• yemek de biteceği bilerek yenir. fakat her yemeği özenerek yaparız, yeriz vesaire. her hareketin bir sonu vardır. insanın bir gün öleceği gerçeği saçmalık olmaktan ziyade insanı harekete geçirmesi gereken bir kamçı olmalıdır. "mutluydum" diyebilmek için harekete geçmelidir bu aralıkta; "yemek çok güzeldi".
  • istanbul trafiği, uçurumdan düşen adam ve aşırı sakin arkadaş grubu kadar sakin ve umarsız olunca, buluşma saatinden 45 dakika kadar önce kendimi kadıköy'de buldum... askerde geceleri burnumu sızlatan üç şey vardı: ilki sevgili hasreti, ikincisi kadıköy hasreti, sonuncusu da ahmet ali'nin ayak kokusu.
    işte bu "kadıköy hasretini" bi nebze de olsa dindirmek için, buluşma saatine kadar sahili, moda'yı gezeyim dedim. askerden dönmüş olmanın gazıyla bu aralar insanlara karşı çok pozitifim, mesela: yeni aldığım ayakkabıyı, metrobüste en az 5 kişi çiğnedi ama hiç problem değil, hepsini bağrıma bastım... sokakta elinde market poşetleriyle zar zor yürüyen yaşlıca bir teyze gözüme çarptı. dedim ya insanlara karşı çok pozitifim. normalde umursamaz, oldukça bencil bir insanım; yapmayacağım bi'şey yaptım. gittim teyzenin poşetlerine sarıldım, gideceği yere kadar refakat etmeye zor da olsa ikna ettim. bi yandan da laflıyoruz, benim çenem düştü ve sormaya başladım:

    - dede yok mu teyze?
    - temmuz'da 26 yıl olacak, bırakıp gideli.
    - çoluk çocuk?
    - iki kızım var. birisi gitti te avustralya'ya, öbürü de antalya'da.
    - torunların var mı peki?
    - yok be oğlum... antalya'da olan bu dünyaya çocuk getirmek istemiyormuş, neyi varsa dünyanın; öbürü de "olmuyor anne deniyoruz, tedavi oluyorum" diyor ama yalan söylüyor, biliyorum. istemiyoruz diyemiyorlar, büyüğüne* çok kızdım, ağladım ondan.
    - ee napıyorsun peki, sıkılmıyon mu?*
    - napayım be oğlum: yaşadık yaşayacağımız kadar, ölümü bekliyorum o da gelmedi bir türlü...

    kaç gündür, içime oturdu bu söz: "ölümü bekliyorum".
    daha, bir gün öleceğini bilerek yaşamak konusunu aşamamışken, üstüne "ölümü beklemek" duygusu gark oldu içime... zaten bu duygu* yüzünden her şey çok manasızdı. üstüne "ölümü beklemek" de gelince, devreler yandı bende. son üç gündür lastiği patlamış kamyon gibiyim; her an faciaya yol açabilirim. iş görüşmelerine giderken kapıyı tekmeyle açıp (askerdeyken yapamadım içimde kaldı), "amacınız ne oğlum sizin hepimiz ölücez. hala kariyer peşindesiniz, 5 yıl sonra şurda olmalıyım gibi sikimsonik hedefleriniz var. ölecez lan, hepimiz ölecez!" diyebilirim, ama diyemeye de bilirim. sonuç olarak, kendimi 5 yıl sonra, tecrübe sahibi olduğum bir konuda yönetici olarak görmek istiyorum... hassiktir, kısır döngüye giriyorum galiba. kurtarın lan ben.....
  • ne zaman olduğunu bilmiyor oluşu ile bi' nebze daha huzurlu hale gelen yaşama şeklidir.
  • sonunu bildiğim bir filmi bile ikinci kez izlemezken, kendi hayatımın birgün, bir şekilde biteceğini bilerek yaşamak bana ilginç bazen de saçma geliyor.
    öleceğini bilerek yaşamayı kabullenmek zorunda olmanın, insana verilmiş bir lanet olarak görüyorum.

    edit: tanım yok denilerek ispiyonlanmış, al sana tanım hemde en karamsarından.
  • bu gerçek gelince aklıma yazasım gelmiyor entry. gidesim gelmiyor işe. yiyesim gelmiyor yemek. ama yine de...

    iki parantez arası macera. ölecez anasını satayım. var mı daha ötesi? bunun için şarkı yapsın mor ve ötesi. (bu çok ciddi bi konu. gevşemek için böyle kötü espriler yapmama lütfen izin veriniz!)

    20 yaşımda beni reddeden sütun bacaklı bayan. askerdeyken beni terkeden minyon kaltak. beni işe almayan çok bilmiş patronlar. kitapları yayınlanmış başarısız yazarlar. şanslı ve yeteneksiz köşe yazarları. ehehee, ayrıcalığınız mı var lan?! bir gün hepimiz nasıl olsa aynı yerde buluşacaz. selam yollarım size. bi güzel konuşlandığım hiçlik kabinimden..

    saygıdeğer bir ceset mi olacaksınız? onun için mi bunca çaba? hedonist mi olalım yani?! zavallıyız zavallı. en şanslımız kenny mccormick. o da bir çizgi film kahramanı. o her bölümde dirilir. acırız ona, güleriz. ama asıl acınacak ve gülünecek olan bizleriz. dirilme şansımız yok.

    sevişelim dört nala. tamam cemal* amca. iyisin hoşsun da... yoksuluz ve gecelerimiz elbette çok kısa.. ama...

    seviştik diyelim. kovduk ecelin bıraktığı onca işareti. saldık içimizdeki kırmızı yorgunu haz boğasını. seksten alınan zevk daha da bağlayacak beni bu dünyaya. görünmez halatlarla. o zaman daha da üzüleceğim öleceğime. yalan! o da yalan!!

    fotoğrafları kovunuz başınızdan. takvimleri atınız. ama öyle ya da böyle, saat tiktakleri öter başımızda. cahit sıtkı sırıtır kitapçı raflarında. saçlar dökülür, penis büzülür, sen 14 yaşındayken doğan komşu kızının göğüsleri dirilir... ergen çocukların çüküne kan yürür... sen kaldırımlarda sekmeye başlarken... zaman acımasız bir kara alaycıdır değil mi çetin altan? sektirmez hiç bir finiş randevusunu.

    nişantaşı kadınları, kız kulesi manzarası, türkiyeye gelemeyen jim jarmusch filmleri olanca uzaklığıyla daha da zorlaştırır işimi. oysa nur çintay a yazı yazar. kolayca okursun. sinan çetinfilm yapar. gözünün içine sokulur. hayatına sıçarlar bunlar. ölüme giden yollar nasıl da kısa.. nasıl da korkunç. lütfen en azından bu isimlere dikkat ediniz!

    11 eylül çok iyi oldu. şahları da vurabiliyorlar demek ki. ne büyük adamsın sen ferhan şensoy? sen de öleceksen.. inanırım herkesin ölümüne.. hepimiz öleceğiz. deccal selam söyler size. azrail inmiş karayollarına, namlu uçlarına, urgan uçlarına. kaderi takmış koluna. kaza, cinayet, intihar.. ölümü montonluktan sıyırır.

    bunları yazarak mı ölümden kurtulunur?

    ben gidip cahit sıtkı okuyacam anasını satayım.
    söksün bari çivi çiviyi... söksün de çaksın tabuta..
  • ölümün anlamı'nda yer alan satırlar bu karanlık mevzunun üzerine ışık saçıyor:

    "bizim zayıf çelimsiz becerilerimiz; hiçbir barınağı, sığınağı olmayan uçsuz bucaksız bir denizde, suyun üzerindedir. bu acı verici olguyu, insanın sınırlılığını, ölümün kaçınılmazlığını bilmek, kendi başına hayatı anlamlı ve önemli hale getirebilir. bu yol hakikatle özgürleşme yoludur. çünkü 'gerçekliğe en derin yakınlık, aynı zamanda gerçek kazaya hazırlık' demektir."*

    yok sayılamayacak kadar gerçek, göz ardı edilemeyecek kadar belirgin. yüz yüze gelmekten en çok korktuğumuz..
    bir gün ölecek olmamızın farkında olarak yaşamak, hayatı gözümüzde daha anlamlı ve kıymetli kılan bir farkındalık sağlıyor. gözünüzü bardağın dolu tarafına çevirin..
  • kaybedecegini bile bile neden mucadele ediyorsun dedi. öleceğini bile bile yaşadığını unutmustu o an. bozmadim.
    (bkz: ozdemir asaf)
  • ben bir gün öleceğimi hiç düşünmüyorum.. ölürsem de arwen undomiel olarak geri gelirim iki yıla.

    bendeki durum, benim ölüp ölmeyeceğimi bilerek yaşamam değil, annemin benim öleceğimi zannetmekle dört ay geçirmiş olmasıdır.

    iki üç sene evvel, sol dizimden şikayetçiydim dostlarım. ağrırdı, sızlardı, olmadık zamanlarda kilitlenirdi bildiğin, hareket imkanlarımı kısıtlardı. röntgen, mr, modern tıbbın her türlü hizmetlerinden faydalandık, bir haftaya da sonuç çıkacak.

    ben okumak uğruna günlerimi geçirdiğim şehre dönüyorum geri, ailem istanbul'da. bir hafta sonra arıyor annem, ''önemsiz küçük bir kist varmış ama yine de almaları lazımmış kızım, üç dört ay sonra günün gelecek, küçücük bir operasyonla alacaklar onu. '' diyor.

    ''aman iyi.'' diyorum. ''önemsiz bir şeymiş, kurtarsınlar da beni bu dertten başka bir şey istemem.''

    günü geliyor gidiyoruz hastaneye. üzerimde yeşil ameliyat önlüğü bütün cazibemle bekliyorum gelip götürmelerini. bir de iğne yapıyorlar ne olduğunu bilmediğim, canımdan can gidiyor yeminle, oturamıyorum bir taraflarımın üzerine.

    korkum yok, heyecanım yok ama annemin babamın yüzünden düşen bin parça, sanırsınız ölmeye gidiyorum. evlatlarıyım sonuçta, tabi korkarlar üzülürler diyorum ama küçücük bir ameliyat sonuçta. kesmeyeceklermiş bile, sadece minik bir delik açacaklar dizimde. gülüşüp, cıvıldayıp rahatlatmaya çalışıyorum onları.

    annem sürekli yanımızda bizim gibi sırasının gelmesini bekleyen, bir bacağı dizinin altından kesilmiş bir adamla konuşuyor. tümor varmış, sıçramış kemiklerine, kesip almak zorunda kalmışlar. üzülüyorum adama, gencecik, aslan gibi. hayatta hiç adalet yok..

    yakışıklı bir asistan geliyor tekerlekli sandalyeyle.

    ''otur bakalım.'' diyor.

    ''e yürürüm ben ne gerek var.'' diyorum.

    ''adettendir oturacaksın.'' diyor gülerek.

    olup bitiyor her şey. gözümü açmaya çalışıyorum ama açamıyorum. birileri sürekli gelip alnımdan öpüyor. ''çok şükür bir şeyi yok'' diyorlar. üzerime pijamalarımı giydirmişler farkındayım. kimlerin yanında giydirdiler allah bilir diye düşünüp sinirleniyorum, aman birileri bir taraflarımı görmüş olmasın. tek derdim bu.

    gözümü açıp etrafıma bakıyorum sonra. annemin işten, sokaktan, servisten, çarşıdan, pazardan bütün gün arkadaşları tek sıra halinde oturuyorlar odada. gülümsüyorum onlara, hoşgeldiniz diyorum. sesim travesti gibi çıkıyor. ''ah yavrum yavrum ceylan kızım maşşşallah'' deyip okumaya başlıyor beni teyzelerden biri. ortam çok fantastik, gözlerimden huzur fışkırıyor resmen.

    annemin kuzeni gelip, anneme sarılıp ağlamaya başlıyor. ''çok şükür bir şeyi yok, allah bağışladı.'' diyor ağlarken.

    ''ne oluyor lan, nedir bu, sanki ne olmuş?'' diye düşünmüyor değilim ama idrak edemiyorum ki bir şey. karnım aç yemek vermiyorlar, su istiyorum su vermiyorlar. yasakmış.

    eve yolluyorlar bizi aynı gün. bu sefer tek derdim koltuk değnekleri, iki hafta üzerine basmak yasakmış. zavallı babam altı kat merdiveni kucağında benimle çıkıyor. salonda yatak yapıyorlar, karşımda televizyon, yediğim önümde, yemediğim arkamda yatıyorum.

    babaannemle dedem geliyor bir süre sonra. babaannem feryat figan babama hakaretler yağdırarak giriyor odaya. gelip başımı kaşımı okşuyor. ''neden haber vermediniz?'' diyor.

    haklı kadın, ''neden bütün mahalle oradaydı da dedemlerin haberi yoktu?'' diyorum.

    ''e anne hastasın, heyecanlanırsın şekerin çıkar diye demedik bir şey.'' diyor annem.

    ardından diğer dedemler geliyor, sonra dayımlar, sonra halamlar. kimsenin haberi yok.

    sonra anlatıyor annem. ameliyattan önce sonuçları gören doktor ''diz kapağının içi tümör dolu, büyük ihtimalle kemiğine de sıçramış, temizlemeye çalışacağız fakat yayılma çoksa dizden aşağısını kesip alabiliriz.'' demiş.

    ''kemiğine sıçradıysa daha da dönüşü olmaz, kurtulamazsın sandım.'' diyor annem. dört ay kızım kanser diye yana yakıla gezmiş. hangi doktora gitse aynı şeyi söylemişler.

    halbuki ameliyatta benim dizimden yalnızca kireç çıktı, turp gibiyim. yaşıtlarım gibi koşup oynayabiliyorum dostlarım.

    zavallı anneciğim, babacığım eşeğini kaybedip geri buldu. hayat çok acımasız, eşek de benim.
  • bazen her şeyi kaçırıyorum gibi geliyor. yetemiyorum. üstelik üretmeye değil bak, tüketmeye yetemiyorum. belki üretsem sakinlerdim, oluruna bırakırdım.
    düşünsene dünyada kaç kitap var, sktir et dünyayı ülkede kaç kitap var daha hiç adını bile duymadığım, kaç film çekilmiş, çok acayip şarkılar var, belki duysam ömrüm uzayacak ama haberim yok. bu hızla gidersek de hiç olmayacak.

    "istediğim şeyleri yapayım bir gün -belki de bugün- öleceğim" diyemiyorsun. hayat o kadar başıboş değil. her şey kurallı.
    bu gerçeği biliyorsun ve her gün aynı saatte, aynı vapura biniyorsun. karşında hep aynı uyuyan adam, yanında hep telefonuyla oynayan o kadın. üçümüz her gün beraberiz ve daha bir kere seslerimizi duymadık. merak bile etmedik. oysa öleceğiz, belki de birlikte. o vapura bir yük gemisi çarpacak ve biz az önce zıplamalarını gülümseyerek izlediğimiz yunusları şaşırtan tuhaf ölü bedenler olacağız. onların evindeki yabancılar...inşallah bizi yiyecek bir deniz canlısı olur da ziyan olmayız.

    belki daha çok seveceğimiz insanlar olacak hayatta. belki daha yaşadığımız fragman, asıl mutluluk yarın başlıyor. ama hay aksi, yarın ölmüşüz.
    olmaz ya, ben bunu bilerek, bunu kabul ederek yaşamak istemiyorum. keşke sesim güzel olsaydı, bak bilmezsin bende öyle boş bir özgüven var, sesim azıcık ama azıcık olsaydı şimdiye kadar 11 albüm yapmıştım. ama yapamadım, üstelik bir gün öleceğim amk.

    ben daha hiç kendi ellerimle ağaç dikmedim. bağış falan filan geç onları, ellerimle toprağa fidan dikmedim, suyunu vermedim, büyümesini izlemedim. niye yapmadım diye kızıyorum kendime şimdi. yarın belki yaparım diyeceğim ama az önce de belirttiğim gibi ölmüşüm ya ben yarın.

    bu fikir aklıma gelince hiç susmadan konuşmak istiyorum önce. tıpkı yukarıda yazdıklarım gibi zırvalamak, daldan dala atlayıp aslında bir bok anlatmamak. sonra sakinliyorum biraz. içimdeki tembel, bir yorganın altına girip uzun bir uyku çekmek istiyor. kendi sesimi bile duymadığım, sessiz ve tek başıma bir gün geçiriyorum. evin içinde, toplamda 325 adım atıp, hayatın öyle de böyle de aktığını görüyorum. tuhaf bir rahatlama hali gelip oturuyor içime, üşendiğim için "kalk" da demiyorum o gerzek hisse.
    ben, tembelliğim, farkındalığım ve kabullenmişliğim oturuyoruz birlikte.
    o yarın hiç gelmeyecekmiş gibi...
hesabın var mı? giriş yap