hesabın var mı? giriş yap

  • ben çağdaş bir ebeveynim arkadaşım! her ne kadar çocuk daha çağdaşlığımı gösterebileceğim yaşa gelmediyse de ben kendimi biliyorum. çocuğumla arkadaş olacak, onunla dertleşecek, gece gezmelerine birlikte çıkacağız bunları biliyorum, ben çağdaş bir babayım arkadaşım.

    ama ne oluyor, nasıl oluyor bilmiyorum ama benim de dahil olduğum geniş bir çağdaş baba grubu yeni doğan çocuğunun kırkı çıkana kadar (kırkı çıkmak) hurafelerin esiri oluyor ya da bir tek ben böyleyim ama genelleme yapınca kendimi daha rahat hissediyorum. aman çocuğun üstünden bir şey verme, kırkı içinde her banyo suyuna saçı güzel olsun diye tarak, el işi güzel olsun diye tığ koy, banyo suyunu elekten geçir su kırk delikten geçsin, kovaya yumurta kabuğundan kırk kere su doldur bahtı güzel olsun. bezlerini gece atma, çamaşırlarını gece dışarıda bırakma, burnunu sık burnu güzel olsun, kulağının üstüne yatır kepçe olmasın ve daha neler neler. çağdaş baba olma yolundaki ilk adımlarımda hurafelerin bayrak taşıyanı oluyorum farkında değilim.

    aynı çağdaş baba yine aynı hurafelerin izinde. resmen kayınvalidem ile hurafe yarıştırıyorum. o diyor ki “bizde çocuğun kırklık suyuna tuz konmaz, ben diyorum ki yanlış biliyorsun azıcık tuz koyup koltuk altına ayaklarına süreceksin ki ayakları, teri kokmasın. o diyor ki çocuğun göbeğini boş bir alana göm içi ferah olsun ben diyorum ki hayır üniversite bahçesine gömelim ki bir ayağı okulda olsun. kendimi tanıyamıyorum, gece kayınvalidesi ile oturup çay içerken hurafe tokuşturtan bir oldum.

    ben çağdaş bir ebeveynim arkadaşım, çocuğun kırkı içindeki banyo suyuna soğan kabuğu koyup, “duruluk, geldiği yere gitsin murdarlııık” diyecek biri değildim. biraz daha büyüsün bakalım, sanırım içimdeki çağdaşlık henüz açığa çıkmaya hazır değil.

  • gecenin bir vakti başka bir evden ders notları * almak için giden ev arkadaşını beklerken kapının çalması, arkadaş döndü sanılarak kapının açılması, kan ter içinde iki travesti ile burun buruna gelinmesi, haydutun biri kovalıyor, bi beş dakka durabilir miyiz demeleri, şaşkınlıkla içeri davet edilmeleri, ev arkadaşının yarım saat sonra döndüğünde evde biri patates soyan, diğeri tavada kızartan iki travesti ve salonda uyuklayan arkadaşı ile karşılaşması.

  • (bkz: fıstık)
    bizimki pek eve uğramazdı.
    uğradığında da elinde siyah poşet içinde 4-5 tane bira, 2 paket uzun samsun olurdu.
    bazen o siyah poşetin içinde fıstık olurdu.

    kapıdan sallana sallana, elinde poşet ağır alkol ve sigara kokusu ile girdiğinde, elindeki torbaya kitlenirdik.

    aslında elinde torbayla gelmesi bir bakıma iyiye işaretti. torbasız gelse, annemin elinde günlük kazancı vs varsa döverek alacak ve kumara gidecek demekti.

    siyah torbayla geldiyse, en azından tv'nin karşısında yere oturacak, çakmağıyla efes tombulu açacak, önüne kül tablasını koyacak, yanına uzun samsun paketleri ve en sonda da fıstık torbasını koyacak demekti.

    pek az yemek yerdi. zaten çöp gibi bir adamdı. bünye olarak zayıf ama psikopatlıkta ağır bir abiydi kendisi.

    bazen annem siniyle akşam yemeğinde yediklerimizden önüne koyar, sofra bezinin üstüne dizlerini kırıp, eğilerek höpürdete höpürdete yalap şap yerdi.
    asla bitmezdi o tabaktaki yemeklerin hepsi.
    mutlaka biraya da yer kalması gerekirdi.

    yemesi içmesi bitince yine yerde koltuğun kenarına yaslanır, yüzü tv'ye dönük sigarasını yakar, birasını açardı.

    genelde ilk bira bittikten sonra bizle biraz sohbete başlardı. sohbet dediysem dersler nasıl falan filan değil. genelde kendini anlatırdı.
    bazen de annem laf atardı "ee naptın" bugün falan gibi.
    sanki birkaç gündür evde yokmuş gibi değil de, sürekli bizleymiş sanki bozuk bir aile düzenimiz yokmuş sanki varı yoğu kumarda, meyhanede, birahane yememiş gibi.

    benim gözüm ise fıstıklarda olurdu. bazen şeffaf yumurta poşeti gibi poşetlerin içerisinde, bazen de kese kağıdında gelirdi o fıstıklar.

    bense en çok kese kağıdında gelenleri severdim. çünkü kese kağıdında geldiyse, o fıstıklar sıcaktır demekti.

    kül tablasının yanındaki fıstıklara uzanır, içlerinden alabildiğim kadar alır, kenara çekilirdim. görmezden gelirdi. sonra annem alır kardeşime falan uzatırdı.
    kardeşim genelde istemezdi.
    bense hemen çabucak yiyip fıstıklar bitmeden bir kez daha avuçlama derdinde olurdum.
    ikinci kez seğirtip de, biraz fazla alırsam, "höst len meze bu" derdi.
    kendine kadar alırdı çünkü.
    "az al az", "yavaş ye lan boğulacan" derdi. işte o zaman yediğim bütün fıstıklar boğazımda kalır, gözlerim buğulanır, kendimi zor tutardım.
    keyfi yerindeyse de hiç ses etmezdi.

    şimdi düşünüyorum da, deli gibi çerez sevmemin, hatta yemekleri hızlı hızlı yemenin, içki içerken mezeyi bol bol hatta bazen açmış gibi çalakaşık yememin altında da acaba bunlar mı yatıyor?

    hep böyle kasvetli ortam da olmazdı. bazen neşeli olurdu, eğer o gün kumarda falan kazanmışsa, yada çok nadir kumara gitmeyip direkt eve geldiyse, gün içerisinde hoşuna giden bir şey yaşadıysa.

    ama o siyah torba hep elinde gelirdi. ve biz de beklerdik acaba bize ne getirdi diye. torbanın içine kitlenir kalırdı gözlerimiz.
    ama tarife genelde hep aynıydı 4 bira, 2 paket uzun samsun. bazen fıstık, bazen de tavuk..

    çikolata olsun isterdik, dondurma olsun isterdik her çocuk gibi.
    alamayacağından değil çünkü işin kötüsü ne biliyor musunuz?
    bu adamın işi buydu.
    kantini vardı.
    başkalarına çikolata, gofret, sandviç satıyor ama eve gelirken çocuklarına bir parça çikolata getirmek yerine kendine bira ve sigara almayı ihmal etmiyordu.

    hep derim.
    17 yaşımdan 21 yaşıma kadar küs ve kavgalı, 21 yaşımdan 23 yaşıma kadar ise bir baba oğuldan ziyade, onun için bir suç ortağı bir arkadaştım.
    ben 23 yaşımdayken de öldü zaten.

    yine hep derim ki;
    ......ve ben babamı yaşattığı tüm kötü anılara rağmen öldüğünde affetmiştim.
    sonra ben baba oldum ve baba olunca anladım ki, evlat bambaşkaymış.
    şimdi iş yerimde, çocuklarımsız bir doğum günü pastası bile yesem boğazımda kalır.

    o yüzden baba olduktan sonra, babama olan affediciliğim yerini çok daha büyük bir kızgınlığa bıraktı...

  • kilosu 18895 lira 35 kuruşa gelen bir aleti satın almaktır.

    ortaokulda coğrafya öğretmenim demişti ki bir ülkenin gelişmişliği bir malın kilosunu kaça sattığı ile ölçülür. sonra bol bol örnek vermişti. ham pamuk satarsanız 2,10 dolar, onu iplik yaparsanız 2,38 doalr, ipliği havlu yaparsanız 9,23 dolar, gömlek yaparsanız 31,25 dolara gelir kilosu diye. (kutsal bilgi olsun diye güncel rakamları buldum)

    biz kilosu 31 dolara gömlek satamazken, adamlar kilosu 8628 dolara telefon satıyor beyler. bize de tespit sıçmak kalıyor.

  • bi arkadaş anlattı. bunun kanki sallantı anında fırlamış yataktan. dinle imanla pek alakası olmayan biçok müslüman evladı gibi kelime-i şehadet, ayet, sure felan okuyacak ama aklına hiçbişey gelmiyor. gelen tek şeyi yüksek sesle haykırıyor:
    - sordum saaarıı çiçeeee

  • 10'luk para birimine (veya 10 luk herhangi bir sisteme) geçiş veya dönüş demektir. ama literatürde daha çok ingilizlerin 1971'de yaptığı para birimi değişimine atıf yapan bir terimdir.

    eski zamanlarda paranın dolaşımında 10'luk sistem yerine düzine'nin kullanıldığı 12'lik sistem çok daha yaygındı. tüccarlar arasında da saymanın ilginç bir şekilde daha kolay olması yüzünden 12'lik (duodecimal) sistemin tercih edildiğini de biliyoruz. bunun niye böyle olduğunun açıklaması çok ama benim hoşuma giden bir tanesi insanın bir elinde yalnız 5 parmak olmasına rağmen başparmağı pivot kullandığınızda 12 adet boğumun olması. eski zamanlarda abaküs taşıyacaklarına tüccarlar iki ellerini hesap makinesi gibi kullanarak hızlıca hesap kitap yapmışlar. paraları da bu sistemi desteklemek için 10'a bölünen (1-10-100'lük) paralar yerine 12'ye bölünen paraları tercih etmişler.

    günümüze yaklaştıkça 12'lik sistem ticarette yerini 10'luk sisteme bırakmış. buna ilk geçen de 1704 yılında ruble ile ruslardır. amerikalılar 1792'de, fransızlar 1794'te 10'luk sisteme dönmeye karar vermiştir.

    ancak ingiltere buna bir türlü geçememiştir. herkesin a dediği bir dünyada b demek ticari olarak absürd bir şeyse de, muhafazakar ingilizlere bu derece bir değişim belki zul geldiğinden gereken adımları bir türlü atamamışlar, tüm dünyanın 100'lük banknotlarla alışveriş yaptığı bir dönemde 1971'e kadar bu sistemi atamızın babamızın sistemi diye devam ettirmişlerdir.

    eski sistemde ingiliz para birimi penny ile pound arasında milyon adet farklı isimde renkte alaşımda ve tipte paralar içeriyordu. bir pound 240 penny ediyordu. ancak bunun altında ve üstünde de bin küsür yıldır ihtiyaçlar neticesinde farklı paralar da ortaya çıkmıştı. mesela :

    farthing
    yarım penny
    thrupenny
    sixpence
    şilin
    florin
    yarım crown
    crown

    bunların değerlemesi yapıldığında ise :

    iki farthing - bir yarım penny
    iki yarım penny - bir penny
    üç penny - bir thrupenny bit
    iki thruppeny - bir sixpence
    iki sixpence - bir şilin (veya bob)
    iki şilin - bir florin
    bir florin ve bir sixpence - yarım crown
    iki yarım crown - bir crown
    dört yarım crown - on şilin
    iki on şilinlik banknot - bir pound (240 penny)
    bir pound ve bir şilin - bir guinea

    etmektedir.

    yani öyle ilginç bir vaziyet ki dümdüz 12lik sisteme biat edilse bir miktar kolay olabilecekken 1 - 12 - 24 - 48 penny diye dümdüz para da basamıyorlardı. zira arada şilin gibi şahsına münhasır sistem birimleri de vardı. ve bunlar ortaçağdan beri var olan, edebiyatlarına şarkılarına vs aksetmiş olan para birimleri olduğu için biri çıkıp o muhafazakar kafaya meydan okuyup "ben şilini kaldırdım artık 24 penny parası" basacağız diyemiyordu. 1800'lerde 10'luk sistemi 12'lik ile bir miktar kaynaştırmak için planlanan 1000'e bölünen "mill" para birimi falan hep parlementoda reddedilmişti. mesela 1800'lerden beri basılmayan bir para birimi olan altın guinea ingiliz günlük hayatında konuşmalarda 1930'larda bile hala yaşıyordu. çok üst düzey lord leydi parası olduğu için ev arsa alırken çok büyük para birimleri hakkında konuşulacaksa hala "evi şu kadar guinea'ye sattım" deniyordu. yani eski para birimi kültüre çok derin işlediğinden bir yerde bırakamıyorlardı.

    1900'lerin ortasında nihayet bakmışlar ki artık milyon dolarların konuştuğu bir global ekonomide cidden eski 12'lik para birimi ingiliz bankacılık sistemine bir hörgüç olmaya başlıyor. 10'luk sisteme dönüş, decimalisation günü, ya da d-günü ile 1971 yılında bu dönüşümün tetiğini çekerler.

    ama bu hiç de kolay bir şey değildir. zira alışmış kudurmuştan beterdir. konu para birimi olunca da alışmış 56 milyon ingiliz vatandaşı vardır. bunları yeniye alıştırmanın tek yolu da eğitimden geçer. o yüzden yeni sisteme geçilmeden önceki sene ingiltere her gazetede her televizyonda her panoda göze çarpan çok yoğun bir alıştırma programına sahne olur. her eve bir kitapçık gönderilir, spor programlarında at yarışlarında 10'luk sistem kartları basılır. televizyonlarda 10'luk sisteme geçiş programları yayınlanır. posta pulları eski ve yeni paraları çevirenı tablolarla basılır, her gün saat 10'da bbc yeni paranın tanıtım programını canlı verir. okullarda yeni nesle 10'luk sistem öğretilir.

    ama bu daha işin iyimser yanıdır. 56 milyonluk bir ülkedeki (daha kredi kartı icat olmadığı düşünülürse) 5 milyon makina, her otomat, her kahve makinası, her ankesörlü telefon kulübesi, her yazar kasa, her park bankosu, her turnike yeni 10'luk sistem paralarıyla değiştirilmelidir. sadece bu makinelerin ayarlanması 87 milyon pound tutacaktır. bunu da yapacak 1 yılları vardır. ama gözü karartıp o işe de girerler. çünkü dediğim gibi artık ok yaydan çıkmıştır.

    nitekim bu ölçüde bir değişime göre bütün bu eğitim programları vesaire meyvesini verir ve yeni paraya geçiş büyük bir sıkıntı çıkmadan gerçekleşir. bankalar yeni basılmış paraları önden büyük stoklar halinde aldıkları için eski paraları hemen değiştirmeye başlarlar. değişim için de yılın bankacılık açısından en sakin ayı olan şubat seçilir.

    bir başka değişik ayrıntı da ülkede para birimi değişince malların fiyatı çat diye değişmeyeceği için raflarda kesirli fiyatlar belirmeye başlar. bir konserveye 3 1/6 penny isteyen satıcılar bir süre ortalarda olur. sonra onlar da alışırlar.

    yeni basılan 10'luk sistem para birimlerinde bizdeki yeni lira ibaresi gibi new/yeni ibaresi karışmasın diye koyulur. bu 1971'de basılan paralar ülkede enflasyon çok da abarmadığı için hala dolaşımdadır ve arada görebilirsiniz

    yeni 1 penny
    yeni 2 pence
    yeni 5 pence
    yeni 50 pence

    işin en ilginç kısmı da ingilizler'in bunu 1971'e kadar yapmamış olma nedenlerinden biri de 10'luk sistemin "karmaşık" olmasıdır. farthinglerle şilinlerle 144'ün katıyla uğraşan adamlar poundun 10'a bölünen kuruş hesabını yapabilmek için plastik aparatlar kullanmışlar

    uzunluk sistemlerinde ise 12 inç'in denk gelen 1 ayak ve 3 ayağa denk gelen 1 yard gibi imperial hesaplamalar sürmektedir. amerikalılar da o yolun yolcusu olduğu için metrik sisteme dönüş bu yüzyıl içinde daha zor gibi görünüyor.

  • ben yapıyorum bunu mütemadiyen. ta sefil bir öğrenciyken başladım buna. önüme çıkan ilk kediyi aldım eve, ne yiyorsam ona da verirdim, makarna, patates kızartması, sütlü ekmek. öğrenim kredim yatınca da kendime döner ona da bir kutu whiskas alırdım.
    sonraları çalışmaya başladım, hep kedim köpeğim oldu, hep ben ne yediysem onlara da bölüp verdim. kedi ya da köpek beslemek, çok masraflı birşey değildir. bir restorana gidip artıklarını isteyerek bile doyurabilirsin. dünyada bu kadar aç insan var diyerek kedi köpek, çatıdaki güvercinler, muhabbet kuşları, balıklar da aç dursun di mi? bişeyin ucundan tutmuyorsak toptan bişeye ellemeyelim, komple geberip gitsin her canlı?

  • //mercimek koftesi

    /******************************************************************************
    ** mercimek.c
    ** copyright (c) 2004
    ** s. caglar onur (caglar.onur~tubitak.gov.tr) (main developer),
    ** a. murat eren (meren~uludag.org.tr) (tester)
    **
    ** this program is free software; you can redistribute it and/or
    ** modify it under the terms of the gnu general public license
    ** as published by the free software foundation version 2
    ** of the license.
    **
    ** this program is distributed in the hope that it will be useful,
    ** but without any warranty; without even the implied warranty of
    ** merchantability or fitness for a particular purpose. see the
    ** gnu general public license for more details.
    **
    ** you should have received a copy of the gnu general public license
    ** along with this program; if not, write to the free software
    ** foundation, inc., 59 temple place - suite 330, boston, ma 02111-1307, usa.
    ******************************************************************************/

    #include <1 su bardağı kırmızı mercimek>
    #include <3 kase köftelik bulgur>
    #include <2 çorba kaşığı domates salçası>
    #include <1 çorba kaşığı biber salçası>
    #include <4 çorba kaşığı zetinyağı>
    #include <3 adet orta boy soğan>
    #include <5 adet yeşil soğan>

    #ifndef nane
    #define nane (isteğe bağlı)
    #endif

    struct _baharat
    {
    tuz, karabiber, kırmızı biber, kimyon;
    }

    yemek * main(void)
    {
    mercimek köfte;
    kırmızı mercimek;
    bulgur köftelik_burgur;
    doğranmış_soğan soğan;
    salça biber_salçası;
    baharat_ baharat;

    haşla(mercimek_salçası);

    karıştır(mercimek,köftelik_burgur);

    sleep(bir_süre);
    while(status != pembe)
    kavur(soğan);

    karıştır(soğan,biber_salçası);

    yoğur(baharat,bulgur);

    köfte = karıştır(maydonoz,bulgur);
    yogur_şekil_ver(köfte);

    printf("afiyet olsun...");

    return (servis_yap(köfte, turşu, roka));
    }