hesabın var mı? giriş yap

  • leziz zıtlar barındıran bir tasarım ve milliyetçilik hikayesi bu. 99% invisible isimli tasarım podcast'inden yeni duydum, gaza gelip biraz araştırdım ve fularsız entellik'te ve medium'da yazıya döktüm. resimler hariç, içeriği aynen kopyalıyorum.

    ***

    1950 yılında, uruguay sınırının dibinde yaşayan bir brezilyalı çocuk, yeni gelen amerikan filmini izlemek için sınırı geçip bir köy sinemasına gidiyor. filmin ortasında birdenbire ispanyolca bir anons, coşkulu bağırışlar ve çalmaya başlayan uruguay milli marşı... uruguay dünya şampiyonu olmuş. hem de rio'da, 200 bin kişinin önünde, brezilya'yı yenerek.

    bizim gibi bir futbol ülkesinde yetişmiş olanların bile, bu maçın önemini anlaması zor: brezilya o zamanlar pek bilindik bir ülke değil, pek birleşmiş bir millet de değil. elitlerin sporu olarak başlayan futbol popülerleştikçe, halkın harcı haline gelmiş. ve bu dünya kupası, brezilya'nın dünya'ya kendini modern bir ülke olarak tanıtma şansı. bir taşla iki kuş.

    bu tanıtımın ana sahnesi de, yeni stadyum kokusuyla dolu maracana.

    ***

    turnuvaya harika başlıyorlar, gelene 7, geçene 6 gol. son maç komşu uruguay'a karşı ve brezilya ağır favori. hem birkaç ay önce onları 5-1 yenmişler, hem de o zamanlar format farklı olduğundan, brezilya berabere kalsa bile kupayı kazanıyor. tam 200 bin kişi doldurmuş stadı. (deniyor ki, sonradan o maçta olduğunu iddia edenlerin hepsi doğru söylüyor olsaydı, maracana'nın ay kadar büyük olması gerekirdi)

    ilk golü brezilya atıyor. 1950'de rio bir parti şehri değil ama stad coşkudan patlayacak. sonra beraberlik. sorun değil, brezilya hala özgüvenle atak oynuyor. bitime 11 dakika kala, 23 yaşındaki ghiggia sağdan brezilya ceza sahasına giriyor. kaleci barbosa, orta yapacağını düşünerek biraz açılıyor ve ghiggia o açıktan topu ağlara yolluyor (bu videonun ortalarında).

    yıllar sonra, o anki atmosferi şöyle özetlemiş:
    "maracana'nın tarihinde sadece üç kişi kalabalığı susturabilmişti: papa, frank sinatra ve ben"

    ***

    uruguay kupayı kazanıyor. "futbol sadece futbol değildir" sözü sanırım en çok böyle anlar için geçerli. yakın zamana kadar brezilya'nın bir eyaleti olan uruguay için, bu maçın bir bağımsızlık ve milli mit yaratma boyutu var. doğal olarak ghiggia bir milli kahraman oluyor ve bu ünüyle, avrupa'ya oynamaya gidiyor.

    yıllar sonra futbol kariyeri bitip ülkesine dönünce, 1950 milli takımındaki herkes gibi, ona da hükümet tarafından bir iş bulunuyor: hayır, spor bakanlığı, federasyon başkanlığı veya teknik direktörlük değil. montevideo'da bir kumarhanede, hilebazları yakalama işi.

    ghiggia, kumarhaneden emekli olunca, birikimi ve emekli maaşı yetmediğinden, dünya kupası madalyasını satılığa çıkarıyor. neyse ki zengin bir işadamı madalyayı satın almış ve anında kendisine iade etmiş.

    iki ülkede gördüğü saygıyı sembolize edercesine, bu işadamı yarı uruguaylı-yarı brezilyalı biri. hatta, travma yaşattığı maracana'nın walk of fameinde, pele'nin ayak izinin yanındaki ayak izi ghiggia'ya ait. 2015'te ölene kadar, sınırın iki tarafında da gittiği her yerde sıcak karşılanmış.

    ***

    "düşmanlarına" bu saygıyı gösteren brezilyalılar, kalecileri barbosa'yı hiç affetmemişler. işin milli gurur boyutunun ötesinde, yüzeyin hemen altında yatan bir de ırkçılık boyutu var: medya, kaleci dahil takımdaki tüm zencileri günah keçisi ilan ediyor. ne hainlikleri kalıyor, ne aptallıkları.

    aradan geçen senelerde, ırkçılık ağır ağır azalsa da, barbosa bir cüzzamlı gibi dışlanmış hep. hayatını karartan adam ghiggia bile onu savunmuş elinden geldiğince ama nafile. taa 1994'teki milli takım kampını bile ziyaret etmesi engelleniyor, kötü şans getirmemesi için.

    "brezilya'da herhangi bir suçtan ötürü alacağınız maksimum ceza 30 yıl. bense 50 yıldır işlemediğim bir suçun cezasını ödüyorum".

    bu "suçun" cezası sadece futbolculara kesilmedi, "uğursuz" milli takım forması da nasibini aldı. ve bu sayede, o maçın sonucunu uruguay'daki köy sinemasında duyan çocuğun kaderi değişti...

    ***

    garcia schlee, bir rio gazetesinin açtığı tasarım yarışmasına katıldığında 19 yaşındaydı. konu: brezilya milli takımının yeni forması.

    birkaç yıl önce o sinemadayken, oyuncular beyaz bir forma ile sahadaydılar. brezilya'yı artık o uğursuz beyaz ile düşünmek zor, çünkü yarışmayı kazanan schlee, bayraktaki dört canlı rengi de formaya sığdırmayı becerdi. tasarladığı 200 ayrı versiyonun en iyi olanı, o günden beri brezilya'nın simgesi.

    ödül olarak, uruguay sınırındaki köyünden çıkarıp, rio'da milli takım oyuncularının kaldıkları yere yerleştiriyorlar bu genci. anında hayalkırıklığına uğruyor, futbolcuların sürekli içip, kadınlarla düşüp kalktıklarını görünce. "hepsi serseriydi". kısa bir süre sonra evine dönüyor.

    ***

    brezilya milli takımı 62 kupasını kazandığında, onun tasarladığı formayı giyiyordu. tabii henüz renkli televizyon yoktu. o capcanlı renklerin sahada dans edişini izlemek için 70'teki meksika dünya kupası'na kadar bekledi insanlar. artık o forma, neredeyse bayraktan daha önemli bir simgeydi tüm brezilyalılar için. pardon, schlee dışındaki tüm brezilyalılar için...

    bunu anlamak için, renkli tv'nin hemen öncesine, 64'teki darbeye dönmemiz lazım. güney amerika tarihinin bir sabiti olan abd destekli diktatörlüklerden biri de brezilya'da kuruluyor. o sırada schlee bir gazeteci, üniversite hocası ve yazar. askeri diktatörlüklerin "favori" vatandaş modeli olan bir entelektüel yani. tüm benzer solcular gibi tutuklanıyor ve işkenceye uğruyor. serbest bırakıldığında da elbette takip altında, işini kaybetmiş, yurtdışına çıkışı da yasaklanmış.

    (iktidarın da, devletin de, halkın da sağcı olduğu bir ülkede, futbol federasyonu başkanlığı için yapmadığı yalakalık kalmayan ultra-zenginlerin "mağdur" rolü kesmeleri aklıma geldi şimdi.)

    ***

    20 sene süren bu rejimde, yine de muhalefetini sürdürüyor schlee. ona göre, tasarladığı forma, "bir vatandaşlık sembolü değil, bir baskı, yolsuzluk ve statüko sembolü". hikayelerinde, hep o büyüdüğü yer olan uruguay-brezilya sınırı var. hayallerinde de john lennon'ın imagine şarkısındaki gibi sınırsız bir dünya.

    insanların ne kadar zorlama ve hasbelkader çizilmiş çizgilerle ayrılmış olduklarını anlatmaya çalışmış. vatanseverlik adı altında yapılan kabilecilik (tribalism) propagandasını, sınırdaki parçalanmış hayatlar üzerinden işlemiş. sığ milliyetçiliği körüklemek için rejimin kullandığı sembollerden bu yüzden nefret ediyor. kendi çocuğu olan o forma da bu sembollerin en canlısı. öldükten sonra da hep onunla anılacağını bilmesi nasıl bir his olmalı acaba?

    ***

    son bir sırrı var schlee'nin, yakın zamana kadar pek kimseyle paylaşmadığı: 65 sene önce yaptığı gibi, halen milli maç günleri sınırı geçiyor ve sessiz bir bara gidiyor ahaliyle beraber maçı izlemeye... ama üzerinde sarı forma yerine, gök mavisi formayla. çünkü, yarısında kesilip müthiş bir kutlamaya dönüşen çocukluğundaki o filmden beri uruguay'ı tutuyor, brezilya'nın milli simgesinin bu "hain" babası.

    (podcast dinleme tavsiyesi: 99% ınvisible'ı daha önce tavsiye etmiştim. bu bölümünü baştaki linkten dinleyebilirsiniz. ama her podcasti tek tek web üzerinden dinlemek yerine, telefona beyondpod gibi bir uygulama indirin, onun arama menüsünden podcastlere kayıt olun. ben yeni bir podcast'e başladığımda, genelde ayarlardan "taa en baştan üçer üçer bölümleri indir" seçeneğini seçiyorum. eski bölümleri bitirince de "çıktıkça en son bölümünü indir" moduna geçiyorum. her podcast'in bölüm indirme ve saklama ayarları ayrı ayrı yapılabildiğinden bu taktik iyi çalışıyor).

  • swatch tarafından resmi olarak açıklanmış olan blancpain işbirliği ile üretilmiş saatlerdir. avrupa fiyatı 390 euro, türkiye fiyatı 13bin lira, dünya fiyatı 400 dolar olarak açıklandı. renkler 5 okyanustaki 5 deniz tavşanından geliyor. renkler genel olarak çok güzel ancak bir siyah opsiyonun olmaması hayal kırıklığı oldu zira saatin orijinali siyah.

    saatin teknik özelliklerine gelirsek öncelikle kasa yine bioceramic denen plastik malzeme. mekanizma swatch'un son derece iyi zaman tutan, 90 saat güç rezervi olan ve tamamen makine üretimi olan dünyanın tek saat mekanizması yani sistem 51 ile geliyor. bu sayede blancpain de hala hiç quartz mekanizmalı bir saate bulaşmamış oluyor. mekanizma okyanuslara ithafen dekore de edilmiş ki bu segment için çok fazla bir şey dekoreli mekanizma. ve ayrıca mekanizma şeffaf bir cam sayesinde görülebiliyor ki saate yeni ilgi duyanlar açısından muazzam bir şey bu. kayış bu kez nato kayış. bu çok mantıklı zira hem dayanıklı hem ucuz hem de diver saate yakışan bir kayış türü nato. cam da yine moonswatch'a göre daha iyi bir cam. bezel tek yönlü olarak 120 açıda dönüyor ve saatin fosforu da en iyisi olan superluminova. su geçirmezlik ise 50 fathoms yani 50 kulaça denk gelen 91m.

    aslında bence şekli ve kağıt üstündeki özellikleri oldukça keyifli. tasarım oldukça güzel. detaylar muazzam. şeffaf caseback, dekore edilmiş otomatik mekanizma, nato kayış, daha iyi cam, döner bezel ve superluminova fosfor çok güzel.

    gel gelelim saatin 3 adet çok büyük eksisi var. ilk olarak sistem 51'in en büyük handikapı tamir edilemiyor olması. yani bir süre sonra ister istemez saat daha kötü çalışacak ve/veya tamamen çalışmayı bırakacak. bu durumda saat olacak çöp. zaten swatch da maksimum mekanizma ömrüne 10 sene diyor. kullananlardan bilindiği üzere de 4-5 sene gibi bir süre sonunda saat artık eskisi gibi çalışmamaya başlıyor. ya çok geri kalıyor ya zembereği 90 saatin yanına bile yaklaşmıyor vs.

    swatch'un bir diğer ıskası da plastik olması. plastik bir dalış saati zaten başlı başına komik bir de kullan-at mekanizma ile birleşince okyanuslara adanmış saatlerin sürdürülebilirlik açısından durumu facia. özür diler gibi kayışı geri dönüşümlü balıkçı ağlarından yapmışlar bir de. satışa çıktığında aktivistler saldırmazsa mağazalara iyidir, o derece :)

    üçüncü handikap ise elbette fiyat. kullan at bir saat olmasa ve mekanizma tamir edilebilir ya da en azından değişebilir olsa bence blancpain etiketinden ötürü 400 dolar verilirdi ancak bu durumda çok fazla bir fiyat bu. öyle ki 50 dolar daha koyunca seiko'dan gmt mekanizmalı bir saat ya da 3 adet çelik kasalı, otomatik mekanizmalı seiko 5 alınabiliyor. yine tissot, citizen, casio gibi seçenekler bu fiyat segmentinde geliyor. hatta orient kamasu gibi çelik kasalı, 200m su geçirmezliği olan gerçek bir diver'dan 2 adet dahi alınabiliyor. artık çokça bulunan ve kişiselleştirme dahi sunabilen muazzam microbrand markaları saymıyorum bile. diyeceksiniz ki iyi ama bunların hiçbirinde saatte bir blancpain yazmayacak. doğru fakat en azından ömürlük olacaklar bu saydığım saatler. bu saatte ise saati aslında yıllık 40 ila 80 dolar gibi bir fiyata 5 ya da 10 seneliğine kiralamış gibi oluyorsunuz. ben kendi adıma güzel bir microbrand saat almayı bu durumda tercih ederim. mekanizma tamir edilebilir ya da en azından değiştirilebilir olsaydı yüksek fiyatına rağmen hiç düşünmeden bir tane almak isterdim. bu durumda ise benim için no-go.

    son olarak ekonomik durumda bence swatch bu kez omega işbirliğinin yanından geçemeyecek bir iş yaptı. mühendislikte ürün tasarlanırken 3 sac ayağı dikkate alınır: 1- ürünün dizaynı 2-fiyatı 3-teknik özellikleri ve kullanım koşulları. bu 3 özellik ne kadar dengeli olursa ürün o kadar genele hitap edip ticari başarı sağlar. burada ise dizayn başka yöne fiyat ve teknik diğer yöne bakıyor. buradaki ayrışma çok büyük. bu nedenle swatch'un marketing gücüne rağmen istenen ölçüde bir başarı beklemiyorum. zaten moonwatch başlığı ile bu başlık arasındaki ilgiden de bu anlaşılabilir diye düşünüyorum.

  • mezapotamya bölgesinde milattan önce 1800’lü yıllarda kil tabletlere sümerce yazılmıştır ve günümüzde yazılmış en eski destan olarak bilinmektedir.

    hikayeye göre gılgamış yüce bir kraldır ve kendisini tanrılardan bile üstün görmektedir. tanrılar, gılgamış’a ders vermek için dünyaya enkidu isimli bir adamı gönderirler. enkidu yabani bir adamdır ve hayvanların arasında yaşar, hayvanlarla konuşabilir. bu sebeple gılgamış’ın enkidu karşısında pek şansı yoktur ancak gılgamış bir plan yapar ve güzel, alımlı bir kadını enkidu’nun yanına gönderir. kadın enkidu’nun yanına gidince elbiselerini çıkarır, enkidu ise bundan etkilenir ve kadınla birlikte olur. enkidu’nun kadınla işi bittikten sonra tekrar hayvanların arasına dönmek ister ancak hayvanlar artık enkidu’yu kabul etmezler ve enkidu’nun hayvanlarla konuşma yeteneği kaybolur. bunun üzerine gılgamış, enkidu ile mücadele etmek üzere karşısına çıkar. enkidu ve gılgamış güç açısından eşit olsalar da mücadelenin galibi gılgamış olur. enkidu yenilgisini kabul eder ve gılgamış ile arkadaş olmayı teklif eder.

    gılgamış ve enkidu arkadaş olarak birçok maceraya birlikte giderler ve zaman ilerledikçe arkadaşlıkları da ilerler. gılgamış, bir gün kutsal sedir ormanı’na gitmeyi ve burada yaşayan muhafız humbaba’yı öldürmeyi planlar. enkidu, sedir ormanı’nın kutsal olduğunu ve ölümlüler tarafından ziyaret edilmemesi gerektiğini söylese de gılgamış’ı durduramaz. gılgamış’ın annesi de bu plana karşı gelmektedir ancak o da engel olamaz, bunun üzerine oğlu gılgamış’a destek olması için güneş tanrısı şamaş’ın yardımını ister.

    gılgamış ve dostu enkidu sedir ormanı’na doğru ilerlerler. dinlenmek için durduklarında gılgamış uykuya dalar ve sürekli kabuslar görür. bu kabuslarını enkidu’ya anlattığında enkidu bunların iyiye işaret olduğunu söyler ve gılgamış’ı cesaretlendirir. sedir ormanı’nda humbaba isimli devle karşılaşan ikili büyük bir mücadeleye girerler ve güneş tanrısı şamaş’ın yardımıyla humbaba yenilir. gılgamış, humbaba’yı aciz bir halde görünce ona acır ve öldürmek yerine canını bağışlamayı düşünür. ancak can çekişirken humbaba, gılgamış ve enkidu’yu lanetler, bunun üzerine gılgamış humbaba’yı öldürür. ardından ikili bir sedir ağacı keserler ve enkidu, bu ağaçtan devasa boyutta tanrılar için bir kapı yapar.

    bir süre sonra gök tanrısı anu’nun kızı ve aşk ve savaş tanrıçası iştar, gılgamış’la birlikte olmak istediğini söyler. gılgamış ise bu teklifi kabul etmez ve iştar’ın daha önceki sevgililerine çok kötü davrandığını söyler. iştar, reddedilmesinin üzerine sinirlenir ve babasından cennetin boğasını dünyaya göndermesini ve intikamını almasını ister. cennetin boğası dünyaya gelince büyük afetleri de peşinde getirir ancak gılgamış ve enkidu, bu kez tanrıların desteği olmadan boğayı yenmeyi başarırlar ve boğanın kalbini söküp, tanrı şamaş’a sunarlar.

    bütün şehir bu galibiyet karşısında kutlama yapar ancak enkidu, boğayı ve humbaba’yı öldürmesi sebebiyle kabuslar görmeye başlar. kabuslarında tanrılar yaptıkları için enkidu’yu cezalandırmaktadır. bunun üzerine enkidu, tanrılar için yaptığı kapıya ve gılgamış’ın gönderdiği kadınla birlikte olarak vahşi doğadan ayırdığı güne lanetler okur. ancak sonrasında tanrı şamaş’ın sözlerini duyar ve ettiği lanetlerden pişmanlık duyar. şamaş, eğer enkidu ölürse gılgamış’ın vasıfsız birisi olacağını da söyler. enkidu hastalanır ve gün geçtikçe hastalığı daha çok ilerler. gılgamış, hastalığı boyunca enkidu’nun yanında kalsa da onu iyileştirmek ve eski haline getirmek için elinden bir şey gelmez. en sonunda enkidu ölür ve ölüler diyarına doğru gider.

    gılgamış, enkidu’nun ölümüyle büyük bir çöküş yaşar ve tanrılara hediyeler sunarak enkidu’nun ölüler diyarına gidişinde yanında yolculuk etmek istediğini söyler. gılgamış, şehrinde yaşayan çiftçilerden rahiplere kadar herkesin enkidu için yas tutmasını ister ve enkidu’nun bir heykelinin dikilmesini emreder. enkidu ölmüş olsa da gılgamış cesedin yanından ayrılmaz ve dostu enkidu’nun gömülmesini kabul etmez. 6 gün sonra ceset çürümeye başlayınca gılgamış mecburen cesedi terk eder ve gömülmesine müsaade eder.

    bunun üzerine gılgamış, enkidu ile aynı kaderi yaşamak istemez ve utnapiştim’in yanına giderek ölümsüzlüğün yöntemini aramaya karar verir. utnapiştim ve eşi, büyük tufan’dan kurtulan tek insanlardır ve bu sebeple tanrılar tarafından ölümsüzlükle kutsanmışlardır. gılgamış’da utnapiştim ile görüşerek tanrıların kendisini ölümsüzlükle nasıl kutsayacaklarını öğrenmek ister. utnapiştim ve eşi, ölümsüzlükle kutsandıkları günden itibaren artık yaşlanmamışlardır ve doğuda bulunan dilmun şehrinde yaşamaktadırlar. gılgamış bu şehre gitmek için dağları, ırmakları, vahşi hayvanları ve denizleri aşar.

    gılgamış uzun yolculuğunun ardından dünyanın sonunda bulunan maşu dağı’nın tepesine çıkar. bu tepeden baktığında güneşin diğer dünyadan doğuşunu görmektedir, ayrıca ileride bir kapı vardır ve bu kapıyı akrebe benzeyen iki canlı korumaktadır. gılgamış bu yaratıklara doğru gelir ve amacını söyler. bu akreplerden birisi erkek, diğeri ise dişidir ve insanların bu kapıdan içeri girmelerinin uygun olmadığını söylerler. gılgamış yine de girmek ister ve akrepler kapıyı açar ve gılgamış içeri girer. kapılar kapanınca etraf karanlık olur ve en ufak bir ışık bile olmaz. ne bir ses, ne bir rüzgar vardır bu diyarda ancak gılgamış doğuya doğru ilerlemeye devam eder. günlerce gılgamış hiçbir ışık görmeden, ses duymadan ve rüzgarı hissetmeden yürür. yakınlaştığında ilk önce bir ırmak sesi duyar, ardından rüzgarı hisseder. daha ilerleyince ışık ortaya çıkar ve gılgamış istediği diyara ulaşmıştır.

    gılgamış burada han işleten bir kadınla karşılaşır. bu kadın gılgamış’ın niyetinin kötü olduğunu düşünür ilk başta ancak konuşmalarının üzerine yardımcı olmaya karar verir ve bir kayıkçı görevlendirir. adı urşanabi olan kayıkçı, gılgamış’a geri kalan yolculuğunda sulak bölgeleri geçmesinde yardımcı olur. bu bölgelerden birisi ölüler suyu olarak adlandırılır ve bu suya en ufak şekilde dokunan kişi hemen ölmektedir.

    gılgamış ve urşanabi yolculuklarında taştan devler görürler ve gılgamış, bu devleri düşman sanarak öldürmek ister. ancak urşanabi bu devlerin zararsız olduğunu söyler ve yolculuklarına devam ederler.

    sonunda ikili dilmun şehrine gelirler. utnapiştim teknede urşanabi dışında başkası olduğunu görünce bu kişinin kim olduğunu sorar. gılgamış kendisini tanıtır, hikayesini anlatır ve geliş amacını söyler. bunun üzerine utnapiştim, ölümden kaçmanın imkansız olduğunu ve ölümü düşünmenin günlük hayattaki eğlenceyi kaçırdığını, insanların yaşadıkları zamana değer vermeleri gerektiğini söyler. bunun üzerine gılgamış, utnapiştim’e nasıl büyük tufan’dan kurtulduklarını ve tanrılar tarafından ölümsüzlükle kutsandıklarını sorar.

    utnapiştim, tanrı enlil tarafından dünyaya gönderilen tufanı anlatmaya başlar. enlil, insanların yaptığı gürültüden dolayı rahatsız olmuştur ve bütün insanları öldürmeye karar verir. insanları yaratan da enlil olduğu için bu planını başka tanrılara söyleme gereği duymaz. başka bir tanrı olan ea ise bu planı öğrenir ve o zamanlar insan olan utnapiştim’i gelecek felaketlere karşı uyarır. dünyanın sular altında kalacağını söyleyen ea, utnapiştim’in bir gemi yapmasını, bütün canlılardan bu gemiye almasını, varlıklarını ve ailesini de bu gemide saklamasını söyler. beklendiği gibi yağmur yağar ve utnapiştim'in teknesinin dışındaki bütün canlılar ölür. tekne nisur dağının tepesinde engele takılır ve ilerleyemez, herkes suların çekilmesini bekler. utnapiştim birinci gün bir kumru gönderir ve kara arar ancak kumru konacak bir yer bulamadığı için geri gelir. aynı şekilde ikinci gün bir kırlangıç gönderir ve kırlangıç da konacak yer bulamayarak geri gelir. üçüncü gün ise bir karga gönderir ve karga geri gelmez, bunun üzerine karganın bir yere konduğunu ve kara bulduğunu anlayıp o yöne doğru gitmeye karar verirler. enlil, bu tufandan kurtulanlar olduğu için öfkelidir, ea ise bu enlil'in öfkesini dindirmek için utnapiştim'in tanrılara hediyeler sunmasını bağışlanmayı dilemesini söyler. diğer tanrılar da fikirlerini sormadan dünyaya tufan gönderdiği için enlil'e öfkelidirler ve aralarında bir tartışma yaşarlar. bu tartışmaların ardından utnapiştim'in hazırladığı sunakları gören tanrılar öfkelerini yatıştırarak ziyafet çekmeye karar verirler. utnapiştim'i ise ölümsüzlükle kutsayarak tanrıların arasına almaya karar verirler ancak bir şartları vardır, utnapiştim diğer tanrılarla aynı yerde yaşamayacak, eşiyle birlikte dilmun şehrinde diğer tanrılardan uzakta yaşayacaktır.

    utnapiştim, tanrıları bir araya getiren bir olay yaşadığını ve bu olaydan tek kurtulan olarak ölümsüzlüğü kazandığını, gılgamış'ın böyle bir olayı nasıl yaşayacağını ve bütün tanrıları bir araya toplayabileceğini sorar. gılgamış'ın bu soruya bir cevabı olmaz ancak yine de utnapiştim, gılgamış'a bir şans verir ve altı gün yedi gece boyunca hiç uyumamasını ister. ancak gılgamış, utnapiştim'in konuşması bittiği anda hemen uykuya dalar ve yedi gün boyunca uyur. yedinci gün uyanınca utnapiştim, gılgamış'a başarısız olduğunu söyler ve şehrine dönmesini, kral olarak görevini yapmasını, tanrıların herkesi krallıkla ödüllendirmediğini ve bu görevi layıkıyla yapması gerektiğini söyler.

    gılgamış bu aşamada elbisesi yırtılmış, saçı ve sakalı dağılmış, oldukça bitkin bir haldedir ve bir krala hiç benzememektedir. utnapiştim, gılgamış'ın kendine düzen vermesini söyler ve nehre giderek yıkanmasını, elbisesini değiştirmesini ister.

    gılgamış geri dönmek üzere geldiği kayığa biner ve biraz gittikten sonra utnapiştim'in eşi, gılgamış'ın bunca yol geldiğini ve aradığı şeyi bulamadığını, en azından buradan dönüşte bir hediyeyi hak ettiğini söyler. bunun üzerine utnapiştim, gılgamış'a merhamet eder ve bir sır verir. denizin dibinde yetişen bir bitki sayesinde insanlar tekrar gençliğine kavuşmaktadır ve ölümsüz olmasa bile oldukça uzun bir hayatı yaşayabilmektedirler. gılgamış, kayıktayken ayaklarına taş bağlar ve denizin dibine dalarak bu bitkiyi koparıp alır. ardından tekrar kayığa döner ve yolculuğuna devam eder. bitkiyi kendi ülkesine dönünce önce bir ihtiyara vermeyi ve onun gençleştiğini görünce de kendisi kullanmayı düşünür. geri dönüş yolunda bir göl bulur ve yıkanmak için bu göle girer, bitkiyi ise elbiselerinin yanında bir yere koyar. ancak bir yılan gelir ve bu bitkiyi yer, ardından yılanın deri değiştirir ve gençleşir. gılgamış ise bitkiyi yılana kaybetmenin ve uzun bir ömrü kaçırmanın üzüntüsüyle birlikte ülkesine geri döner.

    ve zamanı geldiğinde gılgamış'da ölülerin arasına katılır. ülkesindeki insanlar bir daha onun gibi birisinin gelmeyeceğinin üzüntüsüyle büyük yas tutarlar.

  • werder bremen, almanya milli takımı, real madrid, güzel kadınlar derken adam bir anda umut sarıkaya karikatürlerine döndü.

  • türkiyeli kızların tam tersidirler.

    türkiyeli kızların dışı avrupa, kafa yapısı ise ortadoğu.

    iranlı kızların dışı ortadoğu, kafa yapısı ise avrupa.