hesabın var mı? giriş yap

  • trende gidiyolar:
    raymond: hmmm 365 koyun var
    -nası saydın?
    raymond: ayaklarını saydım dörde böldüm

  • bir kadının yürüyüşünde, oturuşunda, gülüşünde, bir mavi kumaşın üzerinde unutulmuş elinde, gamzesinde, ayak bileğinde, en anlamlı vesairesinde somutlanan ihtiraslı, tutkulu düşler; bir şekilde gerçeğin yatağına akamıyorsa, istediğiniz yönü bulamıyorsa, alevlenen isteklerinize odun atıyorsa cehennem zebanisi, alevin, kızıllığın, çoraklığın arasında ortaya çıkan çıkan burukluğun adıdır aşk acısı. acısı barizdir. çeken bilir. yani herkes bilir.. ya tarifi?

    belki hayatınız boyunca karşınıza çıkan en ilginç kadındır o.
    (ya da erkek.)
    diyelim yaşınız olmuş 30.
    ve karşınıza çıkan kadın, hayatınız boyunca gördüğünüz en orijinal kadın.
    tarzı var çünkü.
    güzellik, bedensel çekicilik bunun ötesinde.
    bir kadında en mühim olan tarzdır dostlarım.
    belki hiç ihtiyacınız yok tavsiyeme ama bunu dikkate alınız derim.
    yürüyüşlerinde vardır bir şeyler en basit. ya da onunlayken, ya da o kadar şanslı değilseniz onu düşlüyorken sanki görünmez bir paletten boyalar fışkırır rengarenk.. içinizde uykuya dalmış ne varsa uyandırır.
    ve siz tarzı olan bir kadına aşık olmuşsanız ve bir şekilde yüreğiniz sizden onu talep ediyorsa ve maalesef çeşitli nedenlerden ötürü bu isteğiniz sonuçsuz kalıyorsa nasıl yenilir ki şimdi bu aşk acısı?

    hayatınız boyunca, o dolu 30 yıl boyunca gördüğünüz en orijinal kadın o diyelim. ama maalesef işler istediğiniz gibi gitmiyor, bunu da ekleyelim. belki istemeden. şartlar gereği.

    bir 30 yıl beklemişsiniz böyle bir kadını görmek için.
    bir 30 yıl daha bekleme deliliği n'apar aklınızın sürülmekten yorulmuş, tarumar olmuş aşk tarlalarını?
    öyle ya, ancak 30 yılda bir çıkar böyle bir kadın karşınıza.
    istatistik belki kişisel, tıpkı acı gibi.
    maalesef mantıklı ve maalesef acımasız.

    geceler uzun, beyninizden kalbinize doğru müthiş bir şekilde devam ediyor acı hücum.
    nasıl diner bilmem. bilemem. doğru belki, zaman en makul merhem.
    sürelim kalbimize.

    dünya acımızla bize daha başka görünsün.
    her şey değişsin.
    3 senedir aşksız yaşadığınız ev bile başka gelsin size.
    başkaca ve cehennemvari.

    yapacak bir şey yok.
    oturup acınızı yoklamaktan başka.
    iyisi mi sırtınıza bir yastık koyup tanrının oyununu seyre koyulun.
    dudaklarınızda sigara, elinizde şarap, kulaklarınızda dost bir şarkıcının sesi..
    karantinaya alın kendinizi. caddelere çıkın ya da, kalabalığa karışın...
    detaylarla, deliliklerle ilgilenin.
    akıl hastanesini ziyaret edin misal.
    sahaflardan foto romanları bulup okuyun.
    bende var mesela, 17 haziran 1974 tarihli...
    adı: "güneş, deniz ve aşk"
    cağaloğlu tasvir sokakta basılmış.
    kapağı açtığınızda iç kapakta burç yorumları da yazıyor. oturup 1974 tarihli burç yorumlarını da okumak eğlenceli oluyor.
    "oğlak burcu.. gönül bağlarınız dengeye girecek bu hafta. sevdiğinizle aranızda tam bir anlaşma olacak. uzun zamandan beri almayı düşündüğünüz bir şeyi bu hafta alacaksınız."
    aman tanrım, ne kadar da ironik bir yorum...

    damlayan musluk, kanayan yara, boşa atan kalp, pıhtılaşan kan...
    bir gün unutacaksınız elbet, 4 yıl sonra bir gece misal, salı'yı çarşamba'ya bağlayan..

  • 35+ bir kadına, “beni kabul etmeyip de ne yapacak, düşürürüm ben bu yaşa gelmiş kadını,” diye yaklaşan ama reddedilen birinin hezeyanı. aksi takdirde, sizinle alakası olmayan insanların size dokunmayan tercihlerini neden kendinize dert edesiniz, değil mi?

    edizhun; arkadaşlar, ciddi soruyorum; geri zekalı mısınız? bi' insanı savunmak için onunla aynı özelliklerde olmak mı gerekiyor? afganistanlı/suriyeli de değilim; onlarla ilgili yazdım. tacize, tecavüze, kadın cinayeti girişimine de maruz kalmadım; aleyna çakır'ı savundum...

    yaşımdan size ne? 35+ değilsem bu densiz giriye cevap veremez miyim? gerçekten hastasınız, yahu, lami cimi yok; hastalıklısınız.

  • patron'un yeni bitirmiş olduğum muazzam otobiyografisi. kendisinden iyi bir şey geleceğini biliyordum ama böylesini de tahmin etmemiştim. koyu bir springsteen severiyim ("hayran" kelimesi garip geliyor), bu nedenle objektif olamam ancak otobiyografi ve biyografilerin zaten hali hazırda o kişinin sevenleri tarafından okunmak üzere üretilmesi, bu zorunluluğu ortadan kaldırıyor bence.

    kitapta, neredeyse her otobiyografide bulabileceğimiz "yıldızın arkasındaki sıradan insanı görünür kılma" becerisinin yanında 20. yüzyılın ikinci yarısına dair derin gözlemleri, müzik endüstrisinin değişimini, orta sınıfa mensup birinin dünyaya incelikli bakışını, sadece bir yıldızın değil, beatles, elvis ve bob dylan hayranı küçük bir çocuğun hayallerini gerçekleştirmesi ve kendi rengini, kendi çizgisini bulmasını da bruce'un samimi ve ilham verici perspektifinden görebiliyoruz. kendisinin her seviyedeki dinleyicisine verebileceği yeni ve düşündürücü şeyler var albümleri ve onların motivasyonları hakkında. ve tüm bunların başarıyla bir araya getirilmesi, bir otobiyografinin amaçladığı gibi, o portrenin tamamına dair bütünlüklü bir görüş edinmenizi, varolan görüşünüzü de güncellemenizi sağlıyor. bruce sadece hayatını daktile etmemiş, kendi hayatını profesyonel bir yazarın gözüyle yorumlamayı da başarmış çünkü (aslında "başarmış" demek saçma olabilir, zaten usta bir şarkı yazarı, dolayısıyla başarmaktan çok, bu yeteneğini bir kez daha "göstermiş" diyelim). ve tüm bu metin; bruce'un albümleri, konserleri ve müziğiyle ortaya koyduğu diğer şeylerle o kadar paralel gidiyor ki, "springsteen opus magnumu"na da çok güçlü bir halka ekliyor, onu tamamlıyor. açıkçası ben okurken kafamda genel olarak darkness on the edge of town albümü çaldı, metnin tonunu ona benzetmek de mümkün. her sayfasında bir hayatı gözlemlemenin yanında, ona dair edebi bir lezzet bulunuyor.

    ve tabii ki bir "sever" olarak bilmediğiniz, belki de tam olarak kestiremediğiniz pek çok müzikal ayrıntıyı da öğrenmiş oluyorsunuz: bruce'un ilk gitarını nasıl annesine aldırdığı, vietnam savaşı süreci, grupla arasına çektiği "patronluk" mesafesi, born to run'ın ardından mike appel ile yaşadığı sözleşme krizi, steve van zandt'ın gruptan ayrılması, e street band'in geçici olarak dağılması, jake clemons'ın e street band'e katılımı ve bunun gibi daha pek çok şey... kendi imajı ve zaman zaman yaklaştığı pop sound'una dair komik eleştirileri eklemeyi de ihmal etmemiş.

    eleştirilebilecek yanı, sanırım yine her otobiyografinin doğal yumuşak karnı; mahremiyet ve korumadan gelen mesafeler. ama bunlara da değinerek o duvarı eritiyor.

    springsteen, dediğim gibi sadece hayatını anlatmıyor, tekrar tekrar okunabilecek ilham verici bir amerikan postmodern anlatısı ortaya koyuyor. en iyi becerilerinden biri olan "yoldaşlığı", bir de edebi bir metin olarak sunuyor. bundan sonra albümlerini dinlerken, arkalarındaki hikayeyi bilmenin verdiği güç de büyük ihtimalle yanımda olacak ve hissettiğim duyguya güzel bir katkı yapacaktır.

    edit: imla

  • çılgıncasına yapılaşan, dağı taşı tipsiz çirkin evlerle dolan belde.
    fakat susuz belde.
    su yok datça’da.
    yok abi su.
    yeraltısuları var, onlar da kuruyor.
    yol kenarında, bayırda çayırdaki çeşmeler birer birer kuruyor.
    buna rağmen evlerin otellerin bahçelerinde havuzlar dolup taşıyor, bahçelere yerleştirilmiş sulama sistemleri tüm gün fırıl fırıl çalışıyor, sular yollara taşıyor. evin sahibini uyardığında “faturasını ben ödüyorum sanane” diyor.
    3-5 seneye datça çöle dönecek, içecek su kalmayacak,kimse farkında değil.

    hadi, doğal yaşamı, ağaçları, estetiği falan geçtik, unuttuk, vazgeçtik bunlardan. ama su olmadan nasıl yaşanacak? şu an datça’da son 1-2 senede yapılmış evlerin tamamı dolsa, mevcut yeraltı suları birkaç senede tükenir. her sene daha da kuraklaşıyor, daha az yağmur alıyor. bu kadar insan, bu kadar ev susuz ne yapacak, çok merak ediyorum.

    2017 de 1 ay kadar süren bir susuzluk yaşadık, mahvolduk. denizden bidonlarla su taşıdık tuvalete dökmek için. ve geçen 3 senede binlerce yeni ev yapıldı. ve bu evler 1+1 400.000 liraya satılıyor, bahçeli falan da değil. 2.000 liradan aşağı kiralık ev bulmak zor.

    bu işin bir ilmi yok mu?
    buranın su kaynağı bu kadardır, bu kadar eve yeter, bu yüzden böyle böyle tedbirler alınmalıdır..
    tabii burası türkiye, bugünü kurtaralım, yarına allah kerim.

    belediye de bütün yıl datça’ya gelin diye deli gibi reklam yapıyor. tamam turizm geliri önemli datça için. ama su yok abi, çok yakında susuz kalacak datça.
    kaçak yapılar, site inşaatları türkiye’nin en önemli tarihi kazı bölgelerinden biri olan knidos’un dibine kadar girmiş, denize sıfır (gerçekten sıfır, adam kapıdan çıkıp denize giriyor, bağlarözü isimli, knidos’a 3-4 km mesafede bir kıyı) evler yapılmış, hepsi dimdik ayakta duruyor, hızla çoğalıyor, belediyenin umrunda değil. belediye sağda solda prefabrikleri, derme çatma barakaları yıkıp fotoğraflarını facebook’tan paylaşıyor.

    huzur adası falan değil; biraz etrafında olup bitenlere duyarlı insanlar için huzursuzluğun, yokoluşun, çirkinleşmenin, yıkımın, çölleşmenin adresi datça.

    edit: ekşişeyler’e düştükten sonra çok sayıda mesaj geldi, hepsini cevaplayacak vaktim yok, özür dilerim. herkese teşekkürler.
    datça belediyesi de “kısmen doğru” demiş, yanlış olan ne varsa memnuniyetle düzeltirim.

  • göçmenlerin evlerine gönderilmesi tartışmalarına dair birçok metafor içeren, hatta bu ahlaki ikilemi hikayenin merkezine alan mcu filmi.

    --- spoiler ---

    günümüzde birçok ülke göçmen kriziyle baş etmekte zorlanıyor. sınırları tamamen kapatmak ya da ülkeye halihazırda göç etmiş kişileri geri göndermek gibi radikal çözümler, git gide daha çok taraftar bulmaya başlıyor. yalnızca bu konuyu gündeme getiren partiler/kişiler bile belli bir politik gücü hızlıca elde edebiliyor. diğer yandan; herkesin iyi bir yaşamı hak ettiğine inanan, güçlü ülkelerin diğerlerine karşı sorumlulukları olduğunu düşünen kesimler de, göçmen sebepli krizlerin mesulu olarak görülüyor. marvel stüdyosu, hikayesinin özünü bu ahlaki krize ve göçmen sorununa dayandırmış.

    filmde "diğer" evrenlerden gelen kötü karakterler görüyoruz. kendi istekleriyle gelmedikleri bu "yeni" evrende, bazıları ikinci bir şans bulmayı umut ediyor ve geri gönderilmek istemiyor. fakat düzenin korunmasından sorumlu olan doctor strange ise çözümün onları toparlayıp hapse tıktıktan sonra geldikleri yere göndermek olduğunu düşünüyor. film aslında bu noktada bize politik görüşü hakkındaki ilk mesajı veriyor: düzenin korunmasını istiyorsan başka yerlerden gelenlere izin vermemeli, bunu yapanları da çabucak geri göndermelisin. peter parker başta bu görüşe ikna olmuş olsa da, işler artık villian olmayan norman osborn'a rastlamasıyla değişiyor. norman, diğer kötülerden farklı olarak çaresizliğini saklamıyor. perişan halde, kimseye zarar vermeden kendi sorununu anlamaya ve çözmeye çalışıyor. onun bu hali may hala'yı ikinci bir şansı hak ettiğine ikna edebiliyor.

    bu noktada may ile peter'ın diyaloğu çok kritik çünkü may, göçmenlere kucak açılması gerektiğini düşünen insanların argümanlarını tek tek söylerken; peter ise göçmen karşıtlarının görüşlerini dile getiriyor. cümle cümle aklımda olmamakla birlikte; "eğer giderlerse ölecekler", "onlar bizim problemimiz değil" ve "buraya ait değiller, yapılacak en iyi yardım onları evlerine göndermek" cümleleri net bir şekilde aklımda. bu cümleler bugünün konjonktüründe de sıkça söylenen, tam anlamıyla kalıp cümleler. may hala'nın peter'ı ikna etmesiyle birlikte, kötü adamları "düzeltme" çalışmaları başlıyor.

    filmin buradaki bakış açısı da ilginç zira daha önceki filmlerde gördüğümüz gibi may hala biraz aklı havada bir tip. gelenleri düzeltmeye çalışmak, onun ve üç liseli çocuğun tamam diyeceği bir fikir gibi sunulmuş. yalnızca dr. strange değil, izleyici de "hadi bas ve gönder şunları" hissine kapılıyor izlerken. çünkü diğer süper kahraman filmlerinin aksine bu film, tek tuşa basarak düşmanını yenebilecek şekilde kapıyı aralık bırakıyor. kahramanın sadece ahlaki ikilemi aşması gerekiyor. tanıdık geldi mi?

    kötüleri "düzeltme" süreci, bazılarının hayatına gerçekten olumlu şekilde dokunmuş ve onları değiştirmiş olsa da; zannedildiği kadar kolay ilerlemiyor ve dönüp dolaşıp bu fikri ilk ortaya atan kişiyi, yani may hala'yı buluyor. ölmeden önce söylediği "büyük güç, büyük sorumluluk gerektirir" sözü, seri için büyük öneme sahip olsa da, göçmenlik metaforu bağlamında ele alındığında güçlü ülkelerin sorumlulukları olduğu fikrini bize tekrar hatırlatıyor.

    ancak film, göçmenlik konusundaki görüşünü bence final savaşının yaşandığı sahnede tam anlamıyla ortaya koyuyor. dr. strange'in, özgürlük heykelinin tepesinde, tüm gücüyle korumaya çalıştığı, diğer evrenlerle olan "duvarların" yavaş yavaş yıkılmasıyla "ötekiler" bir bir gelmeye başlıyor. buradan gelen kişiler oldukça kasvetli gösterilmiş. mantıken peter'ı bilen "iyi" kişilerin de gelmesini bekleyebiliriz ama hayır, gelenler oldukça tekinsizler ve düzenin korunması için o duvarlar sağlam kalmak zorunda.

    norman'ın da etkisizleştirilmesinden sonra, filme göre, doğru olan yapılarak hepsi geldikleri yere geri gönderiliyor. onlara ikinci bir şansın verilmesini gerektiğini düşünen may, bu hatasını canıyla öderken, bu fikre kanan peter ise neredeyse benliğini kaybediyor.

    --- spoiler ---

    edit: darren mooney'nin, escapist'te yayınlanan "the tangled ethics of spider-man: no way home" başlıklı yazısı da bu konuyu irdelemiş, hatta farklı ahlaki sorgulamalara da oldukça ilginç biçimde değinmiş. göz atmanızı öneririm.

  • türk dizi ya da filmlerinde bütün karakterlerin ismi farklı.

    normalde bir sokakta 3 mehmet 2 mustafa 2 hasan ne bileyim 4 mustafa 5 ayşe bulunurken dizilerde her karakter farklı isimde.