• birine ait müzik aletini, onun izni ve haberi olmadan almak.
  • senelerini belirli bir (veya iki) müzik aletine verdikten sonra hala önünde çalışman gereken, yapman gereken milyonlarca şeyin olduğunu görmek, daha fazla çalışmak, daha fazla çalamıyorum demek, ara ara sinirlenip bırakmak, sonra tekrar başlamak, delirmek, kafayı yemek, mutlu olmak, üzülmek, kendini kaybetip dördüncü boyuta gitmek...
  • şu rezil hayatımdaki en büyük desteklerimden biri. hayatımın yüzde ellisi. yıllardır bırakamadığım en büyük bağımlılığım.
  • şu hayata veda etmeden en çok yapmak istediğim şeylerden biri;
    biraz geç kalmış olmanın verdiği kararsızlık, nereden nasıl başlayacağını bilememe, her gittiğim konserde depreşen arzu.
    dillendirilmiş, kişisel notlara alınmış bir istek. bu da sözlük notum olsun, belki bu entryimi gördüğümde bir aşama kaydetmiş olurum, kimbilir...
  • güzel bir özelliktir. gitar, keman veya piyano farketmeksizin insana gerkeçten yaşadığı dünyasında farklı bir bakış açısı kazandırır. okullarda zorunlu enstrüman dersi olsa son derece mantıklı olur.
  • uzun uğraşlar sonucunda bir noktaya gelindiğinde inanılmaz bir mutluluk ve başarılı olma hissi veren eylem. ayrıca sanatın içinde olmak da çok güzel geliyor.
    sanırım başardım sözlük. o zorlu ve sıkıcı alıştırma aşamaları geride kaldı.

    arkadaşlar, bir enstrüman çalacaksanız öncelikle o enstrümanın çıkardığı sesi, duruşunu sevin. başlangıçta zorlanacaksınız. bırakmayı düşündüğünüz zamanlar olacak ama sakın bırakmayın. sabrederseniz mutlaka sonuç alıyorsunuz. ondan sonrası da her gün yeni bir şeyler öğrenmenin heyecanıyla geçiyor.
  • hani derler ya bir kardeşe sahip olmak, senin hayattaki yalnızlığını bir nebze olsun azaltır; işte enstrüman bunun tek yumurta ikize sahip olmalı versiyonu benim için.

    biraz geç tanıştım ben benim şerefsizle ama. üniversite bittikten sonra "malum ikileme" hemen sürüklendim. dedim gidelim padişahımızın yanına bir icazet alalım. atladım gittim babamın yanına dedim "baba sen bana adam olamazsın dedin ama al sana transkript, al sana geçici mezuniyet belgesi lan!!" dememle babam rambo bıçağını gırtlağıma dayadı başladı hafif hafif çektirmeye...bir anda rüyamdan terler içinde kalktım. bu benim için bir işaretti aslında atladım otobüse üşenmedim ankara'ya görmeye gittim bizimkileri. verdim babamın eline demin saydığım belgeleri, baktı...baktı... "matematik 50 (1. sınıf 1. dönem dersidir kendisi.!!) gelmiş olum neden ?" dedi. uzun uzun ne kadar salak olduğumu, matematiğe de kafamın hiç basmadığını anlattım. biraz düşündü... biraz televizyondaki at yarışına baktı... 3. ayaktan yattığı için stresliydi anlıyordum bunu duruşundan, o bülteni televizyona doğru sallamasından... döndü " oğlum sen askere git böyle olmayacak." dedi. ben de aradığım cevabı bulmuştum zaten, öptüm elini belgelerimle birlikte koştum askerlik şubesine, sağ olsunlar hemen onaylayıp gönderdiler bizi birliğimize.

    burada bir es vermem gerekli hikayenin oturması için. bizim şerefsizden önceki enstrüman geçmişimi özetlemek istiyorum.

    lise-1 --- plastikten bir ney almıştım, baya ona yoğunlaştım ama bir türlü o "içimden duyarak çalma" eylemini gerçekleştiremiyordum bu aletle. yani duyduğumu ney sesi olarak yorumlayamıyordum. ne parçalara eşlik edebiliyordum ne de istediğim, dinlediğim parçalara yorum getirebiliyordum. kızgın bir anımda arkadaşın kafada parçaladım.

    üniversite 1. sınıf --- manyak gibi gene gittim aynı neyden aldım. gene aynı sorunları yaşadım. bir gün ev arkadaşım camdan içeri giren çekirgeyi öldürmek isterken diğer ev arkadaşının kafasında 3 parçaya ayırdı aleti. meğerse hiç söylememiş bize ama çekirge fobisi varmış bunda çocukluktan kalma.

    üniversite 3. sınıf --- dedim gideyim adam akıllı kamıştan bir ney alayım (deve inadı vardır bende). paraya kıydım aldım. o zamanın parasıyla 120 tl verdim lan!! 120 tl demek hafızlar, bakayım, nereden baksan köpek öldüren 2 lira olsa 60 tane şarap eder. o zaman da atp'yi yemekten değil, şaraptan aldığımız için önemli bir meblağ idi benim için. bursum 150 tl'di lan. düşünsenize maaşınız 2000 tl tek seferde hepsini bir şeye veriyorsunuz. dedim bunun başına bir şey gelmeyecek. baya uğraştım ben bununla, ciddi ciddi çalmayı başardım da. ama tasavvuf ve yansımalar dinleye dinleye ruhum uçtu anasını satayım. derbeder oldum. kötü etkiledi beni. sonra meşhur bekar evlerinde gereksiz eşya deposu olarak kullanılan küçük (alaturka) tuvalette ölüme terk ettim onu. en son okul bitip evden taşınırken açtık baktık içine, filiz çıkmış bildiğin. 2 ay daha kalsa kendi gibi yeni bir tane çıkaracakmış 3. boğumdan.

    neyse askerliğimin 4. ayı falan. gündüz 6, gece 4 saat sabit nöbet çaktılar bize. bizim nöbet yeri de gavur dağlarının eteklerinde bir kule. kışladan binip unimog'lara 30-40 dakika patika yol tırmanıyoruz. atıyorlar 2 kişiyi aşağıya, kafadan 4 saat sonra gelip alıyorlar. o kadar ıssız ve karanlık bir yerdi ki bir süre sonra delirmemek için değişik aktiviteler üretiyorsun. zaten tehlike nedeniyle 2 kişi tutardık nöbetleri herhangi bir problemde destek olunması adına. yoksa zaten intiharların önüne geçemezlerdi.

    benim yıllar öncesinden de gelen bir rahatsızlığım vardır. annemden yediğim dayakların %90'ını bu hastalık nedeniyle yedim. elimle sürekli bir şeylerde ritim tutarım. masa, sandalye, bacaklarım, dizlerim, hatunumun kıçı hiç fark etmez, ses gelsin yeter en kralını çalarım. ben gidip gelirken sıkıntıdan oturduğum koltukta cajon usulü çalarak oyalanıyordum başlarda, günlerden bir gün de sesi sahiden güzel olan bir arkadaş nöbet kulubesinde başladı mırıldanmaya. zaten müziğe hasret kalıyor insan askerde. tüm gün karadeniz tv izlemekten horon teper halde gezmeye başlamışız. ben de aldım miğferi koltuğumun altına başladım düm tek düm tek girişmeye. eleman da gaza geldi o bağırıyor, ben abanıyorum ama her telden. sonra çocuk dedi "abi ne güzel çalıyorsun darbuka mı var evde ?"dedi. "yok ömrümde elime almadım." dedim. "al abi o zaman." dedi.

    nöbet biter bitmez askeri gazinoda acemilikten arkadaşım vardı. bastım gittim yanına dedim "şu enstrümanlar arasında darbuka var mı ?" bir tane kırık dökük çıkardı bir şey. başladım kurcalamaya. hani legonun parçası lappp diye yerine oturur gibi , kıçın klozete tam sığması gibi, sevişmek gibi lan!!! dedim budur abi benim enstrümanım. askerden döndüm seneler oldu. evde 6 tane darbuka vardı en son bir kısmını hayrına ilgisi olan arkadaşlara dağıttım.

    çok uzattım farkındayım özür de dilerim ama bir noktaya değinmek için anlattım bu hikayeyi. eğer enstrümanınızla sahiden bir bağ kurmak istiyorsanız öncelikle neye yeteneğiniz olduğunu bulun. (tabi müzik kulağınız olduğunu varsayıyorum şu anda.) teknik olarak ana elemanlar ; vurmalı (bkz: perküsyon), telli sazlar ve üflemeli sazlardır. ben mesela yıllarca üflemeli denedim 3 parça çıkartamadım adam akıllı. ama perküsyona geçtiğimden beri dinlediğim her parçaya, ama her parçaya metal olsun, rock olsun, klasik müzik olsun hatta ninemin eve yaklaşırken ki yürüyüş ritmine bile, eşlik edebilirim. işte kendinize en uygun enstrümanı bulmak en önemlisi. gerisi zaten enstrümanla tanışma, ona ısınma, sık antrenman, ve en sonunda bütünleşme oluyor. ben mesela pırıl pırıl parlayan enstrümanları sevmem, bir çalgıcının enstrümanı ne kadar yıpranmışsa, bilin ki o kadar cebelleşmiştir onunla. artık siz konuşun o size aletiyle eşlik etsin.

    bunu belirlemek için kolay bir yöntem var aslında. bir şarkıyı dinlerken hangi enstrümanı duyuyorsanız ilk olarak; o sizin enstrümanınızdır. deneyin bunu mutlaka. hangisini duyup, takip edip içinizde hissedebiliyorsunuz. bir his oluşmuyorsa zaten dinlemenin keyfini çıkartın. boşuna uğraşıp, sonra beceremeyip özgüveninizi "yeteneksizim lan ben" damgasıyla kırmayın. bu bok da böyledir. varsa bünyede çalarsın, yoksa bir ömür boyu uğraşsan ancak ezberden nota çalarsın.
  • bir müzik enstrümanı çalmak.
    müzik enstrümanı çalmak, müziği bir alet vasıtasıyla yapmaktır. en önemli müzik enstrümanı gırtlaktır, yani insan sesidir.
    bunun dışında sonsuz farklı enstrüman çeşidi olabilir. ses dalgalarını farklı frekanslarda üreten her malzeme, her sistem enstrüman olabilir.

    enstrüman çalarken önemli olan başlıca 3 temel unsur vardır.

    ton: enstrümandan çıkan sesin kalitesi.
    teknik: iyi bir ton çıkarmak için önemli olsa da başlı başına üzerinde çalışılması gereken, farklı notalar arasında istenildiği şekilde dolaşılmasını sağlayacak bedensel hazırlık.
    müzik: çalgıcının içinde duyduğu sesler. ancak iyi bir teknik ve iyi bir tonla anlam kazanabilecek ama olmazsa olmaz en önemli husustur.

    (bkz: müzik yapmak)
  • müzisyenlerin enstrüman çalarken beyinlerinde adeta havai fişek patladığını biliyor muydunuz? dışarıdan sakin ve odaklanmış görünebilirler ama eminim beyinlerinin içinde parti vardır. bu çıkarımımı neye mi bağlıyorum?
    şöyle ki son 20 sene de sinirbilimciler fmrıtarama aletlerini kullanarak insanların test çözerken, kitap okurken, problem çözerken beyinde karşılığı olan bölgeleri ve bunların o anki etkinliklerini izlediler.
    araştırmacılar katılımcılara müzik dinletince adeta havai fişek gördüler. beyinlerinin bir çok bölgesi aynı anda çalışıyordu. sesi işleyip melodi ve ritim gibi ögelere ayırdıktan sonra hepsini tekrar bir araya getirerek müzik deneyimi oluşturuyorlardı. ve beyin tüm bunları müziği duyduğu ilk andan ayağımızla ritim tutmaya başladı ana kadarki kısa zamanda yapıyordu.
    bilim adamları müziği dinleyenlerden ziyade müzisyenlerin beynine baktığında daha büyük bir senkronizasyon gördü. müzik dinlemek beyni ilginç etkinliklere soksa da enstrüman çalmak bütün bir vücut egzersiziyle eş değer.
    müzik neden beyni bu kadar heyecanlandırır. sinir bilimcilere göre enstrüman çalmak beynin hemen hemen her bölgesini meşgul ediyor, özellikle görsel, işitsel ve motor kortekslerini. beyindeki corpus callosum bölümünün yani iki yarımküre arasındaki köprünün hacmini ve etkenliğini arttırmıştır. bu, müzisyenlerin sosyal ve akademik ortamlarda sorunlara daha yaratıcı ve farklı çözümler bulmasını sağlar.

    ps: ingilizceden yarım yamalak çevrilmiştir.
  • yaş ile alakasız, hemen hemen herkesin bir yerden başlayıp kendince yetkin hale gelebileceği eylem.
hesabın var mı? giriş yap