu röportajı da yapmayız, yayınlamayız. kendime güvenim var, bir adam daha çıkarabilirim.

    mm: ah muhsin ünlü gibi bir şair daha mı?

    amü: çıkar tabii, nedir ki?

    mm: mevcut şiir ortamını nasıl değerlendiriyorsun?

    amü: ben şiir yazarken dergilerde şiir yazan adamlar vardı. benimle aynı zamanda şiir yazıyordu birileri. şöyle düşünüyordum: burada bir tuhaflık var. ya ben yanlış bir şey yapıyorum ya da... yazılan şiir açıcı, türk şiirini kımıldatıcı değil. ama hayır, ben hata yapmıyordum, mümkün olduğunca şiddetli bir şiir yazıyordum. prensibim buydu. kuvvetli bir şiir yazmaya çalışıyordum ve şiirimin ne durumda olduğunun da farkındaydım. ne yazıyorsun?

    mm: alakasız bir not alıyorum, lütfen devam et.

    amü: benimle konuşurken başka bir şey düşünme yeteneğini mi belgeliyorsun?

    mm: "öldürmek kesin konuşmaktır" yazdım.

    amü: pardon.

    mm: poetik yaklaşımından söz edelim. huruç dergisi çevresinde neoepik şiirden söz ediliyordu mesela...

    amü: evet, ne olduğunu hissediyorum.

    mm: şiirlerinde lirizme uzak durmaya çalışıyorsun sanki?

    amü: aslında tam değil.

    mm: burçak fenomeni var şiirinde. böyle biri sahiden var mı?

    amü: aksi gibi iki tane var.

    mm: şiirlerindeki lirizmi humorla, ironiyle, dramatizmle dengeler gibisin.

    amü: tam olarak kıvıramayacağım şeye bilinçli olarak bulaşmamaya çalışıyorum. lirizmin zekice kullanıldığında şiiri ciddi şekilde çalıştırıcı öğelerden biri olduğunu ve şiirin doğasına uygun olduğunu düşünüyorum. benim şiirim şehre çok bağlı, şehirden kopması ve lâmekan olması gerek, zarifoğlu'ndaki gibi. o benim dehşete kapılmama yol açmıştır.

    mm: cahit zarifoğlu'nu çok önemsiyorsun.

    amü: çok. onda beni asıl çeken şey... zarifoğlu'nun teknik olarak şiirin ne olduğunu çok da umursamadan, şiire canla başla çalıştığını düşünüyorum. teknokrat şiirden başlayıp edebiyat âleminin kadife koltuklarına varan o sinir bozucu yola hiç girmemiş. şiirin tekniği de elbette ciddiye alınmalı ama edebiyat tarihçilerinin, kuramcıların mercek altına alması gereken bir şey bu. şairin mühendisleşmemesi ve meseleyi fazla aklileştirmemesi gerekir. bir edebiyat akımının oluşması da bence doğallıkla olur. derviş edasının şiirden yansımasını umabiliriz, umabilmeliyiz. sosyoloji denen şeye çok net bir cevap: "kamunun derdine çare bulunur / şu benim derdime çare bulunmaz". kamu yönetimi, belediyecilik, toplumlararası ilişkiler... bunlar hep çözümlenebilir şeylerdir diyor yunus, ama ben ne olacağım? çünkü ideal devlet ya da örgüt olmadı, olması da zorun zoru. ancak herkes ererse iş değişir. bu zamanda erenler arasında bile hiyerarşi var. biri daha çok ermiş, biri daha az.

    mm: ece ayhan'la da şiirsel bir akrabalığınız...

    amü: ece ayhan'ın düşünme biçiminin benim düşünme biçimime çok benzediğini fark ettim. onunla çok fazla ilgilenirsen kilitleneceğini düşünüyorsun, çünkü senin yazmaya yöneldiğin şeyin aynısı zaten var; otur ve sus gibisinden...

    mm: şiir çevrelerinden uzak durdun, nedendir?

    amü: şiiri çok yanlış yerden alıyor, şairim diyen insanlar, ağır bir dramatik insanlık durumu gibi alıyorlar. şiirin bütün sevinçli yanını örtbas ediyorlar. somurtkanlaştırıyorlar onu, çünkü kendilerini ciddiye alma gayretindeler. bu da hayati bir tehlike doğuruyor. durum gittikçe ağırlaşıyor. şiir yazabilmek için çok acayip acılar içinde kıvranıp çok büyük şeylerin farkına varmış olmak filan gerektiğini; daha kötüsü kendilerinin o acıları çekip gerçeği gördüklerini düşünüyorlar. işte, yazmışlar ya. yazmışlar ve olmuş.

    mm: ya sen? yazmaya devam edecek misin? yazmayı istiyor musun?

    amü: kim istemez? ben.. istiyorum.

    mm: ikinci kitabını çıkaramamış birçok şair var, onlardan biri durumuna düşmek seni endişelendiriyor mu?

    amü: düştüm bile. onlardan biri durumundan kalkmamdan söz edilebilir ancak. şiir şairin hayatında kendi dışında çok az şeyin durmasına rıza gösteriyor. profesyonel ilgi alanlarını reddediyor. kuma istemiyor. bunu göze almak lazım.

    mm: şiirlerinde islami motifler var. allah adı da sık geçiyor.

    amü: evet ama bunu fiyaka için yapmadım. "allah'ın yanına hangi kelimeyi koyayım da çarpıcı olsun, çilek mi diyeyim?" filan yapmadım. tom waits...

    mm: tom waits mi?

    amü: tom waits evet. tom waits'in verdiği duygu bir sürü şairden, futbolcudan, gazino assolistinden, politikacıdan.. çok daha sağlam, harbi dobra dobra.

    mm: modern türk şiiri ve modernite..

    amü: modernle başa çıkabilen tek silahımız şiir. moderni zıplatan, onunla oynayan bir tek şiir var. modernle kurduğu bağı belirleyebilen sadece şiir. trajedinin muhteviyatını fıtrat icabı biliyoruz fakat modernite bunu bize yeniden izah etmeye kalkıştı ve bizim şiirimiz de ona gerekli cevabı vermiştir. türkiye'de beni hoşnut eden tek şey bu. asr suresinin hatırlanması çabasıdır şiir.

    mm: son olarak ne diyeceksin?

    amü: keşke ben daha şiirle doluyken karşılaşsaydık.
  • "seviyoruz dedik işte
    sorma, ne kadar
    baya çok, aşırı şiddetli,
    kuvvetli, heybetli ,artı hiddetli.
    kısaca söylersem, su kadar.
    uzunca, mississippi kadar.
    şirince, pisi pisi kadar
    elimle, gösteriyim mi?
    nah bak, şu kadar
    ah, huma kuşu kadar
    vah, işci maaşı kadar
    tüh, az mı oldu bu kadar?
    uzatma işte..
    seviyorum dedim,
    o kadar"

    deyip ve akabinde

    "daha nasıl anlatayım
    minare arkasına gizlenmiş ay kadar sobelenebilir aşkın.
    ya sen?
    tahmini ne zaman bana aşık olursun"

    demiştir.
  • “ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum!
    çünkü bu,
    seni seviyorumun içine nal salmak demektir
    ve hareketinin bana durduğunu akla uydurur.
    oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
    ve gitmen beni dile indirger sevgilim”
  • "rabbim kız okula geliyor, yaşasın cumhuriyet!"
  • gülüşü bombalı pankart gibidir. gerçek bir dahidir. gerçek bir dosttur.
    modern türk şiirinin en afallatıcı 'ilk kitabı' onundur: gidiyorum bu.
    gönlümüzdeki tahtında hüküm sürmektedir.
  • şiir, edebiyatın belki de en göreceli türüdür; ama şurası pek göreceli değil; bu adamın şiirleri poetikadan o derece uzak ki, öldükten sonra adının herhangi bir edebiyat tarihi kitabında geçmesi pek mümkün değil. çünkü yazdıkları şey ne bilmiyorum ama kesinlikle şiir değil, lirik değil; binaenaleyh kendisi şair değil.

    ayrıca bu adamın şiirlerini beğenen kitleye de bir çift lafım var; tamam beğeni göreceli falan dedik de peki o halde ibrahim sadri'nin suçu neydi? internet nesline uzak olması mıydı?

    kendisinin klansmanı tam olarak budur. bu nedenle adını sakın ha attila ilhanlarla cemal süreyalarla yan yana anmayınız, aynı raflara bile koymayın kitaplarını. yazıktır, günahtır, ayıptır.

    murat menteş ne kadar romancıysa, kendisi de o kadar şairdir. bunlar internet edebiyatçılarıdır, yazdıkları yalnızca oralarda paylaşılır. adları edebiyat ile ilintili kitaplara yazılmaz, yazılmayacaktır da.
  • şu aşağıdakinin faili pek muhterem şairin kitabında kendine verdiği ad:

    "sevgili güllük,

    insanlar sabahları uyanırlar. güneş sabahları doğar. insanlar işe giderler. ayakkabı giyerler. bazen laciverd, bazen siyah, bazen beyaz arabalara binerler. bazen de kahverengi ayakkabı giyerler. hava vardır. su vardır. bazen yağmur ya da kar yağar. kış vardır. kışın hava erken kararır. evlere gidilir. çorba içilir. şeftali yenir. insanlar pazen ya da başka kumaşlardan dikilmiş pijamalardan giyerler. pikniğe gidilir. at vardır. en çok kahverengi ya da ona yakın renklerde atlar olur. bazen taksi tutulur. kuşlar havada uçar. yer vardır. ona basılır. yaz olunca denize girilir. balıklar yüzerler. yeşil vardır."
hesabın var mı? giriş yap