hesabın var mı? giriş yap

  • şimdi sen kendince dün geceden beri bunca insanın mesajlarla, entryilerle senin hayata tutunman için çabalamasını keyifle izledin ya, bir mesaj ve bir entryle bu işe müdahil olan insanlardan biri olarak söyleyebilirim ki; hiç gocunmadım. kendimi aptal yerine konulmuş gibi de hissetmedim.

    tüm o çabayı gösterenlerin her biri, senin şaka yapmış olmanı gönülden diliyorlardı zaten. diledikleri bir şeyle karşılaşmaları neden onları komik kılsın ki, değil mi?

    sana bir sır da vereyim; bunun şaka olduğunu sadece dilemiyorlardı, %99 şaka olduğunu biliyorlardı da zaten. aptal yerine konulmayı da göze alıp, bir hayatın %1' lik ihtimalle bile olsa yokolmasına gönülleri elvermedi sadece. bunca çaba ondandı yavrucuğum.

  • o dönemde yaşayanlar için durum böyle değil tabi ama sinemacılar açısından bakarsak ortaçağ tam bir cennet. çünkü şuan bizim elimizde olan imkanların hiçbiri ortaçağda olmadığından bu dönem için nasıl bir hikaye yazarsanız yazın ortaya dramatik bir iş çıkıyor. türk halkı olarak uçan giden kurlar nedeniyle mesela dünya turu biraz hayal oldu ancak avrupalı ya da amerikalı izleyiciyi modern zamanlarda dünya turu yapan bir insanın hikayesiyle etkilemeniz biraz zor. orta asya’nın denizlerini, güney amerika’nın ormanlarını gösterip filmi ilginç hale getiremiyorsunuz artık çünkü avrupalı izleyici oraya iki yaz önce gitti zaten. bu nedenle yerel halkın ne kadar otantik olduğundan da bahsedemiyorsunuz.

    ortaçağ konseptini ise insanlar ne kadar zengin olursa olsun daha önce deneyimlemedikleri için bu alanda film yapmak (bütçe konusunu bir kenara bırakırsak) daha kolay. çünkü o dönemde bir insanın yaşadığı köyden çıkması bile zordu. ayrıca ortaçağda yaşanan savaşları eğlence endüstrisi içinde değerlendirerek tekrar anlatabiliyorsunuz. bunu atıyorum bir körfez savaşı ya da vietnam için yapmanız daha zor çünkü izleyiciler kendi hayatlarında bu olaylara şahit oldukları için kişisel görüşleri devreye giriyor. oysa ortaçağ’da ingiltere ve fransa arasındaki bir savaşı umursayan yok artık.

    geçmişte atmosferin bu nimetinden faydalanan pek çok film oldu. bu da ortaçağ filmlerine bir standart getirdi. robin hood gibi halkın yanında olup otoriteye baş kaldıran ana karakterler, şövalyeler, halka zorbalık eden soylular gibi hikayenin temel kalıbı olmuş pek çok mekanik var. ancak daha önce de konuşmuştuk tarkovsky’nin arası standartlarla pek iyi değil. eğer bir hikaye anlatacaksa bunu her zaman kendi bakış açısıyla yapmayı tercih ediyor. örneğin filmlerin giriş gelişme sonuç gibi bölümlerini muğlak tutarken, karakter tanıtımını geri plana atarak yorumu izleyiciye bırakıyor.

    şimdi üzerine konuştuğumuz andrei rublev de diğer ortaçağ filmlerinden ayrı bir yerde duruyor. ilk olarak film, ortaçağ yapımlarında öne çıkan askeri konuları geride bırakarak o dönemin sanatçılarına odaklanıyor. tabi o dönemde halk aşırı yoksul olduğu için sanatçının emeğinin karşılığını verecek durumda değil. bu nedenle sanatçılar faaliyet gösterebilecekleri tek alana yani dini sanata yöneliyorlar.

    ancak sanatın din ile birlikte yer alması zamanla üreticiler için bir problem haline geliyor. çünkü sanat aslında insanın kendisini ifade etmesi için bir araçtır. o dönemde de sanatçılar dini duygularıyla hareket ediyorlar. ancak sanatçı dini sorgulamaya gittiğinde üretimi de bundan etkileniyor. film boyunca da rublev’in düşünce dünyası ile sanatının nasıl etkileşim halinde olduğunu izliyoruz.

    örneğin filmin başında rublev, kendisine teklif edilen önemli bir işi yapmak istemiyor. çünkü ana karakterimiz dini bir sorgulama içinde. dünyanın gerçeklerini görmüş, inandığı iyiliği ve güzelliği de burada bulamamış. ilk önceleri yaşadığı bu buhran nedeniyle elindeki işi savsaklamaya başlıyor. çünkü insanları bir şeye yönlendirmek için gösterdiği çabanın aslında hiçbir karşılığı olmadığını fark ediyor. mesela filmin başındaki katedralde çalışan taş ustaları, prensin kardeşinin yanında çalışmaya gideceklerini ve oradaki taşların daha beyaz olduğunu söylediklerinde prensin adamları tarafından kör ediliyorlar. çünkü prens bütün güzellik, ihtişam kendisine kalsın istiyor.

    rublev’in inancını asıl sarsan ise prensin kardeşinin tatarlarla bir olup bulundukları şehri yağmalaması. göçebe ve savaşçı bir ulus bunu yapsa belki rublev bu kadar etkilenmeyecekti. ancak rusların kendi halkına yaptığı bu zulüm, rublev’in insanlığa inancını tümden kaybetmesine neden oluyor.

    şimdi inanç sorgulaması dedik, ortaçağ dedik burada insanın aklına ister istemez seventh seal geliyor. bu benzerliğin bir güzel yanı iki filmde de çok derin diyalogların olması. ingmar bergman zaten tiyatroyla uğraştığı için filmlerinde yer alan diyaloglar çok üst düzey. ancak bu filmde de anlam arayışı olarak diyalogların benzer tatta olduğunu söyleyebiliriz. yine de burada önemli bir fark var. bergman, yedinci mühürde max von sydow ve gunnar björnstrand gibi çok güçlü oyuncularla çalışıyor. tarkovsky’nin oyuncuları da eldeki imkanlar içinde değerlendirirsek iyiler ancak tabi ki bu bahsettiğimiz bu iki ismin gerisinde kalıyorlar.

    sonuç olarak ortaçağ konseptine farklı bir bakış açısı istiyorsanız bu filmi izleyebilirsiniz. çünkü hastalık, veba, kıtlık gibi dönemin gerçekleri ile felsefi derinliğin birleştirildiği çok önemli bir film bu. ayrıca sanatçı üretirken nelerden ilham alır, üretim süreci nasıl başlar ve gelişir, sanatçı kimdir ve dünyaya nasıl bakar görmek için de andrei rublev çok iyi bir seyirlik.

  • futbolda en yalnız mevki kaleciliktir derler ya bir çift eldivenle kandırılmış sanki özgürlüğü elinden alınmış ceza sahasında geçen koca bir kariyer..takımının gol attığı durumlarda en çok belli olur kalecinin yalnızlığı. bir başına koşar, bir başına taklalar atar, direklere tırmanır, türlü sevinç gösterilerinde bulunur kaleci, arkadaşları az ilerde sevinç yumağı oluşturmuşken. bu aslında saçma bir görüntüdür, çünkü insanın sevinirken yanında sevincini paylaşabileceği ya da sarılabileceği en az bir insan daha olmalıdır bence. fakat, gel gelelim yedek kalecinin yalnızlığına. o yalnızlık ki, kaleci yalnızlığı dahil tüm yalnızlıkların toplamıdır aslında bu hayatta.

    yedek kaleci..yaz kış demeden kenarda battaniyesinin altında maça seyredalan gözleri küçük bir umuda dalıyordur aslında bir gün as kalecinin yerine kendisinin geçebileceği. devre arasında maçlar reklama girer ama stadyumdaysan fark edersin onları denk gelirse o da veyahut dikkatini çekerse. sahaya çıkmış, kalenin önünde sağa sola atlıyor, yalandan da olsa top çıkarmaya çalışıyor ama bezginliği her halinden okunuyor. gol yerken dönüp topa bir de kendisi vuruyor, kendisine gol atıyor. sonra bazen mutluymuş gibi görünüyor, gülümsüyor fakat o en mutlu anında yandan pat diye nerden geldiği meçhul bir top suratında patlıyor. onu bir tek futbol topları anlıyor ama onlar da yanlış anlıyor. diğer yedek oyuncular gibi teknik direktöre arada sitem etme hakkı da kısıtlıdır yedek kalecinin. ancak kimi zaman as kaleci sakatlanıyor, sağlık görevlileri oyuna girerken yedek kaleci de fişek gibi sıçrıyor yerinden. ısınma hareketlerine başlıyor hemen zikzaklar, yerinde atılan deparlar, sıçramalar tam pijamasını çıkarıp oyuna girecekken "taam taam iyiyim" diyor as kaleci ve geri dönüyor yedek kaleci klubesine, battaniyesinin içine. hala sıcak, zaten fazla uzaklaşmış olamazdı..en kötüsü de, bazen kaleci kırmızı kart yer ama yedek kaleci yerinden bile kıpırdayamaz. çünkü takımın oyuncu değişiklik hakkı dolmuştur. evet dolmuştur bu hak ve o an kaleye defans, libero yahut orta saha hatta kimi zaman forvetten biri geçer. hele bir de penaltı falan kurtarırsa varlığını, dünyadaki yaşam sebebini sorgulamaya başlar o vakit yedek kaleci. son düdük çalar, maç biter, soyunma odasına gidilir.bu olayın ya da başka pozisyonların kritiği yapılır duş altında yedek kaleci ise duş bile almaz çoğu zaman aslında.

    ve dönüp bakıyorum kendime ensesi uzamış kaleci saçımla, promosyon şapkam ve kramponlarımla yedek kalecinin ağır yalnızlığını yaşıyorum bu hayatta. evli çiftlerin, sevgililerin, mutlu insanların, arkadaş gruplarının hatta yalnızların ve hatta diğer ağır yalnızların arasında kimseye farkedilmeden, dokunmadan, belki de dokunamadan yürüyorum yavaşça. bir çocuk ürkekliğiyle gökyüzüne bakıp "hocam ne zaman oyuna alıcan beni" diye küçük bir sitem ediyorum onu da uzaklara bakmaktan yakını göremez hale gelen gözlerimle yapabiliyorum en fazla. bazen de oluyor gibi, yalan yok umutlanıyorum o ara iniyorum saha kenarına büyük bir heyecanla yan yan sekerek koşturuyorum. kollarımı çeviriyorum değirmen gibi, türlü ısınma hareketleri yapıyorum bir bacak önde çökme hareketi..yerimde sıçrıyorum bir kurbağa gibi ama sonra acı bir ses geliyor kulağıma "otur otur" diyor ve dönüyorum yerime geri, giriyorum sıcak battaniyemin içine hiç kullanamadığım eldivenlerimle ve pijamamla koca bir ömrün geçmesini bekliyorum.

  • hemen derdini zikeyim butonu diyeceksiniz ama dinleyin once.

    1: abbas sakir'in nisanlisina goz dikmis durumda. sevsin sevmesin gariban olsun ama ne olursa olsun yengesi durumunda.

    2: ictikleri gece sakir'in kiz kardesi odasina geliyor ve abbas yine yakalanacagiz diyor. odasindan tekme tokat kovmasi lazim. ama abbas gidiklamasindan memnun gibi zaten raki masasinda kizin opucuk atmasina da mal mal bakiyor. tersleme, tepki de yok. adam sana is ve oda vermis. adami seversin sevmezsin o ayri ama yaninda kaliyorsan bu konuda yanlis yapmayacaksin.

    3: bir sahnede sakir icin gulmeyin cocugunuz da boyle olur allah korusun diyor. ve minibusu alir almaz sakir'in kopyasi oluyor. yani kinadigi, elestirdigi topluma zararli gordugu sakir'in birebir kopyasi oluyor.

    4: taksit getirme sahnesi var, o kahvede garibanlarin icinde parayi verirken, 2 aylik pesin mi versem, neyse parasi olan var olmayan var gibi laf ediyor. igneleme sakir'e ama toplumun icinde ve o garibanliktan gelen biri olarak yaptigi terbiyesizce.

    4: minibusu gasp etmesi de var. anlasma sartlari belli. neyse bunu gormezden gelelim.

    5: kisisel hirsiyla yolcu alacagim diye ani makas atmasi var ki yolcularin canina mal olabilir ya da sakir'in eski nisanlisinin yerini kimseye vermemi de ayri bir olay. acgozluluk ve hirs var.

    6: ve en onemli serefsizliginden biri. nazli sakir'i sevmiyor ve babasinin zoru, evden gitme istegiyle evlenmeye niyetli ama kizin abbas'ta da gozu yok. sartlar geregi belki de kendi dedigi gibi bir yuvam olsun, kocam para getirsin mantigiyla evlenmek istiyor. abbas bunu bilmesine ragmen tek tarafli bir askla kizi dugunden kaciriyor.

    7: son soz yani abbas bukalemun gibi bir karakter. parayi bulup degisebilen, geldigi yeri unutabilecek bir karakter. sevdigi kiz icin ben bunu seviyorum diyebilecek bir karakterde degil, firsat kollayan, firsatci bir tip. sessiz ve cakal. arada laf dinleyen, karisan. ben bu filmi yonetmen sinan cetin'e de bagliyorum. adam kendinden cok sey katmis. cogunlugun ceyyar sakir'i tuttuguna da eminim bu konuda.

    edit: arkadas uyardi ayrica secdigi kiz iceride sevisirken nobet tutup, sakir'in zamparaliklarini gormezden gelip ortemeye calidan bir tip

    benzer bir baslik varmis simdi gordum. gercekten baktim cunku cok gorunen bir karakter abbas. kusura bakmayin.

  • kardes banyodan cikmak bilmez, anne cinnet gecirir ve hemen akabinde ;

    - buda pipisini kesfetti kesfedeli banyodan cikmaz oldu.

    seklinde posr the family'i yarar.

  • --- spoiler ---

    "uyuşturucu batağına sürüklendim."
    --- spoiler ---

    gören de arap çarşafına bonzai sarıyor sanacak. ulan lüks otomobilin içinde kokain çekiyorsun, gelmişsin 1 lira için adam bıçaklayan tinerci edebiyatı yapıyorsun.

  • umumiyetle gürültü konusunda ihtisas yapmıştır. diyalogların anlaşılmazlığı bu gürültüye ayrı bir boyut, ayrı bir dehşet katar. işte diyelim uyuyorsunuz böyle bir beybi gibi. aniden bir ses...

    alamancı çocuk: "anniiiiiiiiiiiii, annniiiiiiiiiii............. das izt manşıtın du zayniyn.... anniiii...... annnii diyom ya...annniiii..."

    alamancı anne: "ne diyon?"

    alamancı çocuk: "münşenden aldığım beyaz reyboklarımla havluyu at..."

    allah allah... kardeşim bana ne, neyi nereden aldın, kaça aldın... zaten konuşmadan anladığım tek şey "anniii", "reybok", "münşen" (anne, reebok, münih).

    bir de bu ailenin çocukları genelde kuzenleriyle falan geldikleri için grup halinde gezerler. havuzda türlü atraksiyonlar yaparlar. türk bayrağı kolyeli dev bir oğlan kuzeni olan kızı boğmaya çalışır, kendinden küçükleri kolundan tutup havuza atar, çivileme dalar vs vs. bu arada diyalog da "ya serkan... bak yapma diyom ha... şundiwın zu bi..." bilmem ne şeklindedir. su sıçratırlar hep.

    hepsi böyle değildir mutlaka ama ne bileyim bana denk gelen hep böylesi olmuştur. sırf böyle insanlar yüzünden ismail yk gibi bir dünya starına karşı bile mesafeliyim bugün.

    (bkz: yoksa ben zurna mıyım he)

  • ulan atalarından hiç mi birşey öğrenmedin libos gotlu avrupalı ? doksene kafasından aşağı kızgın yağı ?