hesabın var mı? giriş yap

  • bir kadının çok gerekli feveranı sonrası yaşanan tartışma.
    yahu sokak kedisinin market dolabında ne işi var? kadın haksız mı? o kedi üstünde sayısız mikrop taşıyor. oradaki tüm gıdalara da o mikrobu saçıyor; merhamet biraz yahu. böyle hayvanseverlik mi olur?

  • + oglumuzun adi hayko cepkin olsun necla.
    - sadece hayko desek? hani soyadi zaten cepkin olacak, ondan diyorum...

  • vedat milor taksim gezi parkı'ndaymış. biber gazı atmışlar, “aslında bunu akaretler'de yiyeceksin” demiş.

  • karakoldaki polislerin 3 yıldır beslediği sokak köpeğinin ,komiser yardımcısı tarafından vurulması.

    agzı dili olmayan zavallı bir sokak köpeğine ateş edebilen biri, eskaza ağzınızı açtıgınıza yada kendinizi savunmaya çalıştıgınızda size neler yapar bir hesap edin.

    kaldı ki bunu sıcaklarla,orucla vs açıklamaya çalışabilecek birinin de ayrıca kafasına sıçayım

  • çok kolay gibi gözülen aslında hiç kolay olmayan çalışma şekli. (aha bu tanım)

    sene 94-95 yaşım 14-15 atv'nin kasımpaşa stüdyolarının 4.katındaki küçücük bir odanın önünde oturmuş içerideki adamı izliyorum, ağzım beş karış açık. küçük oda kiss fm ve içeride program yapan okan bayülgen. yan tarafında radio sport var. okan bayülgen elinde sigarası, çok güzel sigara içiyor. bir yandan önündeki mikrofona konuşuyor bir yandan ağzından sigara dumanı çıkıyor, kalanını mikrofona üflüyor. o sahne kafama nasıl yer ediyor. acayip özeniyorum.

    bir de asım can gündüz var mesela program yapan kiss fm'de, böyle garip konuşuyor. atv'de çalışan babam ona balık oltası yolluyor, çok seviyor balık tutmayı asım can gündüz. beni de çağırıyor küçük yayın odasına. yok diyorum oltayı bırakıp çıkıyorum yanından. gıcık oluyorum bu adama. nereden bileyim adamın gitar soloları ile yıllar sonra kendimden geçeceğim.

    okan bayülgen balık tutmayı sevmiyor sanırım. keşke babam ona olta yollasa diye gıcık oluyorum okan'ın balık sevmeyişine.

    ama içimde ukte kalıyor bu radyo meselesi ve mikrofona üflenen sigara dumanı.

    yaş 18 istanbul'dan antalya'ya taşınıyoruz. medikal ürün satan bir yere giriyorum. otoskop, oftalmaskop derken bi bok anlamıyorum bu medikal sektöründen. bi rekteskop tüp var. bağsur ameliyatında kullanılıyor. 20 cm ve cok fena bir şey.

    habire radyo dinliyoruz kız kardeşimle. yerel radyolar arasında komik bir çocuk var. o günlerde iyice ünlenmiş olan beyaz'ı taklit ediyor gibi. bay penguen show diye bir program yapıyor. dinleyici telefonu alıyorn yayına. her gün aramaya başlıyoruz. artık iş öyle bir boyuta geliyor ki beni de yayına alıyor. sanki radyonun atina muhabirine bağlanıyormuş gibi. ben yunan şivesi ile konuşuyorum. çok eğleniyoruz. en sonunda tanışmaya karar veriyoruz. bizim bay penguen ayriyetten levis mağazasında tezgahtar. orada buluşuyoruz. gece bir biraheneden ayrılıyoruz. ve bende katılıyorum programa.

    bay penguen ve (sıkı durun) bay kanguru show.

    ben sadece konuşmak zannediyorum o zamana kadar bu radyo programı yapma işini. bir sürü mikser, potans zart zurt var. şunu açınca mikrofona ses gidiyor, bunu indirince şarkı kısılıyor, cıngılı burdan ver. patatese dönüyor kafam. ve sürekli potansı patlatıyorum. peh peh diye konuştukça karşıdaki ibre sona vuruyor.

    en sonunda rahatlıyorum aklıma okan bayülgen geliyor. yakıyorum sigaramı. oh çekiyorum ilk nefesimi, haşırt boğazıma kaçıyor, mikrofon açık bir öksürüyorum ki ciğerlerim milletin radyosundan çıkıyor.

    15 gün sürüyor bizim show. kelmen isimli program yapan aslında çok saçlı dengesiz biri ile çok pis kavga ediyorum.

    2 ay sonra radyodan başka bir arkadaşımı yolda görüyorum. bana şeker fm'de olduğunu, yeni birisinin satın aldığını, yayın müdürünün çok kafa olduğunu benim de mutlaka gelmemi söylüyor.

    2 gün sonra yayın müdürünün karşısındayım. adam inanılmaz bir tip. çok kalın sesi var, barış manço tarzı bıyık bırakmış ve tek gözünün için tamamen bembeyaz. feci korkuyorum

    -ne çalacaksın peki sana program verirsem, diyor.
    -bülent ortaçgil, fikret kızılok, doğan canku, barış manço ve illaki ilhan irem diyorum. ilhan irem'i günde 3 saat dinlemezsem uyuyamıyorum 18 yaşındayken. bizimki takılıyor bu illaki lafına.
    -ben radyomda ilhan irem çaldırmam, diyor.

    ayağa kalkıp müsade istiyorum. oraya para için gelmemediğimi, istediğimi istediğim gibi yapamadıktan sonra bir önemi olmayacağını çok idealist bir şekilde beyan ediyorum. gülüyor. meğerse bizimki ilhan irem hastası. "tamam abi çalmam o zaman" desem yatacak bizim iş.

    ilk gün. 2 su bardağı rakı içmişim. mikrofon oynuyor gözümün önünde. hala çok korkuyorum, elim ayağım titriyor. sigaramdan bir nefes çekiyorum, üflüyorum mikrofona açıyorum sesini "merhaba" diyorum.

    herkez bana çömez gözüyle bakarken bizim müdür cart yayın saatimi uzatıyor. cuma-cumartesi-pazar 17-19 sende diyor. uçuyorum resmen.

    6 ay sonra bir gün dinlenme raporları geliyor. yerel radyolar arasında 5. sırada benim program. masaların üzerinde geziniyorum.

    7. ay bizim şeker fm'in tadı kaçmaya başlıyor. para yok millet isyanda. benim hiç umurumda değil. bilgisayar programı satan bir firmaya başlamışım, oradan para geliyor. bir gün gidiyorum ki elemanlar cd'leri topluyor. hayırdır demeye kalmıyor radyonun battığını alacaklara karşı cd'leri topladıklarını öğreniyorum. hemen dalıyorum kimsenin sallamadığı ama bana göre en güzel olan cd'lere.

    başka radyolara gitmeyi düşünüyorum ama bilgisayar işinde sürekli şehir dışına çıkma gerekliliği doğuyor. zaman geçip gidiyor. aklımda hep okan bayülgen'in mikrofona sigara dumanı üflediği sahne. en azından onu yapmışım.

  • öncelikle (bkz: #75505701)

    küresel ısınma mevzusu son zamanlarda öyle büyük alarmlar vermeye başladı ki, karbon emisyonu konusunda ülkeler çoktan harekete geçti. fakat küresel bir hareket hala sağlanamıyor, sebebi ise 'tarihsel sorumluluk', sanırım önce bundan bahsetmemiz gerekecek.

    sanayi devrimi ile zenginleşen ingiltere'nin başı çektiği büyük ülkeler için 'küresel ısınma var, fosil yakıt kullanmayalım' demek elbette çok kolay. zira ekonomisi çoktan gelişmiş ve yatırımları farklılaşmış, sürdürülebilir enerji kaynakları yatırımı almış başını gitmiş, sürdürülebilir ekonomileri çoktan kurulmuş ülkelerden bahsediyoruz. bu ülkeler kalkıp 'gelişmekte olan'ülkelere 'tatlım siz de fosil yakıt tüketmeyin, karbon salmayalım, kardeş kardeş yaşayalım' dedikleri zaman çin gibi, türkiye gibi ülkeler de diyor ki, 'tatlım yalnız şuanki berbat durumun sorumlusu sensin, sen dünyaya karbonu bastın ve bugün bu haldeyiz. fakat geliştin. benim de gelişmem lazım' diyor.

    bence hiç bir yere varmayan, uzlaşmadan uzak, saçma sapan bir görüş olsa da haksızlar diyemeyeceğim.

    hal böyleyken 'hadi bakalım artık karbon salmıyoruz' diyemiyoruz ne yazık ki. fakat ne yapıyoruz? karbon ekonomisi geliştiriyoruz. aslında çok basit iki sistem var, bir tanesi ülkemizde uygulanmamasına karşın prensibine aşina olduğumuz 'vergi' sistemi, diğer ve daha ilginç olanı ise 'karbon borsası'. şimdi her iki sistemi de artılarıyla, eksileriyle, etik tartışmalarıyla biraz gözden geçirelim.

    karbona vergi koyan ilk ülke, 1990 yılında finlandiya oluyor. onu norveç ve isveç 1991 yılında takip ediyor ve akabinde pek çok ülke vergi politikalarıyla karbon salınımının azaltılması için kendi çaplarında önlemler alıyorlar. türkiye çevre politikalarına bakacak olursanız, devlet baba size 'akaryakıttan yüksek vergi alıyoruz ki ülkenin karbon salınımını azaltalım' diyecektir. gülüp geçiniz. neden? zira 'karbon vergisi' ile elde edilen bütçe tamamen fosil yakıt ithalatına gidiyor =) normal şartlar altında, diğer ülkelerin yaptığı gibi, bu vergi kumbarasının yenilenebilir enerji kaynaklarına ya da karbon emisyonunu azaltacak teknoloji yatırımlarına gitmesi gerekirdi. boş bir lakırdı anlayacağınız bizdeki 'akaryakıt vergisi', altı tamamen ekonomik çıkarlara dayanıyor. peki teoride yüksek vergi, az tüketimi getirir tamam, bu sistemde problem ne? problem şu, aslında tüketim, öngörüldüğü kazar azalmıyor. finlandiya'da yüksek vergi ile üretilen bir mamul yerine türkiye'de yüksek karbon salınımı ile üretilmiş bir ürün ithal edilerek yine finlandiya'da tüketiliyor. ne oldu? bu sefer bir de lojistik dolayısıyla daha fazla karbon salmış bir ürün tüketmiş oldun. çok tatlı. ülkenin bana göre en vizyonlu iş adamlarından biri olan cem boyner'in bu konuya şahane bir önerisi vardı, her ürünün karbon ayak izini hesaplamak ve satışı sırasında etiketlemek. nasıl ki çikolata aldığınızda arkasında şeker gramajı varsa, bunu da öyle düşünebilirsiniz. bu elbette küresel ısınma bilinci olan kişilerde işe yarayacaktır. özetle: vergi tek başına yeterli bir sistem olmamakla birlikte tüketim bilinci arttıkça verimliliği artacaktır.

    gelelim karbon piyasasına. bu bir hayli ilginç bir konu bana sorarsanız. karbon piyasası nedir? kısaca şöyle anlatalım. örneğin benim bir fabrikam var ve bana 100 tonluk karbon salınım izni verilmiş. ayşe'nin de bir fabrikası var ve ona 300 ton karbon salınım hakkı verilmiş. ben yıl sonunda bakıyorum ki aslında 80 ton karbon salmışım, 20 tonluk karbon hakkım kalmış. ayşe'ye ise 300 ton karbon yetmemiş bile. ayşe bana diyor ki, malmocuğum, sen bana o 20 tonluk hakkını satsana? ben de diyorum ki, tabi yahu, zaten o 20 ton benim 'üretim fazlam' (bu şekilde kabul ediliyor), bari sana satıp para kazanayım.

    ve satıyorum.

    ne oluyor? doğaya 400 tonluk karbon salınmış oluyor. yani ben kotamı doldurmayıp karbon salınımımı azaltıyorum aslında üretimimde. ancak bunu azaltamayan biri gelip benden karbon salınım hakkı alarak kendi sınırlarını aşıyor ve günün sonunda atmosfere salınan karbonda bir değişiklik olmuyor. üstelik, daha da saçması, günümüzde o kadar çok 'üretim fazlası' karbon salınım hakkı çıkıyor ki ton fiyatları anormal derecede düşük oluyor. örneğin, atmosfere bir metrik ton karbon salmanın maliyeti 20 dolarken (doğaya verdiği zarar baz alındığında ücret bu çıkıyor), piyasadaki karbon salınım fazlası nedeniyle bu ücret karbon borsasında 5 dolarlara kadar düşüyor. saçmalığın farkında mısınız?

    çözüm nedir?

    kotaların kısılması elbette. bunu kime sorsanız söyler, fakat koskoca borsalar nasıl oluyor da bunu düşünemiyor diyebilirsiniz. düşünüyorlar. fakat ne yazık ki radikal kararlar alamıyorlar. karbon metrik tonunun ücretine alt limit koymaktan öteye gidemiyorlar.

    türkiye'de karbon borsası da yok. ismini tahmin edebileceğiniz birkaç büyük holding gönüllü olarak bunu şuan kendi aralarında deniyorlarmış, öte yandan dünya bankasının da türkiye'de karbon borası başlatılabilir mi hedefinde yaptığı bir inceleme varmış. fakat benim ülkeye dair inancım sıfır. nedenini türkiye'nin karbon politikaları nezdinde daha sonraki bir entryimde açıklayacağım.

    kahvenizi, kırmızı etinizi, avokadonuzu filan azaltın, şu kaloriferlerinizi de az kısın arkadaşlar be. valla bak.