hesabın var mı? giriş yap

  • uc berkeley tarafindan bir araştırma ile de kanitlandigini gördüğüm onermedir .

    bunun nedenlerine bakacak olursak;

    1) ateistler dogru olduguna inandıkları bir şeyi yapmak için kendilerini dogmalarda sınırlamazlar, onların bir şeyi yapmak için aradıkları tek kıstas akıl ve vcdanlaridir. sorgulama alışkanlığı olan bir insan nerede ne yapması gerektiğini daha iyi bilir.

    2) ümmetci bir yaklaşım benimsemedikleri için her kesimden insana yardım edebilirler. bugun dindar türkiye her yıl ramazan ayında yardım yapmak için özenle fakir bir müslüman ülke seçip, aynı ya da daha fazla oranda ihtiyacı olabilen haiti gibi ülkeleri önemsemezken, ateistler doğal felaketler yasayan musluman pakistan'a da katolik haiti'ye de yardım etmektedirler.

    3) bilimsel gelişmeler yapıp insanlığın daha da ileriye gitmesini sağlayanlar çoğunlukla ateisttirler. bunu yaparken etik olmak dışında bir sebepleri yoktur. -burada bilimadamından kastım, bir grup, cemaat desteğiyle dünyada ilk 5000'e girmeyen bir üniversiteden kadro almışlar değil,zaten onların bilime bir katkıları olmuyor, her şey kuran'da yazılı-

    4) bugun uluslararası alanda, bütçesine oranla en fazla yardımı yapan ülkeler olan iskandinav ülkeleri yogun oranda ateisttirler.

    5) ateistlerin yaptıkları katkılar cennet/huri gibi beklentiler olmadan yapıldığı için etik olarak daha fazla degerlidirler.

  • lan bakın yapmayın, etmeyin, katılmayın dediğim davettir.

    hani eski türk filmlerinde adamı ortaya alıp tokatlaya tokatlaya aralarında çeviriyolar ya.. işte feneri de aynen öyle yaparlar.

    bi bahane bulun; kaynımız öldü diyin, ne bileyim takımdaki bütün futbolcuların ayağı burkuldu deyin, manitayla buluşucaz falan deyin ama gitmeyin.

  • eski guzel gunlerinde olmasalar da ada derbisini buraya yazmadan olmaz

    sehir: rangers

    takimlar: glasgow rangers, queens park rangers, power rangers

  • bilinçli bir halde "tamam bitti" denilen bir an değildir. yavaş yavaş gerçeklerin görülmesiyle oluşur. an değil, süreçtir.

    yıllar sonra edit: ne kadar zaman geçerse geçsin bitiyor emin olun. süreç bazen uzasa da sonu var, inanın.

  • 1894 yılında bugün doğan amerikalı sinema insanı.

    ford, göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş irlandalı bir amerikalı ve new england'lıydı. film çalışmalarına sessiz dönemde başladı ve aktör-yönetmen kardeşi francis'in çektiği birçok ilk filmde çırak olarak görev yaptı. sessiz filmlerin sonuna gelindiğinde ford 60'tan fazla film yönetmişti (çoğu "iki makaralı" ve şimdi uzun metraj olarak kabul edilene yaklaşan bir avuç film); bunların arasında, genellikle harry carey'nin "cheyenne harry" karakteriyle başrolde oynadığı düzinelerce western de vardı. ford hem yapımcıların hem de izleyicilerin beklentilerini karşılayabildiğini kanıtlarken, ister cesur ister duygusal olsun, filmlerine günün genel programcılarında genellikle eksik olan ekstra bir insani boyut kazandıran küçük dokunuşlar ekledi. 1860'larda kıtalararası demiryolunun inşasını konu alan, aşırı bütçeli ve programın dışına taşan epik filmi the ıron horse'un (1924) yapımında, verimli ve saçma sapan bir kiralık yönetmen olarak sahip olduğu şöhretle kumar oynadı. stüdyo ford'a baskı yapsa da filmi bitirmesine izin verdi ve film büyük bir finansal ve eleştirel başarı elde ederek ford'u selefleri d.w. griffith ve cecil b. demille'in olympian şirketine yerleştirdi.

    ve sonra sesli filmler geldi. ford, görsel hikaye anlatıcısı ile geveze, şiirsel olarak duygusal irlandalı iplikçi arasında bir gerilim ortaya çıkaran bir format olan 60'tan fazla sesli dönem filmi daha yaptı. oyunculuk stilleri görsel mekaniklerden daha hızlı yaşlanır ve o dönemde çok saygı gören the ınformer (1935) ve the long voyage home (1940) gibi eserler bugün ford'un genel olarak kısa westernlerinden daha az değerlidir. ford çoğu zaman elindeki malzemeyle elinden gelenin en iyisini yapan sözleşmeli bir yönetmen olsa da, iyi bir hikayenin farkındaydı ve buna değer veriyordu; mümkün olduğunda edebi malzeme satın alıyor ve bunları yetenekli senaristlerle birlikte geliştiriyordu. bütçesi elverdiğinde, geniş bir tuval üzerinde çalışabiliyor, karakterlerini -tek tek ya da gruplar halinde- kayıtsız, hatta düşmanca doğal ortamların unsurları olarak yerleştirebiliyordu. bu yaklaşım the lost patrol (1934) ya da the prisoner of shark ısland'da (1936) olduğu kadar utah ve arizona'nın monument valley'sinde çektiği westernlerde de etkilidir. ford'un etkileşim halindeki karakter gruplarının görkemli, dikkatle sahnelenmiş ve oluşturulmuş orta ve uzun çekimleri (nispeten az kullanılan "yıldız" yakın çekimleriyle) aldatıcı derecede basittir. az sayıda çekim yapması ve gereksiz açılar kullanmamasıyla ünlü olan ford, oyunculara ya da ekibe bir sonraki sahnede ne olacağına ya da neden olacağına dair bilgi vermekte cimri davranır ve bunu sormaya cüret edenleri alenen azarlardı. aykırılığı kişisel bir marka haline gelmişti. ford, kendisinden tam tersi beklendiği zaman ya bilgili bir tarih ve kültür öğrencisini ya da künt, gösterişsiz bir çalışanı oynardı.

    ikinci dünya savaşı ford için bir dönüm noktasıydı: nihayet birçok filminde tanımlanmasına yardımcı olduğu erkeksi kurallara uyma fırsatı (ya da belki de kaçınılmaz görevi) bulmuştu. halihazırda deniz kuvvetleri'nde görevli olan ford, donanma bakanlığı'nın fotoğraf birimi için filmler çeker - bunlardan ikisi, the battle of midway (1942) ve december 7th (1943), en iyi belgesel dalında akademi ödülü kazanır - ve stratejik hizmetler ofisi için çalışarak d-day'de omaha plajı'nda bulunur. bizzat ateş altında kalmış ve katliama tanıklık etmiş olan ford, askerlik hizmeti ve statüsüyle o kadar gurur duyuyordu ki mezar taşında amiral john ford olarak anılıyordu (aktif hizmetten yüzbaşı rütbesiyle ayrılmış ve daha sonra fahri tümamiral olmuştu). tek gerçek ikinci dünya savaşı filmi olan they were expendable (1945), bazen alay etse de dikkate değer bir filmdir. film bir amerikan yenilgisini (abd birliklerinin filipinler'de japonlar tarafından bozguna uğratılması) anlatır ve ford'un karakterine özgü bir sahne içerir. savaş çabaları için "hayati" olduğu düşünülen bir grup subay bir nakliye uçağında oturmuş, fiyaskodan görece güvenli bir yere uçmayı beklemektedir. son anda, daha değerli bir çift adam gelir ve küçük rütbeli subaylardan ikisinden uçaktan (ve büyük olasılıkla bataan ölüm yürüyüşü olarak bilinen yere) çıkmaları istenir. bunu sessizce, şikayet etmeden, ortak fayda için kişisel hayatta kalmayı feda etmeye istekli bir şekilde yaparlar. hollywood efsanesi yaratmanın sahte yönünün farkında olan ford, filmin belkemiğini oluşturan bu anı hafife alır.

    savaş sonrası ford bazı borçları ve ihmalleri halletti. cheyenne autumn (1964), çeşitli amerikan kızılderili uluslarının beyaz adamların elinde maruz kaldığına inandığı acımasız muameleyi kabul eder, sergeant rutledge (1960) batı'da savaşan afro-amerikan birlikleri olan buffalo askerlerini içerir ve ford, the man who shot liberty valance (1962) ile kendi mirasına açıkça meydan okur. lüks bir bütçesi olmayan ve siyah beyaz çekilen bu film görsel açıdan biraz klostrofobiktir ama john wayne'in ford için rol aldığı pek çok filmde geliştirdiği kişiliğin yıllar içinde nasıl sertleştiğini göstermesi açısından dikkate değerdir. stagecoach'taki (1939), üç plummer kardeşle "adil bir dövüşte" karşılaşmak için sokakta yürüyen ringo kid gitmiştir. onun yerine, liberty valance'ın sonunda, wayne'in tom doniphonlee marvin'in liberty'sini bir ara sokakta pusuya düşürür, kuduz bir köpek gibi vurur ve ardından doniphon'ın hayatının aşkını çalan james stewart'ın canlandırdığı kitap tutkunu doğulunun, kanun kaçağını yüz yüze bir silahlı çatışmada öldürdüğü için övgü almasına izin verir. stewart'ın karakteri başarılı bir siyasi kariyer başlatırken, doniphon alkol ve sefaletin içine batar. burada alaycılık yoktur -her iki karakter de cesur, onurlu adamlar olarak sunulur- ama "doğru olan" kavramına sessiz fedakarlık fikri burada ford'un tüm çalışmalarındaki en aşırı kutlamasını alır ve filmin ünlü sloganı (“this is the west, sir—when the legend becomes fact, print the legend”) ironik görünmez. usta hikaye anlatıcısı, halkın mitleri tanımlamaya duyduğu açlık konusunda rahattı.

    bir yıldız yaratıcısı olmasına rağmen ford hiçbir zaman -shirley temple ile wee willie winkie'deki (1937) tek yönetmenlik dansı göz ardı edilirse- yıldız araçları yaratıcısı olmadı. bu, wagon master'da (1950) olduğundan daha belirgin değildir. filmin kahramanları, tanıdık karakter oyuncuları ben johnson ve harry carey, jr. tarafından canlandırılan, sevimli ve karmaşık olmayan bir çift kovboydur. kahramanlık anları hem isteksizdir hem de bir anda sona erer ve izleyicilere basit kovboylara geri döndüklerini varsaymalarını sağlar. sıradan insanlarda, ahlaki açıdan net bir durumda bulunan sınır değerleri - 20. yüzyılın ilk yarısında westernin cazibesi buydu. mccarthycilik, sivil haklar hareketi ve vietnam savaşı yıllarında bu basit rahatlatıcı vizyon daha az uygulanabilir hale geldikçe, clint eastwood'un "man with no name" filminde ikonik figürünü bulan daha nihilist bir western gelişti. ford, franklin d. roosevelt demokratlığından richard m. nixon cumhuriyetçiliğine kaymış olsa da, filmleri ne gerici ne de temelde muhafazakârdı ve asla ahlaksız değildi. kolektif politika ya da kültürel değişimlerden çok bireysel karakter sorunlarına ilgi duyan ford, amerikan ruhunu derinden etkileyen arketipik bir erkeksi etik ve davranış kodu yaratılmasına yardımcı oldu.

  • sanırım 10 yaşındaydım, kardeşim de 7 filan olsa gerek. ailecek hastaneden eve dönmek için otobüs bekliyoruz. otobüs durağı, kocaman camekan vitrini olan bir pastanenin tam önünde. güzelce ışıklandırılmış vitrinde çeşit çeşit pastalar, adını bile bilmediğimiz tatlılar var.

    kardeşim, suriyeli gibi pastanenin vitrinine yapışmış bir türlü ayrılmıyor, hatta dilini çıkarıp vitrini yaladığına yemin edebilirim ama ispat edemem. illaki oradan birşeyler almak ve yemek istiyor. annem babama bakıyor, ben de babama bakıyorum, kardeşim cam bariyerini umursamadan pastayı yalamaya devam ediyor, babam yere bakıyor.

    annem sinirli bir kadın biraz da pervasız, babama: "şu masuma bir dilim pasta alamıyorsun sen ne işe yararsın be adam" diyor. babam açıklamaya çalışıyor: "maaşa 2 gün var, 2 gün sonra alırız, şimdi anca yol parası çıkışıyor hafize" diyor. kardeşimi vitrinden uzaklaştırıp, dikkatini dağıtmaya çalışıyorum ama ikna olmuyor, diliyle havayı yalamaya devam ediyor.

    neyse ki bir süre sonra otobüs geliyor, annem babama yol boyunca söyleniyor, hatta ara ara "beceriksizsin" filan diye hakaret ediyor. ben kardeşimi suçluyorum, içimden: "bok boğazlı pezevenk" senin yüzünden kavga çıktı diyorum. annem bir noktada: (bkz: ben evde sana aynısını yaparım) diyor. eve girince de petibör bisküvi arasına lokum döşüyor, puding pişirip etrafına sıvıyor. hatta üzerini de kaysı kurusu ile süslüyor.
    kardeşim "himmf bu ondan değil" deyip yemeyi reddediyor, annem "bok ye! sanki bana istanbul'dan geldin itogli!" diyor.

    annemin yaptığı pasta benzeri ürünü babamla ben yiyoruz, ortamı yumuşatmak için anneme "pek de güzel olmuş eline sağlık" filan diyoruz; kardeşim "hiç de bile, bokum gibi olmuş" diyor, annem "nimete öyle denmez allah bir daha hiç vermez" deyip kardeşime bir tokat atıyor. kardeşim az önce bir dilim pastanın peşinde, mazlum bir mülteci iken, bir anda asi bir militana evriliyor: "zaten bir bok vermiyor" diyor.
    kısmen mütedeyyin bir insan olan babam: "bunu seneye imam hatibe yazdırmak lazım" diyor.

    kardeşim şimdi 44 yaşında, üst düzey devlet memuru ama hâlâ pasta yiyemiyor, şeker hastası. ısrarla akp'ye oy veriyor ve boşluğu yalamaya devam ediyor.

  • üç gün önce sabah saatinde motora yetişmeye çalışıyorum. geç kaldığım için büyük panik içerisindeyim. motor kalkmak üzere. koşuyorum. yetiştim yetişicem. görevli acele etmemizi söylüyor. "evet! yetiştim! başardım! yetiştim!" derken... dodidotdodidot!!! akbilim boş... içimden burada yazamayacağım cümlecikler geçiyor. henüz turnikeden geri adım atmamışken biri akbilini basıyor. "geç abla." diyor arkamdan. arkamı dönüp bakıyorum. omzuma bile gelmeyen küçük bir çocuk. o an durumu algılayamıyorum. "geç abla!" diyor tekrar. geçiyorum. çocuğun içine miroğlu kaçmış. yağız bir delikanlı edasıyla cool cool akbilini basıp motora ilerliyor. elimi çantama atıyorum "dur bekle, sana parasını veriyim.". elini talk to the hand edasıyla kaldırıyor ve "gerek yokk." diyor. "teşekkür ederim canım." diyip açık alana geçiyorum.
    aklıma geldikçe hala gülüyorum. centilmenliğiyle saniye bile düşünmeden bana yardım edip, gururundan ağzıma sçarak benden para almayan çocuk... utançla sevinci bana bir arada yaşatan çocuk... yolun açık olsun! üsküdar-beşiktaş hattı seninle gurur duyuyor!

  • la şu kurla ilgili anlamadığım şeylerden biri, tırtın teki mutlaka çıkıp "yaa çük kadar paranızla dolar almışsınız zil takıp oynuyosunuz" diye mutlaka muhalefet ediyor.

    hacı, kaç paramız olması lazım lan 1.90'dan 2.65'e gelmiş kurdan kar etmek için..
    bana desene bi..

    lan adamın 10.000 doları bile olsa, 7.500 lira kar etti demektir olm..
    yani bu para bana göre oldukça büyük de, sen ayakkabı kutusundan falan pay mı aldın da küçük görüyosun?

    bi sktirin lan..
    gidin hastası olduğunuz partiye yamanmaya çalışın gemi batarken, belki acıyıp ip falan atarlar..

    ha bi de eklemeden edemeyecem..
    sen gidip, kurun böyle ski tutmasını sağlayana çatacağına, 3 kuruş parasını değer kaybeden liraya karşı güvenceye alıp keyfi kaçmayan adama sataşıyosun ya..
    bildiğin 3 maymunu oynuyosun.
    gidip çıkışsana gücün yetiyorsa "mna koydunuz paranın ekmek alamayacak halk" diye..

    yok ama, anca "para değer kaybediyo hala seviniyosunuz!1!1!1"
    adam maaşını yemiyo harcamıyo, kendini garantiye alıyo..
    sana mı kaldı?

    olmazsa olmaz edit: 6 yıl evvel cüzdanı yeni aldığımda, uğur getirsin diye döviz bürosundan aldığım 1 doları araya sıkıştırmıştım.

    nerden baksan %70 kar ettim..

  • çok itici ve samimiyetsiz bir tabir bence bu. kendini üstün gören kezbanımsı bir laf. genelde hiçbir şey bilmiyordu ben adam ettim büyüttüm vs şeklinde kullanılmakta. nereden baksan kezbanlık akıyor.

  • "halkım açı bilmiyordur, hem ben de bu fırsatla yalan söylememiş olayım" demiş olabilir kendileri.