hesabın var mı? giriş yap

  • gittiği yerden geri dönmesidir. kalkıp gelsin, kızsın, bağırsın, dövsün bile beni ama yeter ki yanıma gelsin. annesini kaybedince insan 100 yaş birden büyüyor sanki. anne acısının ne demek olduğunu bilseydiniz erken de kalkardınız, yemek de yapardınız.. boş boş şeyler için söylenmezdiniz annenize. o ne diyorsa doğrudur, bilin. sizin iyiliğiniz içindir. kimse sizi anneniz gibi sevmez. kırmayın onları. hep derlerdi bana da. anlamazdım. of bile demeyin. çiçektir onlar.

  • caglar boyu kuzey amerika da yasayan yerlilerin seker ihtiyacini karsilamis dogal bir suruptur. yapilmasi cok zahmetli olan bu surup adina efsaneler, hikayeler yazilmis ve kizilderililer icin neredeyse kutsal bir olguya donusmus bu surubun hikayesi aslinda biraz yurek burkan cinsten. gercekte o zamanlar butun yaptiklari dogadan tedarik ettikleri gidalari siddetli kis aylari icin prezerve etmek olan kabilelerin asimile edilmesi, modern tekniklerle agaclarin yok edilmesi, yok edilmeyen agaclardan modern teknik ve sistemle isleyen makinelerle usarelerin gereginden fazla emilmesi artik cok yakinda bu kendine has lezzeti olan altin renkli surubu ne yazik ki, tarihin sayfalarina terkedicektir.

    ancak, mart, nisan ve mayis aylarinda akcaagaclardan toplanilabilen usare, yilin diger aylarinda toplanmiyor. bahar aylarinda guclenen agac gunesin ilk ilik isinlariyla isinir isinmaz govdesinde biriktirdigi tatli usareyi kolaylikla disa vurabiliyor. bu yuzden yerliler agacin gunes goren tarafinda govde uzerinde kucuk delikler acip, onceden hazirladiklari kucuk tahta tupleri bu deliklere yerlestirerek bir nevi oluk olusturuyor ve yine ayni agactan yapilma minik kovalarini bu usare oluklarinin altina yerlestiriyor. bir saate yakin bir zamanda dolabilen bu kovalardaki usareler binlerce agaca ayni sekilde tatbik edilerek toplaniyor ve tonlarca cali cirpi yakilmasiyla elde edilen isida pekmez misali saatlerce kaynatiliyor. 40 litre usare ancak bir litre surup yapabiliyor. ve bir yerli ailesine yeterli surup miktari icin en az 3 000 agac gerekiyor.

    yerliler yiyeceklerini tuzlamaktan cok sekerleyerek prezerve edip, pisirdikleri icin cok surup veya maple sekeri gerekiyor. elde edilen surup tipki seker yapimindaki gibi biraz daha kaynatildiginda sekere donusuyor ve yerliler elde ettikleri bu sekerleri tabaklanmis ceylan derilerine sararak kis icin sakliyor. surubu yapmak kadinlarin gorevi. cunku erkekler avlanmak icin ormana gidiyor. yaz kamplarini agaclara yakin yerlere kuran yerliler cok iyi tanidiklari dogaya gore, surup yapiminda ellerini cabuk tutmak zorunda kaliyorlar. cunku suruplar ve sekerler yapilip, erkeklerin getirdigi baliklar ve etler kurutulup kis kamplarina kar bastirmadan donmek zorundalar.

    evet bir kac dolar vererek marketlerden aldigimiz ve hic dusunmeden onumuze hazir gelen sicak keklerimizin uzerine dokuverdigimiz maple syrup hikayesi boyle. umuyoruz ve diliyoruz ki, uzerinde yasadigimiz gezegen mahvolmasin ve doga ile kucak kucaga yasama sansini bir zamanlar bulabilmis insanlarin torunlari atalarindan suregelmis geleneksel ilaclarini, gidalari ve haberdar olmadigimiz diger yasam surdurme tekniklerini yok olmamacasina yeni nesillere kusaktan kusaga hediye edebilme imkanlariyla varolsunlar.

  • zamanda yolculugun gunumuzde de mumkun oldugunu gosteren hadise. amsterdam'da bir kahve icip havaalanindan bu olayin oldugu sirada bati afrika'ya gidildigi takdirde 21. yuzyildan 11. yuzyila seyahat etmis oluruz.

  • pek farkında olmasak da dünya tarihini değiştiren etkenler arasında başa oynayan bitkilerden birisidir. ispanyol fatihlerin taşıdığı tonlarca altın ve gümüş bir asırda hızla erirken getirdikleri bir kaç sandık patates avrupa ve asya'da hızla çoğalarak artmış ve tarihin akışını değiştirmiştir.

    öyle enteresandır ki güney amerika'dan kuzey amerika'ya gidişi avrupa üzerinden olmuş, kolonileri beslemek amacıyla kendi kıtasına geri dönmüştür. sinema severlerin elizabeth the golden age filminden hatırlayacağı walter raleigh adlı tarihi karakter ingiltere ve irlanda'ya patatesi ilk getiren adam olmakla kalmamış, kurulan ilk ingiliz kolonisine de patates vererek bu ürünü kuzey amerika'ya taşımıştır. (bkz: virginia) 1995 yılında ise patata, yaşadığımız yer kürenin sınırlarını aşarak uzayda yetiştirilen ilk sebze olmuştur. gelecek yıllarda başka gezegenlerde kurulacak kolonilerde astronotları besleyecek en temel gıda kaynağı olacak olması da ayrı bir ironi. umarım ilk uzay kolonilerimizin kaderi de geçmiştekiyle aynı olmaz.

    eski dünyada belirli bir coğrafyada yetişen ürünlerin dünyanın geri kalanına yayılması lojistik, depolama, dayanıklılık gibi çeşitli faktörlerden ötürü her daim mümkün olmuyordu. ayrıca bir ürünün binlerce kilometre taşınmaya değmesi için sadece lezzeti yeterli değildi. yetiştirme ve depolama kolaylığı, her türlü coğrafyaya ayak uydurabilmesi gibi bir çok yan unsur da büyük önem arz ediyordu. bugün mısır, pirinç ve buğdaydan sonra patates gelir. yeni dünyanın keşfinden önce buğday ve pirinç çok önemliydi. sonrasında ise mısır ve patates geleceğe yön verdi.

    ispanyollar bu bitkiyi kendileri keşfetmedi. bizzat yerlilerden bütün yetiştirme tekniklerini öğrenerek taşıdılar. hatta bunun için yanlarında çiftçiler dahi getirdiler. çünkü bu bilgi aktarımı öyle kolay değildi. amerikan yerlilerinin bu bitkileri ehlileştirmesi de hiç kolay olmamıştı. konuya dair çeşitli hikayeler okudum ve tekrar insan zekasının kıvraklığına hayran kaldım. bu tür hikayeler bana, insan zekasının altında yatan sırrın büyük kısmının merak ve gözlem ilişkisi olduğunu düşündürür.

    şöyle tahayyül edin; binlerce yıl önce and dağları civarında bir inka kabilesi yaşıyor. bazı savaşlar sonucunda bereketli topraklarını bırakıp daha yüksek rakımlara çıkıyorlar. ulaştıkları noktada kıtlık gibi ağır sorunlarla baş etmeye çalışıyorlar çünkü tohumları bu iklimde yetişemiyor. bu esnada dağın eteklerinde yetişen çiçekli bir kök bitkisini fark ediyorlar. bu bitki o kadar hızlı yetişiyor ki daha önce gördükleri hiç bir şeye benzemiyor. ayrıca bir sürü hayvan bunları yiyebiliyor. yalnız insanlar çiğ yedikleri zaman zehirleniyorlar o yüzden pişirerek yemeyi deniyorlar ama onun da sonuçları ölümcül oluyor.

    bir çok bitki kaynatıldığında insana zararlı toksinlerden arınır fakat bu bitkinin içerdiği toksinler ısıdan da etkilenmiyor. yüzlerce deneme yanılmadan sonra bazı vahşi lama türlerinin bu bitkileri sorunsuzca nasıl yedikleri kafalarına takılıyor. yeni bir gözlem süreci başlıyor ve lamaların bu bitkiyi yemeden önce kil toprak yaladıklarını keşfediyorlar. haliyle onlar da aynı yöntemi taklit ediyorlar. kil topraktaki bazı minerallerin bu zararlı toksinleri absorbe ederek etkisizleştirdiğini tam olarak açıklayamasalar da işe yaradığı için bu konunun üzerine gidiyorlar.

    önceleri yabani patatesleri yenilebilir kil türleriyle beraber tüketiyorlar. sonraki yıllarda karmaşık pişirme yöntemleriyle toksinleri azaltmayı başarıyorlar. bugün hala bazı dağ köylerinde eski usüller kullanılmaya devam ediliyor. mahsül çıktığı gibi taş fırınlara atılıp gübreyle birlikte pişirilirken üzerine kil toprak döküyorlar. bu yöntemle hem çiğ stoklama derdinden hem de zehirli toksinlerden kurtuluyorlar.

    tabi ki öncelik olarak daha az toksik olan patatesleri yetiştiriyorlar, ancak bazı eski ve zehirli türleri tüketmeyi de hiç bırakmıyorlar çünkü bu türler soğuk bölgelerde sorunsuzca yetiştirilebiliyor. bu açıdan japon fugu balıklarına benzer bir durum söz konusu. fugu çok zehirli bir balık türü. emin olun sırf lezzetinden ötürü kimse ölüm riski olan bir balığı tüketmeye çalışmaz. bir dönem mecburiyetten başlayan fugu yemekleri daha sonra adete dönüşüyor. bugün fugu temizlemek için özel eğitim kurumları var. bu kurumlardan mezun olan personeliniz olmadan restoranınıza bu balığı satamıyorsunuz. japonlar tarihte bu balığın ne kadar zehirli olduğunu bizzat test ettiler. belli bir standartı yakalayana kadar binlerce insan öldü. bugün japonya'da hala senede belli bir oranda doğru hazırlanmamış fugudan zehirlenerek ölen insanlar var. şuradan tarihçesini ve fugu nedir ne değildir öğrenebilirsiniz.

    neyse patatese geri dönelim. inkalar yüksek rakım ve soğuk iklimde bu patatesleri yetiştirebiliyorlardı. orduları için vazgeçilmez bir besin kaynağıydı. o yüzden chuno icat edildi. yüksek rakımda ıslanmış mahsülü gece dona bırakıp sabah güneşte kurutup suyunu sıkarak yıllarca dayanabilecek bir ürün elde ettiler. bizim göçebe atalarımızın kurut veya basturması gibi düşünün. suyu olmadığı için uzun süre dayanan, yanınızda kolayca taşıyabileceğiniz, besin değeri yüksek bir ürün.

    yeni dünyanın kefşi ile ispanyollar altından sonra bu bitkinin değerini görür görmez idrak ederek kendi kıtalarına taşımışlar ki yine olayların baş rolünde francisco pizarro var. şu ahir dünyada yerinde olmak istediğim biri varsa o da bu adamdır. neyse i, patates pizzaro'nun ilk getirdiği vakitler pek kabul görmemiş. hatta bir çok salgının bu lanetli bitkiden geldiğine dair dedikodular türemiş. değeri zamanla anlaşılmaya başlanmış. özellikle orduları beslemek için müthiş verimli bir bitki olduğunu fransızlar çok çabuk farketmişler. daha doğrusu fransız yönetimi diyelim zira halk, kafirlerin gıdalarını bir sürü sebepten ötürü üretmek istememiş.

    louis xvi patatesi halka kabul ettirebilmek için özel bir bahçe yaptırmış. ilgi çekmesi için dışına nöbetçiler koyup tellerle çevirmiş. halk doğal olarak neymiş lan bu kadar değerli olan patates diyerek merak etmiş ve sarayın desteğiyle üretime başlamış. bu arada çeşitli patates yemekleri saray sofrasında baş göstermiş. enteresan fakat başarılı bir pr çalışması. hatta marie antoinette bazı önemli günlerde saçına, elbisesine vs. patates çiçeği koyarak tanıtıma katkıda bulunmuş. patates diyerek geçmeyin. çok güzel bir çiçeği vardır.

    kraliyet için ise önemi tamamen stratejik. doğru iklimde senede dört kez mahsül alabildiğiniz, aşırı titiz tarım teknikleri gerektirmeyen, doğru şartlar altında uzunca süre depolanabilen bir besin kaynağının halka kabul ettirilmesi her açıdan önemli. arta kalan çiğ patatesi at ve eşeklerin katır kutur yemesi de cabası.

    diğer avrupa ülkeleri de tabi ki ilk başta ordularını beslemek için kullandılar. daha kaliteli patatesler yetiştirmek için çeşitli yöntemler geliştirdiler ama fransa hep bir adım önde oldu. kendi özel türlerini ürettiler. o nedenledir ki güney amerika'dan sonra en geniş patates yemekleri çeşitliliğine sahip olan mutfak fransızlara aittir. bu sürecin devamında bütün avrupa'da bir patates furyası başladı. guano yani kuş dışkısı ve chincha adalarının meşhur olması da bu döneme rastlar. yüksek kaliteli gübreli tarımın verimini keşfeden insan oğlu hunharca kendisine gübre aramaya başlar.

    işte bu noktada devreye patatesin ana vatanı olan peru devreye girer. patatesin verimi de bu ülkeye bağlıdır çünkü kuş bokundan mamül koca koca adaları vardır. chincha adaları uzun zamandır kuşlar için bir geçiş bölgesidir. okyanus tabanındaki lav bacalarından yükselen bu adalar zaten hali hazırda mineral açısından birer cennet iken kuşlar tarafından istila edilmiş olması değerini katlar. çünkü insan elinin değmediği bu adalarda biriken tezek adanın doğal mineral deposu topraklarıyla buluştuğunda ortaya dünyanın en verimli doğal gübresi çıkmaktadır. guano bugün dahi inanılmaz yüksek verim sağlayan doğal bir gübre türüdür.

    guano'nun patatesin verimini arttırdığı gerçeği justus von liebig adlı bir organik kimyacının çalışmaları sonucu meşhur olmuştur. peru kuş boku sayesinde çok zengin olmuş, bu adalara binlerce çinli köle getirerek canları çıkana kadar çalıştırmış, bok bittiğinde ise ülke iflas etmiştir. ekonomiyi kuş bokuna bağlayıp karşılığında fransız parfümü alırsan olacağı o zaten. insan bazen tarihte devletlerin nasıl bu kadar aptalca yönetildiğine hayret ediyor. bu arada chincha adaları başlığında çok aydınlatıcı bir entry var. yazar sağolsun bu konuyu uzun uzadıya benim anlatmama gerek bırakmadan çok güzel özetlemiş. ellerine sağlık.

    entryde değinilmeyen husus ise altı üstü kuş boku yüzünden koca ülkelerin birbirine girmesidir. 40 yıl içinde peru, yaklaşık 13 milyon ton ihracat yaptı. tekel olduğu için fiyatı kendisi belirliyordu. bu hem avrupa hem kuzey amerika'da sorunlara yol açtı. ingilizler adaları istila etmeye niyetlendi. abd kongresi, 1856'da guano adaları yasası'nı geçerek amerikalılara keşfettikleri herhangi bir guano adasını istila etme hakkı verdi. milletlerin gübreye bağlılığı da yine aynı döneme denk gelir. sonrasında ise günümüze kadar bu bağ hiç kesilmedi. insanlık bu dönemde bildiğiniz bok yüzünden birbirine düştü.

    bu guano savaşının sonucu olarak yapay gübre ve modern tarımın ilk adımları atıldı. çok değil üç asır önce avrupalı bir insanın yaşam kalitesi bugünün gelişmemiş afrika ülkelerinden farklı değildi. sıradan halk doğru miktar ve çeşitlilikte beslenemiyordu. hatta afrika ve asya'daki bazı köylüler daha zengin besleniyorlardı. modern tarım sayesinde mısır ve patates yükselişe geçerek avrupa'yı yeni bir çağa taşıdı. 1700'li yıllarda bir milyardan daha az olan insan nüfusu yetersiz beslenirken bugün yedi milyardan fazla insan o dönemde yaşamış bir insandan üç kat fazla beslenebiliyor. bu da haliyle yaşam standartlarının yükselmesine ve nüfus patlamalarına yol açtı.

    yalnız bu dönem bununla kapanmadı. insanlar patatese bağlandıkça karşılarına başka sorunlar çıktı. adanın her yerine patates eken irlandalılar 200 sene içerisinde 1 milyondan 8 milyon nüfusa eriştiler. gel gelelim tek bir kaynağa bu kadar yatırım yaparken yokluğunda ne olacağını hiç hesaba katmadıkları için büyük acılar çektiler. 1845-1852 yılları arasında irlanda patates kıtlığı başladı. nereden geldiğine dair çeşitli savlar bulunan bir tür mantar türünün bütün patates hasatlarını kurutmasıyla irlanda başta olmak üzere patates yetiştiren bütün ülkeler kıtlık çekmeye başladı. süre gelen yıllarda patates bitkisine zarar veren sadece mantar da olmadı. patates yanığı dışında böceğiydi mikrobuydu derken büyük kıtlıklar yaşanmaya devam etti. özellikle kuzey avrupada yaşanan kıtlıklar insanların ölmesine, kalanların göç etmesine yol açarak sanayi devrimini hızlandırdı. irlanda'da 1 milyondan fazla insan öldü, 2 milyondan fazlası ise göç etti. devamında tabi ki patates avrupadan silinmedi fakat bu kıtlık insanlara ders oldu. patatesi korumayı, tarımda tek ürüne bağlı kalmamayı, farklı patates türleri geliştirmeyi öğretti.

    aynı dönemde hem insanlar alternatifler aramaya başladı hem de tarım daha az kişiyle daha fazla verim alınabilen yöntemler geliştirdi. boşta kalan insanlar daha çok fabrikalara yöneldi. bu kımıl zararlılarıyla mücadele ederken tarım ilaçları sanayisi gelişti. son yüzyılda patatesi kurtaracağız derken insanları içten içten yiyen kanser vakalarını arttı. türkiye'de de uzunca süre kullanılan ddt ve öncülü tarımsal zehirler de ilk başta patatesi kurtarmak için icat edilmiştir. bitkilere zerk edilen bu zehirlerin besin zinciri yoluyla insanlara, hayvanlara ve gelecek nesillere zarar verdiğini ise çok geç keşfettik.

    anlayacağınız sadece patates diyerek geçtiğimiz bu bitki son beş asırda dünyanın kaderine etki etti. yeri geldi ülkelerin savaşlar kazanmasına yol açtı, yeri geldi kıtlıklara sürükledi. ülkemizde patatesin ilk defa 1876 yılında adapazarı ovasında yetiştirildiğini bilinmektedir. patatesin, adapazarı bölgesinde yetiştirilmesinde hüdevandigar valisi ahmet vefik paşa'nın büyük rolü olmuştur. patates, toprak kokan bir ürün olduğu için köylüler tarafından fazla ilgi görmemiş, ancak daha sonra 15 yıl süreyle öşürden muaf tutulmak suretiyle bölgeye yayılmasına çalışılmış ve 15 yıl sonra ancak, tarla ziraatı halinde yetiştirilmeye başlanmıştır. 1908 -1910 yıllarında marsilya'dan sağlam ve hastalıksız patates tohumlarının getirilmesiyle verimde önemli artışlar elde edilmiş, kazançlı ve faydalı bir bitki olduğu anlaşılmıştır.

    edit- bir kaç ekleme ve typo. bir de çok uzun yeeae diyenler için mama kıvamında bir özet videosunu şuradan izleyebilirsiniz: https://youtu.be/xromdsulcle

    hatta video sonunda çok beğendiğim kısmı metin olarak şuraya ekleyeyim;

    irlandalıların göç dalgasıyla avrupa, sanayi devrimi aracılığıyla modern dünyayı meydana getirecek, gelişmekte olan fabrikalara iş gücü olabilecek, büyük, sürdürülebilir ve iyi beslenmiş bir nüfus kazandı. bu yüzden patatessiz bir dünya düşünmek neredeyse imkansız. sizce patates olmadan sanayi devrimi gerçekleşir miydi? ya da askerleri besleyen ve kolay yetiştirilen bu ürün olmasaydı ittifak devletleri 2. dünya savaşını kazabilir miydi? böyle düşünürseniz dünya tarihindeki bir çok kilometre taşı peru dağlarından gelen basit bir bitkiye bağlanabilir...

  • bazı yazarlarının bile kullanmayı bilmediği bilgi kaynağı.

    bir şehrin başlığına gidip "gelecek hafta gideceğim şehir. neler yapılır bilenler yeşillendirsin." diye yazan embesiller var.

    ulan sığır, o başlık orada niye var?

  • bu konuda bilir kişi olabilirim

    istanbul'da zincir bir fast food şirketinde 10 yıl ofiste satın alma müdürlüğü yaptım

    yiyecek içecek sektöründe değişmeyen tek şey kar marjidir.
    üründen ürüne değişir %300 %500 arası olur genelde. tavuklu ve kaşarlı menüler en çok geçirilen üründür.

    yani şöyle düşünün 10 tl ye mal edilen bir ürün
    50 100 tl arası satılır.

    yıllarca neden her sokakta bir büfe açıldığını anlayın artık.
    şimdi ülkenin durumundan dolayı maliyet arttı.
    ama işletmeler %300 %500 kardan vazgeçmiyor.

    olay bundan ibaret.
    almayın aldırmayın gitmeyin demekle olmaz.
    kesin birileri gene gidecek
    kapitalist sistem budur.
    biz de bu sistemin kölesiyiz

    edit: benim yazıma cevap veren kişiler olduğu için editlemek zorunda kaldım.
    bana satın almacı diyerek zaten söze başlayanlar oldu. kamyonla gidip malı alan ben değilim.
    ben bir ürünün belirlenmesini, kalitesini, maliyetini, satış raporlarını, ve son olarak tüketiminden sorumluydum.
    şirketin büyüklüğüne göre alacağınız malzemede kiminle muhattab olacağınız belirlenir.
    ben coca-cola'nin bayi müdürüyle değil
    türkiye ve asya kıtasından sorumlu olan kişiyle görüşürdüm veya pınarın, sütaş' in plasiyeriyle değil genel müdürüyle anlaşma yapardim.
    et ve tavuk ürünlerinin tüketimi inanılmaz fazla olduğu için ve de çok hassas ürünler olduğu için direk sahibiyle görüşürdüm. öncelikle bunu belirtmek istedim çünkü bilgi sahibi olmadan konu hakkında bilgi sahibi olanlara bok atmayın. açık konuşayım bunları yazarken bile ben utandım.

    çok daha detaylı bilgi verebilirim fakat başınızı şişirmek istemiyorum.

    bir yiyecek içecek işletmesinde 2 kalem maliyet hesaplanir
    1.si ürünün ham maliyeti
    2. si ürünün hazilanma ve sunum maliyeti

    1.sini çıkartırken ürünün içine neler konulduğunu grami gramina hesaplanır.
    buna ürün reçetelemek denir
    yani her ürünün 1 reçetesi vardır.
    100 gr tavuk
    20 gr mantar
    10 gr patates
    20 gr makarna gibi
    bu ürünleri alırken verdiğiniz fiyatı koydugunuz grama bölerek cikartirsiniz

    2. maliyet "işletme maliyeti"
    ama siz patatesi tavuğu alıp direkt müşteriye vermiyorsunuz
    onu önce gidip alıyorsunuz "lojistik maliyet"
    sonra bir dükkana koyuyorsunuz "kira maliyeti"
    daha sonra onu pişiriyorsunuz " enerji maliyeti"
    sonra bu ürünü biri yapıyor birileri servis ediyor
    "personel maliyeti"
    şimdi alt alta yazdım sakın çok maliyet diye düşünmeyin.
    çünkü o dükkana 1 müşteri gelip 1 ürün satılmıyor
    personel günde onlarca kişiye bakıyor.
    kira hiç iş yapmasan veya 100 katı ciro yapsan aynı kalıyor ay içinde

    kısaca kesiyorum
    arkadaşlar iyi bir işletme öncelikle ürünün en kalitelisini alır
    personeline iyi maaş verir bu yüzden müşteriye iyi davranılır. bunlar olduğu sürece biraz da matematik bilgisiyle hayatta kalırsınız.
    çok ama çok daha detay var yazmayacağım
    ama son olarak şunu söyleyeyim
    şu anda yiyecek içecek sektöründe maliyetler arttı
    fakat işletmeler pandemiden önceki dönemden daha çok para kazanıyor.
    maliyet 2 arttiysa fiyatlar 10 zamlandi

    edit2: o kadar çok mesaj geldi ki hepsine cevap vermeye çalıştım.
    anlamadığınız çok nokta olmuş
    size şunu söyleyeyim.
    tavuk dünyası veya belirli bir ürünü alan zincir işletme sizin gibi fiyattan almaz
    mesela pazarda 80 tl olan ürünü boyle işletmeler
    30 40 tl ye alır yıllık anlaşma yapar
    mesela bir keresinde kaşar firmasıyla anlaşma yaptım yıllık olarak 22 tl
    siz o zaman kaşarı 55 tl den aliyordunuz.
    daha fazla yazmayacağım
    bir gün çok detaylı işletme maliyeti enrtysi gideceğim.

    debe editi: bu bilgileri yazarken hiç bu kadar gündem olacağını tahmin etmemiştim.
    burası (bkz: kutsal bilgi kaynağı) kim ne derse desin.
    küçük bir bilgi kırıntısı sağlayabilmek bile insanı mutlu ediyor.

  • bizim köpeğin kafasındaki oyun sevgisi ve oyuncak sevgisi eşit. en sevdiği oyun "çekiştirme". yani o ağzında bir şey tutsun sen çek, o da çeksin. oh bayılır. hırıl hırıl. ama öte yandan en sevmediği şey de "oyuncağını kaybetmek". oyuncağını eskaza sen önce eline alıp saklarsan geri istemek için yapmayacağı şey yok. hatta artık sen bir şey istemeden peşin peşin pati veriyor oyuncağını almak için. alıyorsun hemen patisiyle kolunu tutuyor. ortaya çıkan manzara daha çok "bak dostum istersen güzellikle ver" tarzı ama içinde fırtınalar kopuyor aslında. oyuncağı verdin mi de alıp kaçıyor yarım saat vermiyor.

    o yüzden ağzına oyuncak kemiğini alıp çekiştirme oynamak istediğinde yanıma yaklaşıyor. istediği şey benim onu çekmem. ama hamle yaparsan da anında geri çekiliyor. çünkü kaybetme korkusu devreye giriyor. başlarda böyle "kaptım kapamadım", "aldım alamadım", deyip koşturmacalı bir macera yaşıyorduk. e ben de zamanla öğreniyorum bazı şeyleri. ben de artık hamle yapmıyorum. nasılsa kaçacak diye.

    o yüzden istanbul'da bir apartman dairesinde zaman zaman şöyle bir manzara yaşanıyor: bir adam ve ağzında oyunca kemik olan bir köpek karşı karşıya kımıldamadan birbirlerine bakıyorlar. köpeğin ağzında kemik. arada hızlıca sağa sola göz atıyorlar sonra yeniden birbirlerine bakmaya devam ediyorlar. iki taraf da hamle yapmanın en kötü hamle olduğunun farkında. öyle karşılıklı gergin bir bekleyiş. bu şekilde gün batıyor.

    iki kişiyle meksika açmazı olmaz diye düşünürdüm ama oluyormuş meğer.

  • sistem kuponunda banko diye işaretlediğim şehirde olmuştur. kaldı 5 maç.

    edit: videoyu sadece 50 saniye izleyebildim. ulan o kadar işid videosu rahatsız etmedi de şu videodaki döl israflarına tahammül edemedim.

  • sürekli tekrarlana tekrarlana normalleşmiş şerefsizliklerdir.

    mesela, hastanede sıra beklerken sırada olmayan kişinin doktora bir şey sorup çıkıcam diyerek içeri dalması ve muayene olarak sıradakilerin hakkını yemesi.

    bir yerlerde işe girmek için torpilin gerekli olması ve artık bu torpillerin saklanmadan uygulanması.

    doktor ve hastane personeli yakınları sıra almadan muayene olabilirken normal vatandaşın aylar sonrasına randevu alabiliyor olması.

    şeklinde uzayan şerefsizliklerdir.

    edit:

    programlarda 25 dklık reklam girmek ve reklam bitip program başladıktan 10-15 sn sonra tekrar reklama girmek.

    mekana sizden sonra gelen ama kalabalık olan gruba sizden önce yemeklerin servis edilmesi.

    kariyer.net'te yapılan başvuruların çoğuna geri dönüş yapılmaması ve koyulan ilanların sadece özgeçmiş havuzu oluşturmak için kullanılması. yapılan başvuruların çoğunluğunun "başvurun iletildi" aşamasında kalması.

  • kız olursa asya. bi daha kız olursa zeynep. bi daha kız olursa karıyı boşarım.