• şiirden anlamayan bir kadını şiire dönüştürmeyi anlatır.
  • güzel filmdir. görüntülerin insanlık durumlarını, metinlerin hikayeyi çok iyi anlattığını söyleyebilirim. filmin sonu muhteşemdi. filmin en beğendiğim sahnelerinden biri, fanny'nin küçük kız kardeşinin, keats'in evlerindeki zorunlu konukluğunun son günlerinde, ma aile bahçede eğlenirken, kuru bir yaprak bulması ve onu bahçenin en uzak noktasına bırakıp, buraya sonbahar gelmeyecek demesiydi.
  • bugün izleyip, gerçekten çok beğendiğim bir film. yorumum, filmden spoiler/sürpriz içermemektedir.

    virginia woolf, "kendine ait bir oda" kitabında şu ifadeye yer vermiş "benden kadınlar ve kurmaca yazın konusunda konuşmamı istediğinizde, nehir kıyısına oturup bu sözcüklerin ne anlama gelebileceklerini düşünmeye başladım. bunlar, yalnızca, jane austen üzerine söylenecek bir iki şey daha, bronte kardeşleri anıp karlarla kaplı haworth papaz evini betimlemek,olabilirse miss mitford ile ilgili birkaç zekice deyiş, george eliot'a saygıyla değinmek,mrs.gaskell'dan söz etmek anlamına gelebilirdi ve böyle de yapılabilirdi. ama ikinci kez gözden geçirildiğinde, sözcükler o denli basit görünmüyordu." kendisinin belirttiği gibi edebiyata kadın dokunuşunu ifade edebilmek ne kadar zorsa edebiyatta kadın etkisinin kompleksliğini ifade etmek o denli zor. ingiliz edebiyatı denilince günümüz aşk romanlarının kısa bir sinopsisi gibi kalan ama hiçbir zaman da etkisini yitirmeyecek, asırlarca kuvvetlenecek jane austen kadınları akla geliyor öncelikle. bu kadınlar eğitimli, yer yer taşradan çıkma ama muhakkak sonunda ideal kadına dönüşebilme potansiyeline sahip pembe ruhlu kadınlar. günümüzün modern ve seksist dünyasına çok hitap etmeyen bir duygusal yapıları (bazen de tükenmek bilmeyen gururları) olsa da hep bir arzulanan idealar alemindeki kadınlar... bu noktada ingiliz romantik şair john keats'in ilham perisini ele alan jane campion, sade bir işleyişle bu kadınların gerçekçiliğine dikkat çekiyor. fanny brawne’i o idealar arasından çıkarıp ete kemiğe bürüyerek nostaljik bir aşk havası yaratıyor. yıllar önce the portrait of a lady filminde kurmaca bir kadının arzulanan ve aşkı hissettiren yoğun yapısını ele alan campion,bu filmde gerçekçiliği göz önünde bulunduruyor.. eklemeden,çıkarmadan olabildiğince sade,olabildiğine aslına sadık kalarak bu büyük aşkı küçük dokunuşlarla sunmuş. tam bir kadın dokunuşuyla. nostaljik aşka kattığı gerçekçilik o kadar samimi ki o kabarık etekler, danslar, uzun ağdalı konuşmalar içeren filmlerden kendini sıyırmayı başarmış.

    john keats’in aşkı “dokunmadan, sadece yumuşak göğsünün üstündeki nefesi hissetmekle” yetinecek kadar zarif ifade etmesi, romantik sanatın gerçekçiliğine vurgu yapılması bakımından çok önemli. cinsel bir ögenin tamamen dışında yer alan nazikliği, schopenhauer erkeklerine yapılan en önemli kadın taşlaması sanırım. bu tip erkekleri, filmin kötü karakterinde bedenselleştiren bu taşlama, “kültürüne, yaşayış tarzına, güzelliğine” aldırmadan salt bir esintisinden elde edilecek ilhamı yeren anlayışa sert bir karşılık veriyor. kadın sadece kadın olduğu için bile inanılmaz bir periye dönüşebilir. bazen gururu ile, bazen gözyaşlarıyla, bazen onu rengarenk çiçeklerin içinde çiçekleri kıskandıracak renkte bir elbiseyle yere çökme hayaliyle. john keats’in

    “çiçekli bayırlarda kristal kabarması
    nehrin, uzaklık gibi görünen, beni diri tut.”

    bu dizesine sık sık destek getiren yönetmen cennetten kopma çiçek sahneleriyle kamerayı aslında john keats’in hayallerine çeviriyor. bu sahnelerin zevkini çıkarırken güçlü soundtrack de ekrandan buram buram yayılan cennet kokusuna vücut kazandırıyor. film boyunca kullanılan soundtrack bu hayali etkiyi, düşünsel aşkı yaratmada çok başarılı. etkinin yaratılmasını zorunlu kılan dizeler de geliyor zaten.

    “bahar üç kez sabah sana,
    üzgün değil hiç, bildikten sonra
    ve şarkım gelir doğal ılıklığıyla,
    üzgün değil hiç, bildikten sonra
    ve akşam dinler. üzülür, boşluk
    düşüncesiyle; boş olamaz;
    uyanık, düşünür ki uykuda.”

    yönetmenin anlatmak istediğini kavrayabilmek için filmi çok dikkatli izlemeniz gerekiyor. evet çoğu yorumdaki gibi sıkıcı gelebilir. sadece dizelerden, konuşmalardan ve görüntülerden oluşan bir film izlenimi de yaratabilir. çünkü uzun cümleleri anlamayı tercih etmez sinema izleyicisi, ben filmi izlerken john keats hakkında belli bir bilgiye sahiptim ve filmi durdura durdura izleyince kendisine olan hayranlığım arttı.

    fanny brawne’in sevgisi de çok kadınsı ve narin. kadınların aslında kaleme dökülemeyen duygularının romantizmini ve bunun sancısını hissettiren bir karakter. kendisini her şeyiyle sunmaya, bağlanmaya hazır ama gördüğü değer ve kendisine yüklenen anlam onu yüceleştiriyor. omuzlarına suçluluk duygusu da bastırıyor, aşk öfkeleri de. aslında her kadının olmak istediği bir durumda. çünkü o sevdiği adamın gözünde gökyüzündeki yıldızlardan bile “parlak bir yıldız”

    filmi beraber izlediğim arkadaşım cast seçiminin yanlış olduğunu söylemişti. ben whishaw’ın abbie cornish’e göre çok soluk kaldığını ve inandırıcılığı fiziksel görünümde yitirdiğini söyledi. aslında bu hikaye kurmaca olsaydı katılmamak elde değildi. ama hikayenin gerçekliği ve anlatış tarzı yüzünden cast’ın da çok doğru seçildiğini düşünüyorum. ayrıca abbie cornish'in oscar adaylığı alamaması da inanılmaz. muhteşem bir performans sergilemiş.

    uzun zaman sonra üzerinde düşündürebilen bir filmdi bright star. eğer çok dinç bir anda izlerseniz alacağınız fikir çok daha size işleyecektir. yazımı john keats’in kendisi ve fanny brawne ile ilgili yazdığı şiirle bitiriyorum.

    bold lover, never, never canst thou kiss,
    though winning near the goal -- yet, do not grieve;
    she cannot fade, though thou hast not thy bliss,
    for ever wilt thou love, and she be fair!
  • --- spoiler ---

    beni ağlattı bu film.ciddi ciddi.bilmiyorum ama ağladım evet kabul ediyorum.
    bunun yanısıra insana "keşke her şey eskiye dönse.eski zamanlarda yaşasak ve her şey bu kadar masumca gelişse." dedirtiyor.john keats ' in şahsi karakterine de inanılmaz bir saygım oluştu film sayesinde.şiirsever bi insan olmam da bunu tetiklemiş olabilir tabii.ama filmdeki o fedakarlıklar zinciri içimi eritti be sözlük.keats'in fanny'e aynı evde olup hatta zaman zaman yalnız kalmalarına rağmen sadece masum öpücükler vermesi, inatla dokunmaması ve italyaya öleceğini bile bile giderken (kim bilir belki de sırf bunun için gidiyordu) kızın saçından kesip bi kutucuğa koyup yanında götürmesi artık günümüz dünyasında asla göremeyeceğimiz şeyler.ve dokunmadan hissedebilmek...

    keats'in öldüğünde fanny'nin nefes alamıyorum diye bağırması da baya dokunaklı bi sahneydi sanki.bana dokandı veya.ne bilem...

    --- spoiler ---
  • ruhsuz bir halde izlendiğinde sıkıcı, tüm duyularla izlendiğinde bildiğin yıkıcı bir filmdir.
    genelde bu filmden çok etkilenen insanlar bunu ikinci defa izlemeyi göze alamazlar.
    sebebini fanny 'nin tek cümlesiyle açıklamak mümkün sanıyorum:
    "nefes alamıyorum" .
  • --- spoiler ---
    "başka bir hayat daha olmalı. böyle bir acı için yaratılmış olamayız."

    ve fanny nin keats in ölüm haberini aldıktan sonraki ağlayışı. o el hareketleri. "anne, nefes alamıyorum"
    --- spoiler ---
  • --- spoiler ---

    john, yaz tatili için brown ile beraber deniz kıyılı bir yere gider ve hatta giderken fanny ile baya bir hır gür çıkar. sonra seri mektuplaşmalar başlar. o mektuplaşmalarda geçen "i almost wish we were butterflies and lived but three summer days. three such days with you i could fill with more delight than 50 common years could ever contain." cümlesiyle beni benden almıştır.

    yani ne diyor: üç gün seninle olmayı 50 yıl sensiz olmaya yeğlerim.

    --- spoiler ---
  • filmdeki en güzel detaylardan biri de keats'in bahçedeki bütün bitkileri koklamasıydı tek tek.

    bir de,
    --- spoiler ---
    hayatı boyunca işe yaramaz bir şair olduğunu düşünen john keats, öldükten yüzlerce yıl sonra, romantizmin öncüsü olarak biliniyor.
    --- spoiler ---
  • duvarin bir tarafinda durmus digerini duymadan, dokunmadan, gormeden hissetmeye calistiklari degil, hissederek sessiz anlastiklari sahne bizim en sevdigimiz sahneydi. o ani genis zamanda yasayip simdiye donmeyi hic dusunmezdik. zaten bizi bugune baglayan hicbir sey yoktu. butun engellere ragmen guzel seyler paylasilabildigi anlar sonsuza dek surecekmis gibi dusunulse de duvarin icerigindeki farkliliklar paylasilan hayalleri yikip duvari galip cikartabiliyor.
  • sinemada izleme fırsatı bulamadığım arayı sonradan evde elimde çayım ve sigaram ile ekran karşısında kapatmaya çalıştığım son zamanlarda izlediğim en manidar film.

    1800'lü yıllarda yaşamış olan john keats'in bright star / parlak yıldız adlı şiirinin var oluş hikayesini anlatıyor filmimiz. filmde geçen şu cümleler aslında filmi az da olsa anlatıyor:
    "şiir sadece şiirsellikten ibaret değildir. o, var olmuş en şiirsellik dışı şeydir."

    film, şiirsel bir ahenkle ilerlese de şiirsellik dışı bir düzene ya da kafiyeye ve yahut şiirsel bir mübalağaya sahip olmayan gerçeklere sırtını dayıyor. kendine hayran bırakan şiirin, nasıl ortamlarda ne şartlarda oluştuğunun 2 saatlik güncesini ekranda taşıyor. bunu yaparken şairinin hikayesini ve acıklı sonunu paylaşmayı ihmal etmiyor.

    normal sinema seyircisini zorlayacak bir akışa sahip, aksiyon ya da şaşırtıcı olaylar içermiyor, sadece aşktan, aşkın durgunluğundan ve bağlılığından bahsediyor. eğer ki durgun filmlerden hoşlanmıyorsanız sıkabilir biraz. film biraz uzun gelebilir, anlatmak istediğini daha kısa sekanslarla anlatabilirdi ama neticede yönetmenin tercihidir ve kötü olduğunu söyleyemeyiz.

    bahsettiğim durağanlık aşkın oluşumunu anlatmakta çok başarılıydı. sinemanın çok sevdiği "ilk bakışta aşk" olgusunu bir kenara bırakırsak geriye kalan "bağlılık"ı ancak "saygı" ile anlatabiliriz. filmin konusuna "birbirine saygı duyan ve aşklarının olgunlaşmasını zamana bırakan iki sevgilinin hikayesi" dersem yanlış olmaz sanırım. bir şiiri anlatan şiir gibi bir film. görsel olarak olayların oluş şekline göre şekillenen doyurucu bir film.

    ben wishaw'ı, "perfume: the story of a murderer"dan sonra izleme fırsatı bulduğumda anladımki bu adam hakikaten bir romanın içerisinden fırlamış gibi. romanları ve eski dönem hikayeleri müthiş canlandırıyor. takip etmekte fayda var.

    http://www.filmarasi.com/movie.aspx?id=44988
hesabın var mı? giriş yap