hesabın var mı? giriş yap

  • demem o ki, 107 yıllık şanlı kung fu hocalığımda rastladığım en kızgın vites değişikliği üniversite yıllarıma dayanır. bilenler bilir, bilmeyenler bilmezler; yurtlar bölgesinden binilen dolmuşun, çıkış kapısına varmasına kadar kampus içerisinde bir miktar yol alınır. işbu güzergahın süresi, dolmuş şoförünün o anki halet-i ruhiyesine göre değişir. hiç unutmam, aydınlık bir cumartesi akşamüzeriydi, henüz kahverengi kuşaktım ve ağır bir kung fu çalışmasını yeni bitirmiştim. maksadım kuğuları beslemek üzere tunalı'ya gitmekti. tabi serde gençlik ve kung fu'ya açlık da var olduğundan, biraz da 'yüzen kuğu tekniği' çalışırım diye dolmuşa bindim. hatıralarım beni yanıltmıyorsa, en arka koltuk sağdan ikinci sırada oturan civan mert bendim. araç hareket ettiğinde hepimiz neşe içerisinde dolmuş ücretlerimizi bizatihi takdim ettik. ağır ağır ilerliyorduk çamlar ve bölümler arasından. kısacası mes'uttuk. şoför, o yüzyıldaki her dolmuş şoförünün yaptığı gibi alışılagelmiş sorusunu sordu: "parasını veremeyen, parasının üzerini alamayan var mı?" bizler helal süt emmiş insanoğulları ve kızları olduğumuz için "aa bidakka hocam, ben paramın üzerini almadım" demedik. sergüzeşt yolculuğumuza devam ettik. derken, alışılagelmemiş bir şey oldu ve kaptanımız para alışverişini ilgilendiren sorusunu tekrar etti. garip bir titreşim yayıldı dolmuşun içinde. ense kökümüz ilk kez karıncalandı. galiba bunun nedeni biraz da şoförün sorusuna kattığı belli belirsiz sertlikti. bizler, yani kemal yekun 13 kişi kendi hallerimize rücu etmek üzereydik ki, aynı soru bu kez daha şiddetli bir tazyikle dayandı kulak kepçelerimize. susuştuk. “parasını veremeyen 2 kişi” lafzı şoförün ağzından patlak verince ise, ense kökümüzdeki tuhaf karıncalanma kuyruk sokumumuza doğru ilerlemeye başlamıştı bile. ince bir telaş kapladı hepimizi. dolmuşun kubbesini bu telaşla yapılan mırıldanmalar dolduruyordu artık. birbirimize bakıyorduk. bila ücret hareket eden o iki kişiyi tespit ve tenkide çalışıyorduk. ama nafile. galiba hepimizde güzel poker yüzleri vardı. “parasını iki kişi vermedi, versin” gürlemesi üzerine, orta sıralarda oturan volkmen kulaklığı takmış saf bir arkadaşımız “ha?.. ne… ne oluyor?” diyerek ayağa sıçradı. yediği naneyi anlamışçasına özür dileyerek parayı uzattı. ona kızsa mıydık, teşekkür mü etseydik bilemedik. çok karmaşık duygular besliyorduk hançeremizde. ama yarı yarıya da rahatlamıştık. geriye kalmıştı bir. artık onun peşindeydik. herkes birbirinin kulaklarına bakıyordu. başka volkmenli yoktu. takriben birkaç dakikalık kampus içi seferi adeta birkaç asırlık kabusa dönüşüyordu. öyle ki, ücreti peşinen takdim ettiğim halde o bir kişi yerine tekrar dolmuş parası vermeyi bile düşünmeye başlamıştım. lakin kefenin cebi olmadığı gibi kung fu elbisesinin de cebi yoktu. kuşağı vardı. üstelik iki tam dolmuş parası almıştım yanıma ve o dönüş parası da çorabımda mukimdi. vazgeçtim. ancak bu arada, ben böyle düşünürken de, şoförle dikiz aynasında göz göze geldiğimizi fark ettim. aslında herkes o aynaya bakıyormuştu. sadece gözler vardı kadrajda. adeta carl leone-sam peckinpah karışımı bir vahşi batı düello sahnesinin tam ortasında idik. sahneler, bir çift gözden başka bir çift göze kayıyordu sürekli. “parasını vermeyen o bir kişiiiiiii, parahısını versiiinnnnhhh” infilakıyla birlikte bel hizasındaki vitese hamle yapan şoför vitesi öyle bir kızgınlıkla değiştirdi ki, o koca demir yığını, adeta asfaltla hemhal olup meşke gelmişçesine sarsıldı. tanrım o ne sarsılıştı. tabi bilemiyorum, taklit yapmış da olabilir ama, tüm organlarımız ayrı sarsıldı. kampus çıkışa iyice yaklaşmıştık ve bazılarımız camlarda mevzi alıp çıkış kapısındaki görevlilere “kurtarın bizi bu manyaktan” diye bağırmak üzere kendilerini hazırlıyorlardı. ben kung fu’nun bana verdiği yetkiye dayanarak serin kanlıydım. (nefesimizi tutabildiğimiz, çivilere yatabildiğimiz gibi, kalp kapakçıklarımızı 3’e, 2’ye hatta 1’e indirebiliyorduk.) derken çok sert şekilde vites küçültüldü. durma noktasına geldik ve durduk. şoför el frenini çekti. şahadet getirenler vardı aramızda. önce, şoförün kendi kapısından çıkıp bizim dolmuşa giriş yaptığımız fıslayan kapıdan gireceğini ve allah ne verdiyse sunacağını düşündüm. ama sonra bu düşüncenin çok safdillilik içerdiğine kanaat getirerek, şoförün kısa yoldan, vites üzerinden atlayıp torpido gözündeki levye ile harikalar yaratacağı sonucuna vardım. mamafih ikisi de olmadı. o, baş seviyesindeki dev aynasından bizlere bakarak “parasını vermeyen o bir kişi var ya…” girizgahını beyan etti. arkasından gelecek sinkaflı kelimeler hepimizi ürpertiyordu. her ne kadar kısa bir es verilmiş olsa da cümle başlangıcına, zaman çok ağır ilerledi. sert bir esinti dolmuşun topraklı zemininde bir iki çalıyı önümüzden sürükledi. dolmuşun kepenkleri çarptı. bir anne çocuğunu eve soktu. kimileri gözlerini kapadı, kulaklarını yumdu. ben, elim abanoz saplı mınçıkamda, hasmımı bekliyordum. derken, cümlenin sonu geldi: “parasını vermeyen o bir kişi var ya…. işşallah sınıfta kalır!”
    kim sınıfta kaldı bilemedik hiç. ben kuğuları besledim. ve o sene çok ‘kızgın vites’ yaptı.

  • çocukken, cumartesi günleri sabahın kör karanlığında uyanıp çizgi film izlemek diye bir şey vardı. sabah uykusuna kıyamayan ben bile içtimaya giden asker gibi uyanır televizyonun karşısına geçerdim. böylece kahvaltı hazır olana kadar bir yığın çizgi film izleme şansım olurdu. o zaman seçici değildim. şimdiki gibi bunun yönetmeni şuymuş, bunun oyuncusu daha önce şurada oynamıştı diye araştırmıyordum haliyle. ancak çizgi filmlerden biri özellikle ilgimi çekiyordu. izlediğim diğer şeylere göre belli bir farkı vardı ama tabi o zaman sebebini bulamamıştım.

    üzerinden yıllar geçtikten sonra batman the animated series'i tekrar izledim ve ortalama bir filmden ya da diziden çok daha kaliteli olduğunu fark ettim. çekilen 85 bölümün tadı damağımda kaldığı için de yakın zamanda tekrar başına oturdum. bu izlememde ise bir çizgi film nasıl olur da bu kadar başarılı olur sorusu dönüp durdu kafamda. her bölümü dili tutulan emine'yi dinleyen şaban gibi "yok canım. öyle mi? vay canına." diyerek izledim. daha sonra seriyi başarılı kılan noktaları bir liste haline getirmeye karar verdim. şimdi hazırsanız batarang'lerinizi alın, kemerlerinizi bağlayın ve listemize başlayalım.

    1) batman:

    uyarlamalar konusunda marvel çok daha şanslı. mesela peter parker zaten sevilebilir bir karakterdir. öğrencidir, maddi sıkıntılar çeker, kız arkadaşıyla arası açılır falan. okuyucu kitlesine yakındır bu nedenle. dc karakterleri ise pek öyle değil. dc tarafında clark kent de yalnızlık çeker ama yok olan bir gezegenin son temsilcisi olduğu için onun yalnızlığı galaktik boyuttadır. bu nedenle dc'nin karakterlerini anlatmak görece daha zordur.

    bruce wayne ise içinde çok karmaşık dengeler bulunduran bir karakterdir. genelde marvel tarafında tony stark ile karşılaştırılır ama tony, ortalama her erkek çocuğun olmak istediği adamdır aslında. zenginlik, başarı, kahramanlık gibi özellikleri bünyesinde bulundurur. batman'i anlatmanın zorluğu ise sadece aşırı zengin olmasından kaynaklanmıyor. birincisi bruce wayne çocukken yaşadığı travmayı asla atlatamamış. ikincisi sürekli kendini ve yaptıklarını sorgulama halinde. üçüncüsü de her ne kadar kendisi görmezden gelmeyi seçse de gücünün limitleri var. bu nedenle karakteri işlerken aynı anda birden fazla yöne bakmanız gerekiyor.

    bu durumda çizgi diziyi yapanların elinde iki seçenek vardı. birinci seçenekte batman'i daha basit bir karakter haline getireceklerdi. mesela lise ya da üniversite öğrencisi yapıp daha neşeli daha komik bir bruce wayne göstereceklerdi. yani o sert, kuralcı, planlı hali olmayacaktı. ancak batman'i batman yapan da bu özellikleridir aslında. hiçbir süper yeteneği olmamasına rağmen mantığı ve çıkarımlarıyla justice league'in defacto lideri olabilmiş biridir. ikinci seçenekte ise karakterin özüne dokunmadan çizgi romanda sevilen ne özelliği varsa onları öne çıkarmaya çalışacaklardı.

    bu da riskli bir seçim aslında. çünkü çizgi film izlemek isteyen çocuğa santayana'dan yapılan alıntıyı dinletmek ve ekran başında tutmak kolay değil. ancak karakteri o kadar derin o kadar çok yönlü ve dengeli anlatmışlar ki hiçbir şey boğmuyor sizi. bu da çizgi dizinin hem küçük yaştaki izleyicilerin hem de çizgi roman hayranlarının beğendiği bir seri olmasını sağlıyor.

    2) villian'lar:

    bir hikaye ancak içindeki kötü karakter kadar iyidir diye bir söz vardı. doğruluğu kesin değil ancak batman the animated series'i bu argümanda rahatlıkla kullanabilirsiniz. çünkü burada animasyon tarihine geçecek kadar kaliteli kötüler var.

    normalde kötü karakter nedir? izleyiciyi heyecanlandırmak için başlarda çok güçlü, hain ve sinsi olan finalde ise basit bir hata ya da tamamen şans eseri ana karaktere yenilen kişidir. en azından çoğu hikayede böyle. batman the animated series ise bildiğimiz üzere çoğu hikaye diyebileceğimiz bir konumda değil.

    peki burada villian'lar nasıl farklı? öncelikle two face, joker, mr. freeze gibi hikayesi olan kötülerin olduğu bölümlerde ön plana bu karakterler geçiyor ve batman hikayenin ilerlemesini sağlayan araca dönüşüyor. anlatılan bu hikayelerin hepsi de insana iyilik ve kötülüğün ötesini düşündürecek yapıda. mesela mr. freeze'i ele alalım. bu karakterin villian olmadan önceki ismi dr. victor fries. kendisi insanları tıbbi amaçla dondurma üzerine çalışıyor. eşi nora da ölümcül bir hastalığa yakalanınca bu yönteme başvuruyor ancak çalıştığı şirketten izin almadığı için bu pahalı "proje"yi durdurması isteniyor. programın durdurulması nora'nın ölümü anlamına geleceği için dr. fries buna karşı çıkıyor ancak yaşanan arbede sırasında bir kaza oluyor ve nora'nın dondurulduğu ünite bozuluyor. kimyasallara maruz kalan dr. fries de sıcak havada ölecek şekilde değişim geçiriyor ve mr. freeze adını alıyor. daha sonra eşinin ölümüne sebep olan insanların peşine düşüyor.

    şehrin bir kısmını dondurmak gibi yöntemleri tartışılabilir ancak mr. freeze'in gerçekten bir kötü olduğunu söyleyebilir miyiz? burası bence biraz tartışmalı. çünkü elinde imkan olan herkes sevdiği insanın ölümünü durdurmaya çalışır. peki bu çabada nereye kadar gidilir? nerede durulur? iş başkalarına zarar vermeye geldiğinde ne yapılır? işte bu çizgi dizide yer alan bir çok kötü karakter, insana bu tür sorular sorduruyor. bu nedenle de hikayeleri kompleks ve sürükleyici oluyor.

    3) kısa film tekniği:

    hikayenin içindeki elementler kadar bu parçaların nasıl bir araya getirildiği de önemlidir. eğer hikayenin hazırlık, merak, heyecanı tırmandırma ve final gibi kısımlarını düzenleyemezseniz istediğiniz fikirleri de ön plana çıkaramazsınız. burada ise neredeyse kusursuza yakın bir anlatım tarzı var. izleyiciyi gerekli yerlerde meraka sürükleyip gerekli yerlerde soruları yanıtlıyor. bunları yaparken bir yandan da karakterlerin gölgede kalmasını engelliyor.

    peki bunu nasıl yapıyorlar? burada 3 perdeli dramatik yapı ya da daha bilinen adıyla "giriş gelişme sonuç" yöntemini kullanıyorlar. ancak bir kağıda giriş gelişme sonuç yazınca her şey birden bire düzlüğe çıkmıyor. yöntemi kullanmanın da püf noktaları var. mesela işaretle inşa etmek buna bir örnek. diyelim ki bir karakter finalde kalp krizi geçirecek. pek iç açıcı bir final değil ama olsun. bu finale ulaşmak bölüm boyunca kaleminizi seyircinin gözüne sokmadan bunu ufak ufak işaret etmeniz gerekir. mesela bir yerde sigara içtiğini gösterirsiniz. bir yerde merdivenlerde tıkandığını izletirsiniz bir yerde kötü beslediğini anlatırsınız gibi. batman de bu tür ufak işaretlerle konuyu dağıtmadan finali inşa ediyor sürekli.

    kullandıkları bir diğer mekanik de karşılaşma, geriye düşme ve yenilgidir. bu çoğu aksiyon filminde de kullanılır. ana karakterimiz filmin başında bir rakiple karşılaşır ancak rakip bir şekilde elinden kurtulur. daha sonra ana karakterimiz araştırma yapar ve rakibinin izine ulaşır. ikinci karşılaşmada ise işler ana karakter için iyi gitmez ve yakalanır ya da işte koruması gereken bir şey çalınır falan. finale doğru ana karakterimiz bir yöntem daha bulur. mücadelede önce geriye düşer sonra da yeni kullandığı yöntem ya da teknikle rakibini alt eder sonra da jenerik akar.

    bu çok tahmin edilebilir bir hikaye anlatma tarzıdır bu arada. filmin ya da dizi bölümünün takribi yüzde 15'ini geçtiğinizde finale kadar olacak her şeyi bilirsiniz artık. ancak bu durum batman the animated series için bir dezavantaj değil. çünkü tahmin edilebilirlik sayesinde çok fazla açıklama yapmak zorunda kalmadan bir hikayeyi 20 dakika içinde derli toplu şekilde anlatabilirler.

    4) derin psikolojik anlatım:

    biraz önce bahsettiğimiz zaman kazanma durumu tembel bir şekilde harcansaydı başlamasının üzerinden 28 yıl geçmiş olan bu seriyi şuan konuşuyor olmazdık. ancak yapımcılar bu anları sadece sayılı çizgi filmde görebileceğiniz psikolojik çıkarım ve karakter gelişimine harcamışlar.

    normalde çizgi filmlerde karakter gelişimi nedir? bir işin acemisi olan karakter bir takım mücadeleler sonunda alanının en iyisi olur. batman the animated series'in farkı ise dönüşen karakterlerin temelde iyiye gitmemesidir. bunun en güzel örneği harvey dent'in two face'e dönüşümünün anlatıldığı iki bölümdür. the dark knight filminde mesela bu iş biraz aceleye gelmişti ve olay tek bir travmaya bağlanmıştı. burada ise çok güzel bir pastayı yavaş yavaş yermiş gibi keyifle anlatıyorlar dönüşümü.

    mesela ilk farklılık burada harvey'nin aslında başından beri two face olması. harvey çocukluğunda bir travma geçirmiş ve serideki diğer pek çok karakter gibi bunu asla atlatamamış. daha sonra pek de sağlam olmayan bu zeminin üstüne aşırı stresli bir kariyer kurmuş. öfkesini bastırdıkça da içindeki "wrong harvey"i beslemiş. biraz önce bahsettiğimiz işaret mekaniği burada bolca kullanıldığı için harvey'nin two face'e adım adım dönüşmesini görebiliyoruz. mesela sürekli atıp tuttuğu para, korkutucu öfke patlamaları gibi şeyler bize neyin gelmekte olduğunu anlatıyor sürekli.

    yalnız psikoloji diyorsak dizide bahsetmemiz gereken asıl vaka kesinlikle batman'dir. çünkü bir travmayı atlatmak için yarasa kostümü giyip suçluları pataklamak nereden baksanız garip bir davranış. dizinin yapımcıları da bunun farkında olduğu için bu cevheri çok güzel kazıp çıkarmışlar. özellikle scarecrow'un geldiği ve suçluların kabusu olan batman'in kendi korkularıyla mücadele etmek zorunda kaldığı "nothing to fear", bruce wayne'in hafızasını kaybedip kendisini tekrar bulduğu "the forgotten", bruce wayne'in aslında ne kadar mutlu olabileceğini ancak bir yandan da iradesinin ne kadar sağlam olduğunu anlatan "perchance to dream" batman fikrinin bruce wayne'de nasıl kök saldığını işleyen "beware the gray ghost" ve batman'in mental çöküş yaşadığı "i am the night" bu alanda çok güzel örnek olabilecek bölümler.

    5) dozunda korku ögeleri:

    scarecrow demişken dizideki korku ögesinden de bahsedelim. çocukken korku filmlerini izlemenin bir esprisi vardı. çünkü o zaman çoğu insanın hayal gücü henüz körelmemişti. bu nedenle izlediğiniz korkunç sahneler sizi hakikaten geriyordu. bu nedenle batman the animated series'deki korku türüne yaklaşan kısımları keyifle izliyorduk.

    burada tabi öne çıkan karakter scarecrow. mesela batman'in tüm kabuslarının çorba olduğu dreams in darkness bu konuda çok iyidir. ancak korku ögeleri sadece bununla da sınırlı kalmaz. sahnelere ve tekniğe yansıyan genel bir durum söz konusu burada. mesela two face'in anlatıldığı bölümde harvey'nin sinirlendiği ancak öfkesini içinde tutmaya çalıştığı kısımlar şuan bile insanı geriyor. ayrıca aynı sahne içinde şahane bir teknik kullanımı da var. burada mafya lideri rupert thorne, harvey'nin dosyalarını ele geçirmiş raporları okuyarak dalga geçiyor. harvey de biraz önce konuştuğumuz gibi olabilecek en ürkütücü şekilde öfkesini bastırmaya çalışıyor ancak başarılı olamıyor ve "big bad harv" ortaya çıkıyor. işte bu anda siyah olan arkaplan dönüşümü anlatabilmek için pan şeklinde kırmızıya dönüyor. bu değişim ilk seferde gözden kaçabilir ancak hareketsiz siyahtan öfke dolu kırmızıya geçişi hissediyorsunuz. bu da sahnenin gücünü ikiye üçe katlıyor.

    6) çizimler ve teknik:

    şimdi bakıyorum da o dönem gerçekten çok cesur bir işe girişmişler. çünkü batman gibi "i am vengeance, i am the night, i am batman!" diyen bir karakterin hikayesini anlatırken bile çizim olarak bu kadar sert bir tona giremezsiniz normalde.

    şöyle düşünün bir çizgi film yapıyorsunuz elinizde halihazırda çok sevilen bir karakter var ama iş, sonuçta televizyonda yayınlanacağı için yapımcıların da bazı tereddütleri var. şimdi en baştaki toplantılardan birinde nasıl bir çizim tarzı olacak diye sorulduğunda "işte binaları, arabaları, kostümleri ve silahları 30'lar gibi düşünün." dediğiniz anda yapımcılarda kalp spazmı başlar, "batman'in kullanacağı alet edavatı da diesel punk ve atom punk arası yaptık." dediğinizde kalp krizi başlar. eğer sağlık ekipleri yetişemeden "bazı sahnelerde de alman dışa vurumculuğundan ilham aldık." derseniz ekibe artık ihtiyaç kalmamıştır çünkü yapımcı orada can verecektir.

    ancak burada bahsettiğimiz yapımcı bu çizgi filmdeki gibi hırslı ve vizyonsuz bir iş adamı aslında. batman the animated series'i yapan ve yöneten ekip ise her anlamda yaratıcı işlere imza atmış ve karakterden ödün vermeden diğer insanların cesaret edemeyeceği kreatif kararlara bir bir onay vermiş. hatta "ya batman'in var oluşsal kriz geçirmesi yeterli olmadı sanırım." diyerek bir de bütün çizimleri siyah kağıt üstüne yapmışlar. sonuçta da ortaya hikaye ile tekniğin müthiş uyumlu olduğu bu seri çıkmış.

    7) animasyonlar:

    tekniğin bir diğer ayağı da animasyonlar. dizi bu alanda da döneminin bütün nimetlerinden faydalanmış ve el çiziminin fiziksel etkisini kullanmış. peki el çizimi fizik konusunda nasıl bir ayrıcalık yaratıyor? mesela iki karakter dövüşüyor olsun ve biri diğerini tutup fırlatsın. cgi'da modeli hali hazırda üç boyutlu tasarladığınız için istediğiniz kadar ekstrem hareket yaptırabilirsiniz. ancak el çiziminde böyle bir şansınız yok. eğer bir karakter diğerini fırlatacaksa bunu olabildiğince yerinden kıpırdamadan yapmak zorunda ki bin beşyüz tane farklı açı çizmek zorunda kalmayın.başka bir örnekle daha açıklayalım. mesela batmobile bir yamaçtan aşağı düştü. elinizde yine üç boyutlu bir model varsa istediğiniz kadar takla attırabilirsiniz araca. el çiziminde ise yemek yemek, arada sırada uyumak ya da en önemlisi bölümü yetiştirmek gibi dertleriniz olduğu için kazada batmobile'i olabildiğince az çevirmeniz lazım.

    az çizim yapmak gerçekçiliği azaltmaz mı diye soracak olursanız bana göre tam tersi durum geçerli. bir kaza var seyirciyi endişelendirmeniz gerekiyor. burada illaki araca fazla takla attırırsınız. hatta biraz daha amatörseniz sahnenin hint filmlerinden çıkma bir şeye dönüşmesi de olası. ancak el çiziminde ne kadar abartmak isteseniz de bilekler şişmeye başladığında bir şekilde sahneyi bitirmek zorunda kalacaksınız. bu nedenle mecburiyet aynı zamanda ekonomik çözümler üretmenize de sebep olacak. bu da daha gerçekçi animasyonların yapılması demek.

    8) joker:

    normalde anlatım, teknik, ton, ritm gibi konular birleşir ve bizi ana karaktere ulaştırır. batman the animated series'de ise durum biraz farklı. burada da belli bir yere ulaşıyoruz ama geldiğimiz yer batman değil tarihin en iyi canlandırılmış jokerlerinden biri oluyor. mesela dizinin düzenli ancak şaşırtma ögelerini de es geçmeyen bir senaryo yapısı var demiştik. o "acaba ne olacak?" sorusu ve gerilimin tırmanışı en iyi joker'in başrolde olduğu joker's favor bölümünde görülebilir. burada ayrıca normal bir insanın yoğun stres altında nasıl zıvanadan çıkacağı da anlatılıyor. böylece dizinin psikolojik noktalarına da değiniliyor.

    başarı sadece hikaye anlatımıyla alakalı değil bu arada. bütünleşik bir çalışma var. bu bölümün başında mesela joker'in çok başarılı şekilde canlandırıldığından bahsetmiştim. peki canlandıran kim? tabi ki luke skywalker'ımız mark hamill. bu bilgiyi daha önce duymadıysanız kendisinin geek camiası tarafından neden bu kadar el üstünde tutulduğunu da anlayabilirsiniz.

    mark hamill'in farkı ne diyecek olursanız da karakteri anlaması ve bir oyuncu olarak başarıyla yorumlaması diyebiliriz. mesela kayıt sırasında bütün diğer ses aktörleri işini oturarak yapıyormuş. mark hamill ise ellerini ve beden dilini kullanarak karakteri yansıtmak için kayıt alınırken ayakta duruyormuş. joker'in en ikonik noktası da kahkahası. bunun için mark hamill bir röportajında "çizgi romanlarda sadece "ha ha ho hi" yazıyordu ancak tabi sesi bilmiyordum. bu nedenle joker'in gülmesini canlandırırken bunu bir müzik enstrümanı gibi düşündüm ve kahkahayı joker'in moduna göre düzenledim." demiş. böylece sinema dahil tarihin en dikkat çekici karakterlerinden biri ortaya çıkmış.

    9) detaylar ve nefes alma anları:

    dizinin şimdiye kadar hep karanlık yönlerinden bahsettik. tüm bölümler bu şekilde olsaydı yine izlenirdi ancak bir yerden sonra yorgunluk gelirdi muhtemelen. mesela ben bu sefer abartıp 12 13 bölüm izledim aynı günde bana mısın demedi. bunu yapabilme sebebim de dizinin sürekli nefes alma anları vermesi. mesela mr. freeze ya da harvey'nin olduğu bölümler gerçekten çok ağır bunlar arka arkaya gelse yorulacağınız için arkadan gelen bölümün tüm güzel detayları gözden kaçacaktı. bunun önüne geçmek için araya man-bat ya da standart suçluların anlatıldığı daha basit bölümler koymuşlar.

    bir de bruce wayne'nin şüphe çekmemek için normal hayata karıştığı kısımlar var. hikayenin bu anlarında da batman'in etkileri görülüyor ancak bruce'un halkın önünde belli bir imajı var. bunu korumak için de bruce wayne olabildiğince rahat olmaya çalışıyor. bu sayede aksiyonun çok yüksek olmadığı yer yer eğlenceli anların yaşandığı sahneler izliyoruz ve yorulmamış oluyoruz.

    10) alfred pennyworth:

    alfred kesinlikle kendi başlığını hak ediyor. çünkü bu nefes alma anlarının bir çoğunda başrolde kendisi yer alıyor. peki alfred'i bu kadar değerli bir karakter yapan şey ne? dizideki aşağı yukarı her şeyin birden fazla boyuta sahip olduğunu söylemiştik. alfred de bu tonlar arasında geçiyor ve duyguları sentezleyebiliyor.

    mesela öfke, sevgi gibi konuları yazabilirsiniz ancak bunları tek başlarına kullanırsanız çok yavan, çok tatsız diyaloglar olur dizide. alfred ise dışarıdan baktığınız zaman kızıyor gibi görünüyor. hatta yeri geldiğinde hem bruce wayne'i hem batman'i iğnelemekten geri durmuyor. ancak bu anlarda bile yetiştirdiği çocuğa olan sevgisini fark edebiliyorsunuz. bu da söylediği ve yaptığı her şeye ayrı bir tat katıyor.

    iğneleme demişken alfred'in bu konuda master seviyesinde olduğunu da belirtelim. eğer kendisine kulak verirseniz en zor, en karanlık, en gergin anlarda bile sizi güldürecek bir şey söylediğini fark edersiniz.

    sonuç olarak batman the animated series, çizgi filmden öte bir yapım. bazı anlarda hikayenin kompleks yapısını terk ettikleri oluyor. ancak genele bakacak olursanız derin karakterlerin işlendiği, karmaşık hikayelerin kısa sürede izleyiciye aktarılabildiği yayınlanmış pek çok dizi kadar başarılı bir seri olduğunu görebilirsiniz.

  • i wasn't born yesterday: biz de anamizin karnindan dun dogmadik.

    it's not rocket science: atla deve degil.

    no more mr. nice guy: efendilik de buraya kadar!

    let me get this straight: sunu acikliga kavusturalim.

    what have you been smoking?: neyin kafasini yasiyorsun sen?

    dont mention it: lafi bile olmaz.

    it's not my cup of tea: benlik degil.

    so to speak: tabiri caizse.

    i'm out: ben yokum!

    good on you!: helal olsun sana!

    i would if i could!: olsa dukkan senin!

    why the long face?: suratin neden asik?

    don't sulk: asma suratini.

    edit: debe icin tesekkurler.
    ve tabi ki bu kaliplar her yerde.. onemli olan bunlari favorilere atip gecmek degil dogru zamanda dogru baglamda dogru dilbilgisiyle kullanabilmek. derslerimde bu ve bunun gibi bircok gunluk kullanim, deyim ogretiyorum. ara tekrarlarla ve bolca kullanimla kalici hale getirebiliyoruz.
    her seviye online ozel ders icin yesillendirebilirsiniz.

  • clio'ya binen herkesin aslında audi'ye binebilecekken aç gözlü devletimiz yüzünden clio'dan devam ettiğini gözler önüne seren bir entry. tekrarlayalım o halde.
    fahiş vergi aç gözlülüktür. dünya'nın hiçbir ülkesinde bu denli vergi oranı yoktur. devletin yaptığı soygundur. alkollü içkilerden ve arabadan alınan yüksek vergiler karşılığında aldığımız hizmet gerçekten rezalet ötesi.

  • okunu$u a$agıdaki gibi olan $arkıdır.. ("n"lere dikkat)
    "bana a$k sözcükleri söylüyor" anlamına gelen "il me dit des mots d'amour" kısmının "il mö di, de mo damur" $eklinde okunması pek orijinaldir.

    des yeux qui font baisser les miens, (dezyö ki fon bese le miyen)
    un rire qui se perd sur sa bouche, (ön rir ki sö per sür sa bu$)
    voilà le portrait sans retouches (vuala lö portre san rötu$)
    de l'homme auquel j'appartiens. (dö lom akel japartiyen)

    quand il me prend dans ses bras (kand'il mö pran dan se bra)
    il me parle tout bas, (il mö parl tu ba)
    je vois la vie en rose. (jö vua la vii an roz)

    il me dit des mots d'amour, (il mö di de mo damur)
    des mots de tous les jours, (de mo dö tu le jur)
    et ça me fait quelque chose. (e sa mö fe kelk şoz)
    il est entré dans mon coeur (il et antre dan mon kör)
    une part de bonheur (ün par dö bonör)
    dont je connais la cause. (don jö konne la koz)
    c'est lui pour moi. (se lüi pur mua)

    moi pour lui (mua pur lui)
    dans la vie, (dan la vii)
    il me l'a dit, l'a juré pour la vie. (il mö la di, la jüre pur la vii)

    et dès que je l'aperçois (e de kö jö lapersuva)
    alors je sens en moi (alor jö sanzan mua)
    mon coeur qui bat (mon kör ki ba)

    des nuits d'amour à ne plus en finir (de nüi damur a nö plüzan fini)
    un grand bonheur qui prend sa place (ön gran bonör ki pran sa plas)
    des ennuis, des chagrins, des phases (dezennüi, de $agren, de faze)
    heureux, heureux à en mourir. (öröz öröz'an murir)

    quand il me prend dans ses bras (kand il mö prand dan se bra)
    il me parle tout bas, (il mö parl tu ba)
    je vois la vie en rose. (jö vua la vii an roz)

    il me dit des mots d'amour, (il mö di de mo damur)
    des mots de tous les jours, (de mo dö tu le jur)
    et ça me fait quelque chose. (e sa mö fe kelk şoz)
    il est entré dans mon coeur (il et antre dan mon kör)
    une part de bonheur (ün par dö bonör)
    dont je connais la cause. (don jö konne la koz)
    c'est toi pour moi. (se tua pur mua)

    moi pour toi (mua pur tua)
    dans la vie, (dan la vii)
    il me l'a dit, l'a juré pour la vie. (il mö la di, la jüre pur la vii)

    et dès que je l'aperçois (e de kö jö lapersuva)
    alors je sens en moi (alor jö sanzan mua)
    mon coeur qui bat (mon kör ki ba)

  • biz bu tipleri neden yabancılara satılan kurumlarımızın nöbetini tutarken göremiyoruz? ya da rant için sit alanlarının talanına karşı nöbette? biz bu insanları neden geçinemediği için kendini yakan adamın ya da ısınamadığı için kendisini asan annenin yanında göremiyoruz ? biz bu vatan aşıklarını neden bu bizim savaşımız değil mehmetçik neden orada dediğimizde göremiyoruz ? olmadıkları o kadar çok yer var ki saymakla bitmez ama oldukları yerler hiç değişmiyor.
    biz bu insanları neden sadece ayrıştırmada , öfkede, suçta görüyoruz?
    insanlık suçu işlemek için elinde tuttuğun benim de bayrağım hasta ruhlu eylemlerinize alet edebileceğiniz bir tür kalkan değil.

  • tek taş pırlantaya 25 bin tl, gümüş çikolatalığa 5 bin tl, evin içindeki beyaz eşya, mobilya gibi eşyalara da 70 bin tl vermezseniz o kadar da abartılı olmayan bir meblağ olsa gerektir.

    evlilik öğrencilik yıllarındaki gibi "bir arkadaşınla eve çıkmak" gibidir.

    "yok aabi öyle olmuyor, sen bi evlen görürsün" demeyin, alnınızı karışlarım. tabularına sıçtıklarım...