hesabın var mı? giriş yap

  • terör örgütü ile bağlantılı ise bugüne kadar yakalamayan içişleri bakanlığı suçludur.bu insanların adli sicil kaydı temiz ise adalet bakanlığı suçludur. bu adamlar ile ilgili hâlâ işlem yapılmamış ise emniyet müdürlüğü suçludur. sıra ibb'ye gelene kadar suçlu olanlar yakalansa ülke düzelir.

  • moai’ler, büyük okyanus'ta, şili'nin 3600 km batısındaki paskalya adası'nda yapılan, boyları 8 ila 12 metre civarında olan yekpare taş figürlerdir. paskalya adası herhangi bir kıta, ya da uygarlıktan çok uzaktadır. ancak adalılar güneş ve yıldızlarla, başka ülkelerde olduğundan daha ilgilidir. yine de heykellerin dinsel anlamı tam olarak bilinmemekte, iskelet biçiminde yaşadığına inanılan ataları temsil ettikleri sanılmaktadır.

    gelgelelim moai denen bu heykelleri kimin, ne zaman ve neden yaptığı gizemi halen çözülebilmiş değil. bilim adamlarının varsayımlarına göre paskalya adası yüzyıllar öncesinden beri insanların yaşadığı bir yer ve moai’ler de yüzlerce yıllık yapıtlar.
    bu heykeller, düzgün bir şekilde, hepsi aynı yöne bakar biçimde, yerli dilinde "ahu" denen platformlar üzerine yerleştirilmiş. 'ahu'lar o kadar güzel işlenmişler ki, taştan yapılan bu platformların arasına bıçak bile girmiyor. ayrıca heykeller çok sert kayalardan yapılmış. öyle ki, etnolog thor heyerdahl, bir deneme olarak, yarım kalan heykellerden birine, topladığı gönüllülerle birlikte, taş baltalarla girişmiş ancak uzun çabaların sonunda bir adım bile ilerleme kaydedememiş. oysa bölgede çok sayıda eski taş aletler, baltalar bulunmuştur. bu konudaki teori şudur: heykellerin asıl yapıcıları, bir nedenle işlerini yarım bırakıp adadan ayrıldıklarında, yerliler yarım kalan heykelleri tamamlamak sevdasıyla ellerindeki taş baltalarla işe giriştiler. ancak, bugün bile tembel olan yerliler, taş baltalarla sonuç alamadıklarını görünce aletlerini öylece bırakıp çekildiler.

    ayrıca paskalya adası volkanik bir ada olduğu için adada zengin bir ağaç kaynağı yoktur. bu anlamda volkanik taştan yapılma bu dev heykellerin kütükler üzerinde taşındığını öne süren alışılmış açıklama yolu, hepten geçersiz kalmaktadır. adanın izole konumu da göz önüne alındığında deniz ulaşımıyla da taş işçilerine bırakın başka adalardan kütük taşımayı yiyecek ve giyecek eşyası getirilmesinin bile çok zor olduğu düşünülmektedir. öyleyse taşları dağlardan söken, heykelleri yapan ve bugün durdukları yere taşıyan gerçekte kimlerdi? heykeller nasıl işlenmiş, cilalanmış ve dikilmişlerdi? ayrıca heykellerin başında kırmızı renkte büyük şapkalar yerleştirilmiştir. bu taşlar yekpare değil, heykellerden ayrı bir parça olduğu için heykeller kaidelerine yerleştirildikten sonra başlarına yerleştirilmiş olmaları gerekmektedir. bu yüzden ağırlıkları 10 tonu bulan bu şapkaların heykellerin tepesine nasıl koyulduğu ayrı bir gizemden ibarettir.

    son olarak yerliler bulundukları topraklara "kuş adamların ülkesi" diyorlar. ve adada pek çok yerde kayalara işlenmiş çeşitli kuş adam figürleri ve moai heykellerinin birçoğunda asılı, bilinmeyen bir yazı diline ait tabletler bulunmuştur. ve bu yazı bugüne kadar çözülememiştir. yerliler dahil bu yazıyı kimse okuyamıyor ve bu yüzden de belki de bir yazı dili olmadığını öne sürenler var. sonuç olarak bilimin yüzde yüz oturmayan teoriler ürettiği ve daha sonra da her yönüyle 'sustuğu' konulardan biridir paskalya adası’daki bu gizemler. moai heykellerini kim yaptı, nasıl yaptı ve ne oldu da heykel yapımı sürerken birdenbire her şeyi yarım bırakıp gittiler? her şeyden önemlisi ise kimdi ya da neydi yerlilerin adanın her yerine izlerini bıraktığı bu kuş adamlar?

  • ben çağdaş bir ebeveynim arkadaşım! her ne kadar çocuk daha çağdaşlığımı gösterebileceğim yaşa gelmediyse de ben kendimi biliyorum. çocuğumla arkadaş olacak, onunla dertleşecek, gece gezmelerine birlikte çıkacağız bunları biliyorum, ben çağdaş bir babayım arkadaşım.

    ama ne oluyor, nasıl oluyor bilmiyorum ama benim de dahil olduğum geniş bir çağdaş baba grubu yeni doğan çocuğunun kırkı çıkana kadar (kırkı çıkmak) hurafelerin esiri oluyor ya da bir tek ben böyleyim ama genelleme yapınca kendimi daha rahat hissediyorum. aman çocuğun üstünden bir şey verme, kırkı içinde her banyo suyuna saçı güzel olsun diye tarak, el işi güzel olsun diye tığ koy, banyo suyunu elekten geçir su kırk delikten geçsin, kovaya yumurta kabuğundan kırk kere su doldur bahtı güzel olsun. bezlerini gece atma, çamaşırlarını gece dışarıda bırakma, burnunu sık burnu güzel olsun, kulağının üstüne yatır kepçe olmasın ve daha neler neler. çağdaş baba olma yolundaki ilk adımlarımda hurafelerin bayrak taşıyanı oluyorum farkında değilim.

    aynı çağdaş baba yine aynı hurafelerin izinde. resmen kayınvalidem ile hurafe yarıştırıyorum. o diyor ki “bizde çocuğun kırklık suyuna tuz konmaz, ben diyorum ki yanlış biliyorsun azıcık tuz koyup koltuk altına ayaklarına süreceksin ki ayakları, teri kokmasın. o diyor ki çocuğun göbeğini boş bir alana göm içi ferah olsun ben diyorum ki hayır üniversite bahçesine gömelim ki bir ayağı okulda olsun. kendimi tanıyamıyorum, gece kayınvalidesi ile oturup çay içerken hurafe tokuşturtan bir oldum.

    ben çağdaş bir ebeveynim arkadaşım, çocuğun kırkı içindeki banyo suyuna soğan kabuğu koyup, “duruluk, geldiği yere gitsin murdarlııık” diyecek biri değildim. biraz daha büyüsün bakalım, sanırım içimdeki çağdaşlık henüz açığa çıkmaya hazır değil.

  • ludwig göransson'ın oppenheimer için bestelediği en nadide parça. abartısız söylüyorum dinlediğim en güzel soundtracklerden biri.
    bir fizikçinin zihnindeki merakı, endişeyi, tutkuyu ve korkuyu çok çok iyi yansıtıyor.

    can you hear the music; oppenheimer'ın öğrenci olarak geçirdiği zamanı temsil ediyor. öğrenmenin getirdiği heyecanı, neşeyi, zorluğu gösterirken filmin diğer önemli parçalarına da ilham kaynağı oluyor.

    quantum mechanics parçası ise can you hear the music'in sadece yavaşlatılmış bir versiyonu. çünkü öğrenciyken yaşadığı heyecanla birlikte her şey hızlıca akıp giderken kuantum mekaniği öğrencilerine anlatması ağır çekimdeydi, zamanını alıyordu.

    can you hear the music'i duyduğumuz filmin ilk kısmında oppenheimer'ın asıl amacının bilimin insanlara nasıl yardımcı olabileceğiyle ilgili olduğunu görüyoruz. müzik de ilerleme, umut ve parlak bir gelecek fikri canlandırıyor aklımızda.

    ancak filmin ikinci yarısında oppenheimer'ın icadının nasıl dünyanın tamamen yok olmasına yol açabileceğini gösterirken müzik farklı bir hale bürünüyor, hızlanıyor ve rahatsız edici hale geliyor. filmin sonunda çalan destroyer of the worlds bu parçanın tam tersi.

    ben dahil herkes hans zimmer & christopher nolan işbirliği görmek istiyor ama hakkını vermek lazım ludwig göransson da çok çok iyi iş çıkarıyor. sinema salonundan çıktığım andan itibaren dinlemeye doyamadım albümü.

    filmden görüntülerle güzel bi video yapılmış.

  • "22 cvpsz arm brktm 1 kere geri dnmdn. uzydsn dmk beni ihml etmn anlmına glmyr. hiç mi zmnn yok.hiç mi mrk etmyrsn. çok üzyrsn beni felix"

    2 dakika sonra:

    "msj ulşmd diyr. iyonsfre grnce beni arrmsn?"

  • çok ilginç bir deneyim. elinize takilmis seruma "tamam; basliyorum." tarzi bir komuttan sonra siringadan gerekli ilaci vermeye baslarlar. genel anestezi alan bircok insan gibi ilk birkac saniye "hayir beni uyutamazsiniz" dersiniz, sonra siringa takili eliniz yavas, yavas karincalanmaya baslar. akabinde duyumsadiginiz sesin kalitesi giderek azalmaya baslar(böyle cızırtılı duymaya baslarsınız, belli bir süre sonra ses de azalmaya baslar). ve görüntü kalitesi.. o da giderek azalir, ve bu olurken etraf kararmaya başlar ve bilincinizin kalitesi* de giderek düşer, sonra farkinda olmadan uyursunuz.

    [bu sırada ameliyatinizi yaparlar, hiçbir şey hissetmezsiniz.]

    sonra ayılma faslı.. iste burasi biraz kötü. çünkü ayılırken, her sabah uyandiginiz gibi kendinize geleceginizi zannetmeyin. ameliyathanenin yeterince soguk ortami, anestezide kullanilan maddenin vücüdunuza etkisi, vs.. gibi etkenlerden ötürü boğazlarınız ağrıyor bir şekilde kalkarsınız bir kere. tabi tekrar "online" olan beyninizin, adaptasyon sürecinde yaşadığı kasılmaları atlamamak gerek. bir kere ilk birkaç saniye aşırı sarhoş bir haliniz oluyor, öyle doğru düzgün pek birsey algilayamiyorsunuz. yavas yavas kendinize geliyorsunuz(işte boğaz ağrısı burada hissedilebiliyor.). sonra ameliyatli yerinizin acı ve ağrısını hissetmeye başlıyorsunuz. tabi hala iğrenç bir şekilde sarhoşsunuz..

    daha önce genel anestezi almis kisilerden duydugunuz "olm, 3 ay kendime gelemedim, cos30 nedir düşünmem gerekti" tarzı laflar yalan değildir. fakat bu kesin olacak diye birşey de yok.. şahsen bu tür birşey oldugunu önceden bildiğim için, ayıldıktan sonra bir-iki dakika icinde, ameliyat öncesi süreci kafamda kronolojik olarak canlandirabiliyor muyum, bazi basit matematik işlemlerini hizlica yapabiliyor muyum, hastaneye yatmadan önceki yaşantım hakkında yaptigim genel kültür yarismasinda basarili olabiliyor muyum, vs.. tarzı testleri yaptim; çok şükür bir değişiklik yoktu.

    genel anestezi ayrıca bana çok önemli bir gerçeği de yaşatmış oldu: the matrix, total recall gibi filmlerden "yaşam" dediğimiz şeyin, tamamen beyinde yaşanan algılar bütünü olduğunu biliyordum. fakat bunun nasıl olduğunu deneysel olarak da görmek istiyordum. işte g.a. bu açıdan benim için çok önemli bir deneyimdi. serumdan gelen ilacın birkaç saniye içinde kolunuzdaki sinirler vasitasiyla beyninize etki etmesiyle, yaşam dediğiniz algılarınızı teker-teker ve yavaş-yavaş kalitesizleşmeye, azalmaya başladı. bir süre sonra tamamen "offline" oldunuz. sonra beyninizi tekrar uyardılar, bu sefer aradan sanki hiçbir süre geçmemiş gibi yaşantınıza ameliyat olmus bir sekilde algiladiginiz bedeninizle devam ediyordunuz.. çok ilginç..

  • rte'nin ergenekon ve balyoz operasyonuyla ilgili konuşurken uydurduğu yalanlardan biri.

    "tereddütlerimi, itirazlarımı o dönemde bu işin sorumlularına ifade ettim, hatta kamuoyu önünde de dile getirdim."

    yalan söylüyor çünkü bizzat kendisi ben bu davanın savcısıyım diye bağırmıştı !

    bir ülkenin cumhurbaşkanının yalan söylemesi utanç verici olurdu vatandaşlar için normalde ama ülke öyle hale gelmiş ki bu adamın yapacağı hiç bir şeyden utanç duymaz bir noktaya geldik.

  • ben aslında acıdım.
    şu 3 günlük dünyada, acun gibi parayı bulduktan sonra yıllardır hayatında olan kadını, karısını, 2 çocuğunun annesini aldatan, onu itibarsızlaştıran, üstelik diğer kadından çocuk yapıp zerre mahcubiyet duymayan bi adama kalmış insan (birey yazıp geri sildim, düşün)

    bi de bu kadının erkek kardeşi ve babası acun'un ofisine gidip fotoğraf falan paylaşıyordu.
    ben evli barklı bi adamdan türkiye'nin huzurunda çocuk yapacağım. adam erkek kardeşimi işe sokacak, babam sırf zengin diye bu adama yanlayacak falan...
    kalibreleri o kadar belli ki...
    hakkaten acıdım, allah kimseyi bu duruma düşürmesin.

    debe editi: beyin kanseri bi anneye abd vizesi çağrısı