• hasan bin ali radıyallahu anh: dayım hind bin hâle, peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sıfatlarını güzel anlatırdı. ben de onun anlatmasından hoşlanırdım. sormam üzerine bana allah resûlü sallallahu aleyhi ve sellemi şöyle anlattı:

    "allah resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, çok yakışıklı ve alımlıydı. mübarek yüzü dolunay gibi parlardı. orta boydan biraz uzun, uzun boydan biraz kısa idi.
    başı büyük, saçı dalgalıydı. saçları kendiliğinden iki yana ayrılırsa öylece bırakır, toplamaz, bir taraf sarkarsa öyle bırakırdı. saçlarını uzattığı zaman kulak memelerini geçerdi.

    teni beyazdı, alnı genişti, kaşları gürdü. iki kaşı arasında, kızınca beliren bir damar vardı. burnu gayet güzeldi. kaşlarına yakın kısmında hafif bir yükseklik, parlayan bir nur vardı. dikkatli bakmayan adam, onu biraz kıvrık burunlu sanabilirdi.
    gür sakallı, iri gözlü, düz yanaklı idi. ağzı geniş, dişleri inci gibi parlaktı. dişleri seyrekti. boynu sanki bir ışık huzmesiydi. endamı ve uzuvları uyumluydu, mutedildi. etleri kesinlikle sarkık değildi. karnı ile göğsü aynı seviyedeydi. iki omuzu arası geniş, omuz kemik başları kalındı.

    giderken ağır ağır giderdi. ölçülü ve dengeli yürürdü. yavaş, vakarlı, fakat hızlı yürürdü, yürürken sanki bir meyil iner gibiydi. dönerken tüm vücuduyla dönerdi. gözleri yere bakar hâlde olurdu. yere bakışı göğe bakışından daha çok ve daha uzundu. bakışları son derece anlamlıydı. arkadaşlarıyla yürürken, onları önüne alırdı. rastladığı kimseye ilk selâmı o verirdi.
    birbiri ardınca hüzünlü düşüncelere dalardı. daima düşünür haldeydi. onun hiç rahatı yoktu.

    lüzumsuz ve boş konuşmazdı. susması uzun olurdu. söze başlarken de bitirirken de yumuşak konuşurdu. söylemek istediğini tam anlatan kelimelerle, gayet güzel ve özlü konuşurdu. sözlerinde ne fazlalık olurdu, ne de eksiklik. kaba değildi.
    hiç kimseyi küçümsemezdi. az bile olsa, nimete önem verirdi. yiyecek ve içecekleri ne överdi, ne de beğenmeyip kötülerdi.

    dünya ve dünyalık bir şey onu öfkelendirmezdi. ancak haksızlık yapılınca öfkelenir ve haksızlık giderilinceye kadar hiçbir şey öfkesini durdurmazdı. hiç kimseyi tanımaz hakikatı haykırırdı. kendi nefsi için kızmaz ve onun için intikam almaya kalkışmazdı.
    işaret ederken, parmağıyla değil, eliyle işaret ederdi. bir şeye hayret edip şaştığı zaman avucunu çevirirdi. konuşurken, sağ elinin ayasını sol elinin baş parmağıyla bitiştirirdi. öfkelendiği zaman, can yakmaktan ve azarlamaktan kaçınırdı.
    gülerken gözlerini yumardı. gülüşü genellikle gülümseme olurdu, dişleri dolu tanesi gibi parlardı."

    dayımın anlattıklarını epey zaman hüseyinden gizledim. sonra ona anlatınca, onun benden önce bunları dayıma sormuş olduğunu anladım.
    hüseyin, babasına, peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin giriş, çıkış, oturuş ve kalkış şekillerini de sormuş, sormadık bir şey bırakmamış. babası da ona anlatmış:
    "evine izin isteyerek girerdi. evindeki zamanını üç kısma bölerdi. bir kısmını allaha, bir kısmını ailesine, bir kısmını da kendisine. sonra da insanlara ayırırdı.
    ileri gelen kimselerle, sâde kimselerle konuşur gibi konuşurdu. onlardan hiçbir şeyi saklamazdı. ümmete seviyelerine göre davranırdı. herkese kendi durumuna göre değer verirdi. insanların dindeki niteliklerini önemserdi. dinde bilgili olana daha başka bakardı.
    insanların kiminin bir, kiminin iki, kiminin de birçok ihtiyaçları olurdu. bunları da gözönünde tutar, ona göre davranırdı. onlarla ihtiyaç ve maslahatlarına göre meşgul olurdu. kendilerine lâzım ve lâyık olanı onlara bildirirdi. şöyle derdi:
    "burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın! bana ihtiyacını ulaştıramayanların ihtiyaçlarını bana ulaştırın! çünkü ihtiyacını bildiremeyenlerin ihtiyacını yetkiliye ulaştıranın, allah, kıyamet gününde ayaklarını kaydırmaz."

    daima doğrunun yanındaydı, başkasını kabul etmezdi. insanlar, onun yanına geçici olarak girerler, ama tatmin olmuş bir hâlde çıkarlardı. huzurundan birer öncü ve yol gösterici olarak ayrılırlardı.
    peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, dilini tutardı, ancak insanları birbirine sevdirecek, birbirleriyle kaynaştıracak şeyleri konuşurdu. onları ürkütüp kaçırmazdı.
    her toplumun liderine önem verirdi, ikramda bulunurdu. daha sonra onu toplumunun üzerine vali yapardı. ona itaat etmelerini, güzel ahlâkıyla ahlâklanmalarını tavsiye ederdi.
    arkadaşlarını özler ve sorardı. insanların, durumlarını ve işlerini de sorardı. güzele güzel, çirkine de çirkin derdi. işi daima dengeli idi, tutarsız değildi.
    gaflet ederler korkusuyla, kendisi kesinlikle gaflete düşmezdi. bezerler, usanırlar diye lüzumundan fazla söz söylemezdi. daima hazırlıklı ve dikkatli olurdu. hak ve hakikattan ayrılmaz, öbür insanların hakkı çiğnemelerine de izin vermezdi.
    onun yanında, insanların en üstün ve en iyileri, ihlas ve samimiyet bakımından en ileri olanlarıydı. katında mertebe bakımından en büyükleri, insanlarla iyi geçinen ve yardımlaşmayı başaran kimseler olurdu.

    peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, herhangi bir fayda söz konusu olmadan, ne otururdu, ne de kalkardı. kendisine özel yerler edinmezdi. belirli oturma yerleri edinmekten insanları nehyederdi. bir topluluğun yanına geldiğinde, meclisin bittiği yere ilişip otururdu. böyle yapılmasını da emrederdi.

    meclisindeki kimselerin her biriyle ilgilenir, farklı davrandığı izlenimini vermezdi. ihtiyacını gidermesi için onunla oturan veya onu ayakta tutan kimseye karşı sabırlı olur, o kişi ayrılmadıkça kendisi onu terkedip ayrılmazdı.
    biri kendisinden bir şey istediğinde, onu mutlaka verirdi, ya da tatlı sözler söyleyerek onu savardı. güler yüzlü oluşu ve herkese nazik davranışı, onu halka âdeta baba yapmıştı. herkes onun katında ve nazarında eşitti.

    meclisi bir olgunluk, sabır, güven ve haya meclisiydi. orada sesler yükselmez, namus ve haysiyetler çiğnenmez, kimseye sataşılmazdı. gayet dengeli ve hayalı idiler. birbirlerine takva tavsiye ederlerdi. son derece mütevazi idiler. küçükler büyüklere saygı, büyükler de küçüklere sevgi ve şefkat gösterirlerdi. ihtiyacı olanları kendi nefislerine tercih ederler, garibe yardım elini uzatırlardı.
    allah resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, daima güler yüzlü, yumuşak huylu idi, sert ve kaba değildi. gürültücü ve hayasız da değildi. kusur arayan, gereksiz yere insanları öven biri de değildi. arzulamadığı şeylere kulak asmazdı. kimseyi umutsuzluğa düşürmezdi. herkese ümit verici davranırdı.

    üç şeyden uzak dururdu: gereksiz yere tartışmak, fazla konuşmak ve kendisini ilgilendirmeyen şeylere ilgi duymak.
    insanlarla ilgili şu üç şeyden de uzak dururdu: kimseyi kötülemez, kimsenin kusurunu, gizlisini ve ayıbını araştırmazdı.
    ancak fayda umduğu şeyleri söylerdi. konuştuğu zaman, yanındakiler sanki başlarında kuş varmış gibi sakince başlarını eğerlerdi. ancak o sustuğu zaman konuşurlardı. yanında tartışmazlardı. biri konuştuğu zaman herkes susar ve onu dinlerdi, sözünü bitirinceye kadar söze girmezlerdi.

    onların konuşmaları da bir başkaydı. onların güldükleri şeye o da gülerdi, hayret ettiklerine o da hayret ederdi.
    gelen yabancının, aşırı ve mantık dışı davranışlarını sabırla karşılardı, onu azarlamazdı. arkadaşları bazen buna kızarlardı da, o onları sakinleştirir, şöyle derdi:
    "böyle kimseleri gördüğünüzde, ona gerçeği gösterin!"
    övgüyü, ancak hakkını verenden kabul ederdi. kimsenin sözünü kesmez, bitirmesini beklerdi. adam, ya bitirir, ya da kalkıp giderdi.

    onun susması dört maksat içindi: hilim, hazer, takdir ve tefekkür. takdiri, fark gözetmeksizin insanlara bakmak ve aynı şekilde dinlemekti. düşünmesi, hem geçici olan dünya, hem de sürekli olan âhiret hakkında idi. hilmi ise, sabrında idi. zira, onu hiçbir şey kızdırmaz ve ürkütmezdi.
    hazeri dört şeyde tecelli ederdi: kendisine uyulması için en güzel olanı almak, vazgeçirmek amacıyla kötüden uzak durmak, ümmeti için yararlı olan hususlarda fikir üretmek, dünya ve âhiret hayatlarını temin edecek hususlarda onlar için çalışmak."

    hasan radıyallahu anh. taberânî.

    anam babam sana feda olsun...
  • hayatında kimseye bağırıp çağırmadı, kimseyi kırmadı. öldüğünde geride yamalı bir hırkadan başka birşeyi yoktu. bütün ashabınca yaşarken ve müslümanlarca gıyabında sevgi ve saygı duyulan bir insandı. öldüğünde ömer kendini kaybetmiş, "kim muhammed öldü derse boynunu vururum" demişti. ebu bekir bir süre sonra "herkes bilsin ki muhammed'e inanan için muhammed bir beşerdi öldü, allah'a inanan için ölümsüz olan allah'tır" diyerek ömer'i yatıştırdı.
  • http://ffrf.org/…y/2003/april/index.php?ft=sapolsky

    uzaktan alakali; sara, sizofreni ve samanlarla ilgili kismi ilginctir, okuyun perspektif edinin, yoksa sirf totolojiyle bir yere varilmaz hayatta, okuz gelip okuz gider insan

    edit: bu yaziyi okuyup ikna olmayan okuz oluyor demiyoruz (zaten yaziyi okuyanlar bilecekler adamin kesin bir sey iddia etmedigi, "boyle de bir aciklamasi olabilir bunu atlamayalim" havasinda yazdigini), perspektif edinmek taraf tutmayi yahut kesin yargiyi gerektirmiyor cunku.. bilmemek ve ogrenmemek arasinda firtinali bir iliski vardi bir de
  • su anda cok sakinim ve son derece efendi bir uslupla -okuz mokuz demeden- bir cogunuzun da burada deginecegim bazi noktalari onceden dusunmus oldugunuzu kabul ederekten, hz muhammed ile ilgili olasiliklari siralamak ve bunlar uzerinden bir tartisma analizi yapmak ister deli gonlum:

    1) sirasiyla yahudilikte, hristiyanlikta ve islamiyette anlatilan yaratici gercektir (bilincli, zeka ve bilgi sahibi, uzay-zamanin disinda, antropomorphic [insana benzeyen, insan-merkezci], insanlari test eden, cennet ve cehennemi yaratan, seytanla mucadele icinde olan, evreni bu test ve mucadele icin bir sahne olarak yaratmis, vs) ve hz muhammed onun elcisidir. bu allah anlayisiyla ve judeo-christian dogmayla (islamiyeti de icerir bu baglamda) uyusmayan, tarih boyunca ortaya cikmis, ilkel olsun organize olsun, diger tum dinler/dogaustu inanislar yalandir ya da yanilsamadir.

    2) bir dogaustu kuvvet vardir (sadece allah gibi degil, bilincsiz bir guc de olabilir), hz muhammed de evrenin bu sirrina vakif olmus, buddha gibi biridir, dolayisiyla "dogruya" ulasmak icin secilecek bir cok yoldan biridir. lakin islamiyeti sekillendiren dini dogmalar sonradan ortaya cikmis, yahut semitik (sami) dinlerin dogmalarindan uyarlanmis ve ona atfedilmistir; yani bir nevi hristiyanliktaki hz isa'dan sonraki degisime benzer bir surec izlenmistir.

    3) hz muhammed iktidar icin bilincli bir sekilde insanlari kandirmis, ardillari tarihi degistirerek bu mucadeleye kutsal ve pozifit bir anlam kazandirmistir.

    4) hz muhammed kisisel iktidar hirsi icin degil, daha iyi bir toplum yaratmak icin, yani duzgun isleyen ve sartlara uygun bir ahlak anlayisina dayali bir toplum duzeni icin bu ise girismistir. bu toplumdan gucunu alan etkin bir siyasi ve askeri kuvvetin olusmasi bir yan etkidir, onun asil amaci degil. her halukarda, ends justify means dusturundan yola cikmis, amacina ulasmak icin de yepyeni bir kutsal doktrin uydurmak yerine de halihazirda bilinen sami dinlerinin anlayisina kendine uyarlamis, bu sayede saglam bir mesruiyet edinmis

    5) hz muhammed kimseyi kandirmamistir, lakin dogaustu bir yani da yoktur. basitce, ogretisine samimi olarak ama yanlis nedenlerle inanmistir. mesela tipki bazi sara hastalarinda oldugu gibi dogaustu aciklamalara normalden fazla egimlidir ve onculu olan sami dinlerindeki inanislarin etkisiyle kendini elci olarak gormeye baslamis (bunun gunumuzde de ornekleri var, epilepsi nobetleri ozellikle temporal lobe'u etkilediginde bu tip semptomlar artiyormus). kerameti kendinden menkul baska bircok peygamber ve dini hareket tarihin tozlu yapraklarina gomulurken, hem sosyo-politik nedenlerin uygun olmasiyla, hem de sami dinlerinin insanlara daha cazip gelmesiyle (ruhun olumsuzlugu, ilahi adalet, cennet, iyilik dolu bir yaratici) onderi oldugu toplumsal hareket kritik esigi asmis ve ondan sonra tarih, ona gereken mesruiyetini sonsuza dek bahsetmis.

    belki baska olasiliklar da vardir ama simdilik duralim: sorun nedir? sorun bunlardan hangisinin gercege daha yakin oldugunu bulmak. din felsefesi, mantik, tarih, antropoloji, psikoloji, politika ve noroloji bize bu konuda yardim edebilir. ben bunlari gozonune aldigimda son ihtimali daha akla yatkin buluyorum ama kisisel inancim onemli degil, su anda kimseyi de bu yonde ikna etmek gibi bir derdim yok. onemli olan, insanlarin ilk iki ihtimale (yani kutsal icerikli ihtimallere) nasil olup da vardiklari, bu surecte izledikleri yoldur. bunu anlamanin en iyi yolu sokratik metodla bolca soru sormaktir.

    lakin benim bu noktada karsilastigim ilk sorun su ki, bir kez sorgulama yoluyla bir sonuca varmaya basladiniz mi, ister istemez, hz muhammed disindaki bilinmezler de bu sorgulamayi etkiliyor: dogaustu guclere inanmak, spesifik olarak allah'a inanmak, hz. muhammed'den sonra gelenlerin tarihsel anlatimi carpitmis olup olmadigina inanmak gibi. yani tartismanin odak noktasi cogu zaman daha bastan sapiyor ve anlasmazliklar, iki tarafin aslinda bambaska seylerden bahsetmesinden kaynaklaniyor.

    bu baglamda, tartisma teknigi aciisindan ilginc buldugum icin, hz muhammed'in gercekten de bir elci olmadigi olasiligini ortaya atinca alacaginiz cevaplari irdelemek istiyorum:

    1) "ne yani, butun bu evren bir sans eseri mi yaratildi, ona mi inaniyorsun buna inanmiyorsun da".

    basit bir ornekten basladim. iki ayri hata var. birincisi bu tur cevaplar hz muhammedin mesruiyeti konusuyla degil, dogaustu bir yaraticinin varligi konusuyla ilgililer, o yuzden tamamen gecersizler. ikincisiyse either or fallacy denen hatadir, yani bir insan hem evrenin sans eseri ortaya bu haliyle cikmadigina hem de hz muhammedin gercekten allahin elcisi olmadigina inanabilir. hatta hem bir yaraticiya inanir, hem de allahin, yani islamiyetin tasvir ettigi yaraticinin varligini reddeder ki bu da otomatikman hz muhammedin peygamberligini kabul etmemek demek.

    2) "bu kadar insan hz muhammed'e inaniyor, hepsi salak da bir tek sen mi akillisin" (sozlukte de bolca gorebilirsiniz bunu)

    gorundugunden cok daha onemli bir aciklama bu, cunku uzerinden daha detayli konulara giris yapacagim, uzun uzun yaziyorum: argumentation kavraminin bircok ogesi vardir, burada da herseyden once isin retorik kismina bakalim. retorik, kurulan mantiktan bagimsiz olarak, onu dinleyen kesime en uygun ve etkin bicimde iletmekle ilgilidir. burada da savunma tarafi, "hepsi salak bir tek sen mi akillisin" diyerek hz muhammedi sorgulayani saldirgan ve kendini begenmis biri gibi gosteriyor ve dinleyicinin, argumanlarin iceriginden bagimsiz bir sekilde karsi tarafa negatif bir onyargi beslemesine neden oluyor.

    halbuki veri eksikliginden dolayi yanlis bir inanca sahip biri peki hala cok zeki olabilir, dogru seye inanansa akli melekeleri yerine bunu tamamen aldigi egitime borclu olabilir. hz muhammedi sorgulayan biri de kendini zeki, digerlerini aptal olarak gormek zorunda degil. kaldi ki kisinin boyle bir kendini begenmislik icinde olmasinin, argumanlarinin dogrulugu/yanlisligi uzerinde, yani konu uzerinde, en ufak bir etkisi yok.

    retorik kismini gecersek, aptal/akilli ayrimi ayriyeten bir de mantik hatasina dalalet. buradaki hata bir yanlis onkabul (false assumption), o da, insanlarin inanclarina akilla vardiklari onkabulu. yukarida dedik ki, akilli insanlar bilgi eksikligiyle yanlis inanclara varabilirler. ama bu bile sunu varsayiyordu: herkes, tecrubelerinden elde ettigi tum verileri sentezleyerek, olabilecek en uygun aciklamayi getirir.

    bu rasyonel yaklasim, bilimin isleyisinin merkezinde bulunuyor ama hemen hemen hicbirimiz kisisel inanclarimizi boyle ozgur bir akli muhasebeyle belirlemiyoruz, demografik sebeplerle o inanclara sahip oluyoruz. yani cogunlugun hz muhammede inanmasinin temel nedeni musluman bir ailede dogmus olmasi, tipki brezilyada dogan birinin buyuk ihtimalle katolik olacak olmasi gibi. benim insanlarin atlamasina en cok hayret ettigim noktalardan biri bu ve iki dayanagi var:

    ilkin, ozgur bir muhasebe icin yeterli veri lazim, yani konumuza uyarlarsak, hz muhammed inancina saglam bicimde ulasabillmem icin yukarda bahsettigimiz bilim dallarina ek olarak , iyi bir felsefe temelim olmasi lazim, ustune diger dinlerin aciklamalari hakkinda da egitim almam lazim. islamiyet disinda hicbirsey ogrenmemis birinin hz muhammed inanci ne kadar saglam ve degerli olabilir? saniyorum gunumuz turkiyesinde ve dunyada bu baglamdaki donanim eksikligi uzerinde uzun uzun konusmaya gerek yok.

    ikinci nokta ise tamamen demografik yapiya endeksli: yeterli veriye sahip olsak dahi, dogdugumuz yere ve aldigimiz egitime bagli olarak, bir suru onyargiya, sartlandirmaya, yanliliga tabiyiz. bilgimiz var ama bunlari sentezleyecek mantik donanimimiz hatali.

    bu iki etki birlikte gozonune alininca, hepimizin farkinda oldugu son derece bariz bir gercek on plana cikiyor: yunanistan sinirlarina girince bir anda insanlar akli melekelerini kullanarak ortodokslugu secerken, egenin bu tarafindaki bizlerin istisnasiz sekilde bambaska bir sonuca varmasi baska neyle aciklanabilir? beyrut gibi karisik sehirlerde dahi musluman ailelerin cocuklarinin musluman olmasi, hristiyanlarin hristiyan yetistirmesi, bir durzinin budist bir cocugu olmamasi salt tesaduf olabilir mi? eger herkes akliyla bu isi secseydi, dini inanc dagilimlarinin politik-demografik dagilimlarla pek guzel ortusmesinin tek aciklamasi tesaduf olmaliydi.

    bu baglamda, kisilerin inanclari saglam temellere dayanan cikarimlar degil de, neredeyse tamamiyle tesadufe bagli etmenlerle belirleniyor.

    buradan da basa donuyoruz, yani "bu kadar insan inaniyorsa..." savunmasi, aslinda tamamen o inanca bagli topluluklarin dger topluluklari siyasi,askeri ve kulturel olarak domine edebilmesine indirgeniyor. bir de elbette, bir inancin insan psikolojisine cazip gelip gelmemesine. yani mesela nihilizmi yaymak icin, olumsuz ruh ogretisine sahip bir dine kiyasla, cok daha buyuk bir propaganda emegi gerekecektir.

    buradan da, savunmanin temellendigi diger bariz mantik hatasina gorunmez bir gecis yapiyoruz: argumentum ad populum. birseye inanan insan sayisi, o seyin dogrulugunun ihtimalini degistirmez; o ihtimal, inanclarin temel aldiklari nedenlere gore degisebilir ancak. yani nicelik degil, niteliktir onemli olan. 1 milyon kisinin yildirimin zeus'tan geldigine inanmasi, 1 tane bilimadaminin deneylerini ve mantik kurgusunu en ufak bicimde zayiflatamaz.

    dini doktrinlerin dogalari sorgulamaya acik olmadigindan, sorgulayan da cogu toplumda ciddi bicimde cezalandirildigindan, her nesilde demografik etkiler sebebiyle ve "e bu kadar insan inaniyorsa gercektir" dusuncesiyle daha da kuvvetlenecektir. yani ilk evrelerinde kritik esiki asan her turlu inanc sistemi bu yolla mesrulastirilabilir; scientology hala mucadele verirken mormonlar biraz daha yakinlar bu esige, hinduizm ise coktan asmis durumda ornegin.

    3) "hz muhammedden veya diger dinlerin iddialarindan sana ne kardesim, inanani mutlu ediyorsa birak"

    yine tartisma teknigi acisindan ilginc bir ornek, cunku uyumlu bir butun olarak gorunse de, bu cumlede aslinda iki ayri iddia var ve bastan bunlari ayirmazsak sonradan zorlanabiliriz.

    birincisi bana giren cikanin ne oldugu, yani daha genel anlamda baskalarinin inanclarini sorgulamaya hakkim olup olmamasi. bu aslinda benim gibi zibidilerin kisisel hakkindan ibaret degil, cok daha derin bir konu ve temelinde cozulmemis bir ikilem yatiyor; basit bir ornekle aciklayayim.
    -devlet inanc ozgurlugunu garanti ediyor.
    -devlet dini orgutlerden vergi almiyor ve bazi ayricaliklar taniyor.
    -devlet her onune geleni dini orgutlenme diye tanimiyor
    -bu ne bicim bir inanc ozgurlugu, kime gore neye gore sinir cekiyoruz?

    simdi dusunelim, islamiyet'in turkiyede din olarak taninmasi, evrensel kaidelere gore cok mantikli olmasindan veya lehinde karsi konulamayacak kadar cok ve kesin kanit bulunmasindan dolayi mi, yoksa bahsettigimiz demografik nedenlerden dolayi mi? hadi semitik dinler her yerde biliniyor, peki niye scientology amerikada kilise statusu kazanabilmisken ingilterede boyle bir hakki yok?

    simdi bir adim daha ileri gidelim: hz muhammed'in mesruiyetini sorgulamayalim, diyelim buna hakkim olmasin. fakat islamiyet bundan ibaret degil. evlilik, kurtaj, hirsizlik, kadinin rolu, kilik kiyafet, egitim gibi bircok alanda, yoruma acik bir cok emri var. kac kisi hz muhammed'in allahin elcisi olduguna inanip, sunnete riayet etmeyecek? kac kisi sunneti kanun kabul edip, onun otesine karismayacak? yani nerede duracak bu is ve ben hangi noktadan sonra uygulamalari sorgulama hakkina erisecegim, hangi noktada cocuklarimin nasil egitilecegine ses cikaracagim?

    varmak istedigim nokta belli: bir inanc sisteminin iddialarindan suphe duymak dogaldir, hatta bu supheleri dile getirmek sadece hak degil, sorumluluktur da. cunku insanlar toplum icinde yasarlar ve inanclar da salt kisisel olgular degildir, toplumsal boyutlari vardir.

    yani senin neye inandigin ister istemez beni ve cocuklarimi etkiliyor. hatta daha ilginc bir ornek olarak, senin neye inandigin kendi cocugunu da etkiliyor, lakin kimsenin kendi cocugu ustunde sonsuz bir hakki yok, olduremezsin ornegin, devlet gelip seni hapse atar. peki inanc konusunda sinir nerede olmali? istedigin herseyi cocuguna asilayabilmeli misin? ilk tepkimiz elbette "sana mi soracagim" olacak ama ozellikle demokratik toplumlarda, eger senin verdigin din egitimiyle buyumus cocugun yarin oburgun oy kullanip, herhangi bir konuda (kurtaj hakki gibi) benim hayatimi kokten degistirebilecek bir konuma gelecekse ve ben, "ulan bu konuda senin sidikli cocuguna mi soracagim" diyemiyorsam, bu iste bir gariplik var. elbette bu konularda gri tonlari epeyce mevcut, ama kesin olan birsey su ki, en ufak bir sosyal boyutu bulunan her inanc sisteminin, en temel doktrinlerinin dahi, kisisel inanc ozgurlugu kilifi altinda durust bir sorgulamadan muaf olmamasi gerektigidir.

    "inanani mutlu ediyorsa birak" kismi da yukardaki argumanlardan nasibini almali elbet. fakat onlara ek olarak, soyle bir acilimi var: dinlerin dogruluguyla yararlari farkli konular. insan bir yalana inanarak mutlu olabilir (hatirlayalim, bunu yapmasi icin illa aptal olmasi gerekmez), bu sartlar altinda o yalanin standart olmasi, dogma haline gelmesi iyi midir kotu mudur? yani kirmizi hap mi mavi hap mi kardesim? ustelik bir dinin ne kadarinin ne kadar yalan oldugu belirsizligi de isin icine girince iyice karmasiklasiyor bu ignorance is bliss ikilemi.

    ve tabii en tarafsiz haliyle, soyle bir soruna yolaciyor: dogrulugundan emin olmadigim bir olgu, seni mutlu beni ise mutsuz yapiyorsa (yukarda degindigimiz sosyal acilimlari araciligiyla) ne olacak bu is?

    4) "hanginizin deli olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler." (kalem 68/5-6)

    ilkin, oculu boculu seylerle insanlari iknaya calismak, arguman eksikligine dalalet eder. bir yaratici olduguna, bu yaraticinin allah gibi bir varlik olduguna, onun peygamberleri olduguna ve hz muhammedin de bu peygamberlerden sonuncusu olduguna inanmak (hepsine birden inanmak) icin one surulen sey "cikista gorusuruz" mealinde, ustelik hicbir zaman da dogrulugu test edilemeyecek bir tehditse size hayirli gunler dilerim. hele ki "allahin etkisinden bagimsiz bir ozgur iradeye dayanarak yapilmis eylemlerin adaletli bicimde degerlendirilmesi" gibi bir ahlaka dayanan bir inanc sisteminde, inancinizin ufak bir kismi dahi odul/ceza uzerine kuruluysa zaten bu sizi ahlaksiz yapmaya yeter. (ya da odul ceza sayesinde allah ozgur iradenize karisiyor demektir ki bu da bence tum judeo-hristiyan doktrininin bariz bir zayifligi)

    ikincisi sorun ise daha temel: sorgulanan sistemi, o sistemin sinirlari icinde kalan, dolayisiyla harici bir referans noktasi tarafindan onaylanamayacak bir iddiayla savunulamaz.

    ornegin, dunyaca unlu bir fizikcinin herhangi bir iddiasini sorgularsaniz, alacaginiz cevap nasil ki onceki ornekler dogrultusunda "ben dunyanin en unlu fizikcisiyim, dedigim dogrudur" veya "bu kadar insani ikna ettim, hepsi aptal da bir sen mi akillisin" gibi bir sey olmaz, ayni sekilde bu konumuz baglaminda da "teorim dogrudur cunku son kitabimin ucuncu sayfasinda yazdigina gore bu kitapta yazan hersey dogrudur ve inanmayan zamani gelince karadeliklere dusecektir" gibi birsey diyemez. onun yerine kendi kendini dogrulayan soylemlerinin disina cikip, harici bir referans noktasina gore iddialarini hakli cikarmak zorundadir, "su su su deneyleri yaptim bu sonuca vardim, isteyen aynisini kendi labinda yapsin gorsun" gibi.

    ayni sekilde "x dininin kaynagi su su su nedenlerle dunyevi olabilir; tarihte sonradan kutsallikla bezenmis bircok tarikat liderinin hikayesi var, din kurup basarisiz olan bircok insan var, bunlardan bazilarinin epilepsi hastaliginin inanclarina etki ettigi biliniyor, bu sartlar altinda allah inancinda bir sakatlik gormezsek dahi, 1400 yil once yasamis bir sahsin gercekten sozkonusu allahin elcisi oldugunu nereden bilecegiz" diyen birine "cunku x dininin kitabinin ikinci sayfasina gore x dini gercektir, kaynagi dogaustudur" demek tamamen anlamsiz birsey, acemi bir totoloji. oysa ki, "hayir cunku one surdugun nedenler hatali", "hayir cunku x dininin kutsalligina olan inancim baska saglam temellere dayaniyor" gibi harici etkenlerle desteklenmis bir cevap lazimdir.

    hicbir inanc sistemi self-referencing'le ayakta duramaz; ustelik ayet vererek self-referencing savunma yapmayi daha da ironik kilan sudur ki, aslinda o inanc sistemleri su anda da o temeller ustunde ayakta durmuyorlar zaten. ornegin kuran'da salt "bunlara inanin, cunku bunlar dogrudur" denseydi buna kimse ikna olmazdi. elbette mutemadiyen boyle totolojiler var dini kitaplarda ama arada harici nedenlere de basvuruluyor; ornegin evren gibi, hayat gibi, insan bilinci gibi kaynagi bilinmeyen (artik bazilari neredeyse biliniyor denilebilir ama bu konumuz disinda) olgulara aciklama getiriyor, dahasi bunlarin karmasikligini on plana cikararak gucunu kanitliyor (bkz: ey yumurtaya can veren allahim), varolussal absurdlugu bir cerceveye oturtuyor (hepimiz variz cunku tanri bizi test ediyor, hayatin anlami bu), tereddutte olanlari bir odul/ceza sistemiyle iknaya calisiyor (cennet cehennem), vs.

    kisacasi dinin kendisi bile "bunlar dogru kardesim, cunku ben dedim, suphesiz gunun birinde goreceksiniz" demekle kalmayip binbir taktikle insani iknaya calisirken, bu sisteme inanan birinin savunmasinda totolojiyi on plana cikartmasi iyice garip.

    5) son olarak "bu inanc isleri akla mantiga uymaz kardesim, bosuna sorgulama, bunlarin hicbir anlami yok; ben inaniyorum ve bunu ne senin aklina ne de kendi aklima anlatmak zorunda degilim"

    geldik zurnanin zirt dedigi yere. katildigim bir cok tartismada olay burada baslayacagina burada bitiyor. bu da bende dogal olarak su ilk tepkiye neden oluyor: bu bir devekusu taktigi; insanlar celiskiye dustukleri vakit kendilerini en cok rahatlatan secenegi seciyorlar, bu da cogu zaman zaten aliskin olduklari mevcut inanclari oluyor. bu tip islemler cogu zaman bilincaltinda olup bitiyor zaten, biz secimimizi orada coktan yapmis oluyoruz, geriye bunu bilincin rasyonalize etmesi kaliyor.

    neyse bunlar spekulasyon da benim ilgimi ceken asil sey, inceledigimiz savunmanin temelinde yatan varsayim, yani inancla aklin apayri platformda olmalari. buna kesinlikle katilmiyorum, hayatimda gordugum en vahim ve yaygin tarihi yanilsamalardan biri olsa gerek. bunu kanitlamanin da cok kolay bir yolu var: kimse akilda mantikta izdusumu olmayan tamamen fantastik bir seye inanmaz. bilimsel olarak kanitlanmamis bir fenomen uzerinde fikir yuruturken vardigimiz ve inanc diye etiketleyebilecegimiz muglak aciklamalar, rahatlatici ve onyargilarimiza endeksli olmakla birlikte, bariz mantiksal hatalardan arinmis ve bilgi seviyemizle paralellik gosteren aciklamalardir. yoksa sirf bizi rahatlatacak diye kimse allahin turk irkina kaynaklik etmis bir kurtun annesi olduguna ve turklerle savasmis herkesin otomatikman cehenneme gidip sonsuza dek karniyarik yiyecegine inanmaz (hem karniyarik cok guzel bir yemektir, cehennemde asla vermezler)

    yahut dinin disinda, daha genel olarak, bilinmeyen bir olayi hic alakasiz etmenlerle aciklamaya calismayiz, bu icgudusel olarak bize ters gelir. hayatin anlami 42 kez osurmak degildir mesela, anti-madde halamin sumuklerinin alfa kanalindan uzay zaman dokusunu etkilemesiyle olusmamaktadir, klavyeme dokundukca bilgisayarim tahrik olmamaktadir, 2 kere 2'nin kiraz ettigi bir gezegen yoktur, big bang'den "once" iki cekirge tavla oynarken kavgaya tutusmamislardir, evreni "gorunmez spagetti canavari" yaratmamistir... ama allah yaratmistir deriz. cunku spagetti canavarina kiyasla allah gibi omnipotent, omniscient bir varligin evreni yaratmasi daha akla yatkin. cunku evrenin yaratici olmadan ortaya cikmasi insan zihnine rahatlik veren birsey degil, uzay-zamandan once ne vardi bunlar neden oldu sorusunu geberene kadar sormak zorundayiz ve bir yaratici bu dogrultuda bizi tatmin edecektir. hayatin anlami da osurmak degil, bu yaraticinin bizi test etmesidir. evet daha akla yatkin, tamam.

    ote yandan biraz daha ileri gidip, tipki ucan spagetti canavarini sorguladigimiz ve inanc olarak kategorize edemeyecek kadar aptalca buldugumuz gibi, mevcut dini inanclari sorgularsak ne olur? mesela yaraticinin tesaduf eseri bu kadar insanmerkezcil olmasini merak edersek, yahut bizi test etme prosedurunun ozgur iradeyle cakistigini, bizi test etme gerekliliginin ise yaraticinin sonsuz iyilik ozelligine ters dustugunu soylersek, yahut doktrinin baska noktalarini elestirip fazlasiyla dunyevi bulup (dunyevi etmenlerle rahatca aciklanabildigini dusunup), ornegin panteizmi daha da akla yatkin bulursak, bu sefer "akilla iman ayri cicekleri sulayan yagmurlardir" gibi bir ciftestandartla karsilasiyoruz, isimize gelince aralarina duvar oruyoruz ve alistigimiz sinirlarin disina cikmamis oluyor. hayatimiz boyunca tukurdugumuzu yalamak zorunda kalmamak da bonusu.

    halbuki insan kendi hayatini gozlemleyerek bu cifte standardi gozlemleyebilir. akliniza gelebilecek hemen her turlu inanciniz, aslinda hakkinda yeterince bilgi edinemediginiz konularda yuruttugunuz dogru/yanlis fikirlerdir. inanclar, henuz bilimin kesinligine ulasamamis veya dogasi itibariyle hicbir zaman ulasamayacak teorilerdir, o kadar. dogdugunuz yere, aldiginiz egitime gore bu teorilerin dogasi degisik olabilir ama az cok ayaklari yere basacaktir her zaman ve psikolojinizin ihtiyaclarina paralel olacaktir. insanin hayalgucu dusunuldugunde olasi sonsuz sayidaki inanc sistemi yerine, bu sartlari yerine getiren sadece birkac duzine ana sistemin tarih boyunca dunyada yeserdigini hatirlamak yeterlidir, ve sizin inancinizin da bunlardan yalnizca biri oldugunu. sistemlerin genel hatlarinin ne idugu belirsiz kalp gozune degil, gunun sartlarina uygunluk gosterdigini hatirlamak yeterlidir, ornegin roma eski dunyanin hakimiyken kimsenin kalp gozunun hz muhammed'i buddhayi falan gormedigi, asurlular ve hititliler kuvvetlilerken kimsenin vaadedilmis topraklar pesinde abuk sabuk collerde kosturmadigini... sizin de olum korkusu yuzunden birseye inanmak icin dogal olarak meyilli oldugunuzu.. bu seyin tam olarak ne olacagina da dogaustu gercekleri tarttigi iddia edilen iman terazimizden, ozgur irademizden ziyade, o asurlulardan romalilardan beri gelen tarihsel surec icinde belirlenmis siyasi ve demografik parametrelerin belirledigini...

    ben inananlardan inandiklari seyi kanitlamalarini beklemiyorum, inanmayanlardan bir inanc sisteminin (veya ateizmde oldugu gibi hepsinin) yalan oldugunun kanitlamalarini beklemedigim gibi. daha kucuk olcekte, hz muhammedin gercekten allahin elcisi olup olmadiginin "karara baglanmasi" da umrumda degil. zira dogasi itibariyle bu konular bilimsel yontemin kesinliginin disindadir ama olasiliklarin ve akil terazisinin degil.

    ve eger ki akil ve inanc ayri diyarlarin degil de ayni dunyanin icinde yeseren kavramlar, eger ki inanclarimizi bilgilerimiz, ihtiyaclarimiz ve onyargilarimiz isiginda akil yuruterek belirliyor ve sosyo-politik sartlara uygun olarak yayiyoruz, o zaman inananlarin en azindan doktrinlerinin mantiksal hatalarina akla yatkin aciklamalar getirebilmeleri lazim, tartisirken de yukarda bahsettigim ve atladigim bircok hatadan kacinabilmeleri lazim. bunlari yapamadan ozgurce inancini secmekten falan bahsedilemez.

    nasil ki varolussal hezeyanlarla basedemeyenlerin bir kismi kendini dine veriyor, muminlerin de "inancim sorgulamadan muaftir","hesap gunu geldiginde gorursun" gibi cocukluklari birakip, durustce kendileriyle hesaplasmalari ve gerekirse azizlerini, peygamberlerini, tanrilarini, yaradilis efsanelerini oldurup, varolussal hezeyanlarin umutsuzluk dolu pencesine kendilerini birakmalari lazim.

    edit: kafa karisikligi olmasin diye ekleyeyim, en basta dedigim, insanlarin yeterli veriyle ve ozgur ve hatasiz bir mantikla inanclarini secmedikleri, kontrol edemedikleri etmenlerin daha belirleyici olduguydu. sonda bahsettigim ise, her turlu inancin iyi kotu akla yatkin hale getirilebilir oldugu, aksi takdirde birak toplumsal bazda ciddiye alinmasini, kisisel olarak da cogumuzun onlari ikna edici bulmadigi, bu yuzden de akilla imanin ayri olmadigiydi. iki baglamda da akil kelimesi kullanildigindan celiskili gozukebilir ama epey farkli seylerden bahsettigimi dikkatle okuyanlar rahatca anlar.

    edit: takip eden fikirler ve duzgun entryler uzerine bilahare yorum yaparim (bkz: jimi the kewl) ama simdilik diyecegim su ki, bu kadar notr bir uslupla yazilmis, kimseyi birseye ikna etmek istemedigini acikca iki defa belirtmis, bilimi arkasina aldigini falan iddia etmemis sadece ufak bir noktada norolojinin konuyla olasi bir alakasini belirtmis, aslen ne din kavrami uzerine ne de hz muhammed uzerine bir kesin karara varma cabasi gutmeyen (boyle bir seyin gudulemeyecegini de acikca belirtmis), odak noktasi ilgili tartismalardaki bir takim yanlislari inclemek olan bir yazi hakkindaki bazi yorumlari okuyunca "bambaska seylerden bahsediliyor yahu" diye dusunmemek elde degil. neyse, birtakim onyargilar yuzunden okudugunu anlamakta gucluk cekenlerle ve illa yazarina gizli bir amac atfetme zorunlulugu hissedenlerle tartismanin dahi iyi bir yani var: baska bir yolla derdimi anlatamayinca zorla sukuneti ogreniyorum. bu gidisle yakinda alcakgonullu bile olurum.
  • özde kandırmış olmakla itham edilip, meşruiyeti sorgulanan, sonrasında getirdiği öğretilerin de paralel sorgulanmasıyla tanrının sorgulanmasına kapı açılacak, aracı ve elçi kişilik.

    hz muhammed'in medeniyet tarihi ve gelişimindeki yerini basit bir kandırma ve zeka ile açıklamaya çalışmak cok büyük yanılgı. zira bir insan ne kadar zeki olursa olsun, ne kadar kabiliyetli olursa olsun kandırma argümanları sonsuza kadar cari bir sistem ortaya koyamaz. tarihte etrafındaki insanları büyülercesine etkilemiş nice liderlerin nüfuzu bir kaç nesli geçmiyorken, muhammedin sisteminin gün be gün geliştirilip uygulanmasının sırrını açıklayan tek izahat ilahi oluşluğu olarak karşımıza çıkıyor.

    hz muhammed'in öğretilerinin önceki dinlere yakın oluşu, onların terkibi gibi görünüşünün sebebi getirdiği öğretide yatmaktadır ki, bütün semavi dinler tek merkezli tek kaynaklı demektedir. kendi zamanında, öksüz, yetim, ancak başkalarının vesayetiyle ve diğer tabirle, daha sonra kendisine inanacakların gözü önünde okuma-yazma bilmeden büyüyüp de. bir gün dünyanın en büyük sistemi ile karşılarına çıkmaları. ve o andan sonra kıyamete kadar tek bir tereddüte, tenakuza düşmeden bir bir söyleyeceklerini söylemesini şahsına bağlamak büyük bir haksızlık olur.

    söyledikleri hastalıklı, ya da daha metafizik ifadeyle büyülenmiş sihirli güçlere sahip birinin söyleyeceklerinin çok fevkınde şeyler. fizik ile açıklanamacak mucizelerini bile bir kenara bırakıp sırf geçmişine vukufiyeti ve gelecekle ilgili şaşmayan ve isabetli öngörülerine bile baktığımızda bu sözlerin bırakın hastalıklı, mükemmel bir insanın bile cok üstünde sözler olduğu aşikar.

    günümüzde nerdeyse tüm dünyanın savaş açtığı görsel yazılı tüm medyanın çabalarına rağmen, sigara gibi uyuşturucu gibi kötü alışkanlıklar noktasında toplumları bırakalım bireylerde bile bir mesafe katedilemiyorken. hz muhammedin yaşadığı ve öğretisini anlatmaya başladığı 23 sene zarfında araplar gibi son derece katı ve inatçı millete dinlerinden tutun en bağlı olduğu geleneklere kadar herşeyini değiştiren sistem olsa olsa o insanları ve karakterlerini de yaratan bir güçten geliyor olmalı.

    bu hareketin bu kadar çok ve uzun ömürlü karşılık bulmasının ana sebebi, insanlık boyunca sorgulanan kafa yorulan bütün sorulara en net, en tutarlı ve özellikle vurgulamak istiyorum en tatmin edici cevapları muhammed söylemiştir. ve bu öğretiler tek kişiden çıkmıştır. gerek yunan, gerek mezopotamya medeniyetlerinin eski kültürlerinden uzak, onlara bulaşmamış tamamen vahiy kaynaklı bir öğreti ki. eski, insanların kademe kademe ulaşmaya çalıştığı bilgilerin üzerine birşey koyarak değil, tamamen tek başına ve onları devirip yıkarcasına koyduğu bilgilerle insanlığı ve sorularını tatmin etmiştir.

    1400 yıl önce kurulan bu sistemin. bugün nerdeyse 300 yıldır update edilemeden, çağa uyarlanamadan, uyarlandırılamadan (çünkü islamı birleştirici, yeniden yorumlayıcı bir kurumun tesisi savaşlarla ve müslüman devletler arasına serpilen nifak tohumlu oyunlarla sürekli engellenmektedir) şu anda eski nakledilmiş bilgilerle yaşayan toplumları bile ilme, insaniyete, insanlığa faydalı olmaya yönetmesine bakıldığında ne kadar harika ve zamana hakim bir sistem olduğu aşikar olacaktır.
  • hz. muhammed hastalığı esnasında, "bana yazmak için bir şeyler getirin. size bir şey yazdırayım ki, benden sonra asla yol yitirmeyecesiniz" der.

    bunun üzerine sahabe böyle bir vasiyetnamenin yazılıp yazılamayacağı üzerine tartışmaya başlar. hatta sahabeden hz.muhammed'in hastalıktan dolayı böyle konuştuğunu söyleyenler de çıkar. yapılan tartışmalardan rahatsız olan peygamber vasiyetnameyi yazdıramadan öfke içinde hayata gözlerini yumar. (sahihi buhari; cihad bölümü cezaiz ve vefat bahisleri mısır 1327 h.c. 11, s. 122 vb.)

    başka bir kaynakta ise şu ifadeye yer verilir:

    peygamber, "bana yedi tulum su getirin yüzüme serpin, bir de kalem getirin. size bir şey yazdırayım ki benden ssonra asla yol yitirmeyesiniz" diye buyurunca, hz. muhammed'in eşleri ağlamaya başlar. ömer de kadınlara bağırıp çağırır. bunun üstüne hz. muhammed, "bu kadınlar, sizden iyidir" diye ömer'e çıkışır. (tabakat ve makrizi aktarma gölpınarlı, a.g.e., s.49)
    böylece vasiyetname yazılamadan hz. muhammed vefat eder.

    lay bir başka kaynakta ise şöyle veriliyor: "hz. muhammed kalem ister. fakat verilmez. tartışmalar başlar. hz. muhammed için "sayıklıyor" diyenler çıkar. hatta ömer, "kuran var, o bize yeter" der. (buhari'den aktarma gölpınarlı, a.g.e., s.51)
  • birtakım insanlar tarafından kötü mizaha alet edilmeye çalışılandır. hayır birileri "vay baba görüyo musun nası kafa buluyorum hadiseyle müthişim hafız mizaha gel" diye düşünüyorsa büyük bir yanılgıdalar. vallaha inanılmaz samimiyetsiz duruyor. inan bak!.. bi kere çok ayıp bir şey. ne diye yapılır bilmem. ha eleştir tamam, sev sevme ona da tamam da böyle de çok garip lan! çok kötü, ezbere, şov amaçlı, ayıp çıkışlar bunlar bebeğim. ondan sonra da kötüleyenlere fetullahçı metullahçı demişler. nası ezbere bir çıkıştır bu?! yoksa ben dinin korunmasında falan değilim isteyen istediği gibi eleştirsin.
  • kureyş kabilesinin önce varisi, sonra lideri. arap yarımdasında siyasi birliği çok tanrılı dinleri iptal ederek, kendi kabilesinin "ay tanrısı"nı* tek tanrı ilan ederek bunun felsefi temellerini yahudi-hristiyan öğretiler ile şekillendirerek sağlamış bir kişi. sunulanın tersine zengin, eğitimli ve sağlam hocalara sahip birisi.
    zamanında ötesinde editi: ahaha kötüleyen arkadaşlar, "kimdir nedir" sayfamı sürekli yenileyerek takip ediyorum. sıradan geçiriyorsunuz entrylerimi. bugün allah için ne yaptın? sorunuza bir yanıt olabildysem ne mutlu bana.
  • göreceliği olmadığını bildiğim fakat her insanda ayrı tanımı olduğuna inandığım islamın yüce peygamberi.çoğu inanan doğduğu yılı , nerde yaşadığını bilmez çoğu inananda yanında sanki 12 yıl geçirmiş gibi sabah dişlerini fırçalıyıp fırçalamadığına , hangi yemeği sevip sevmediğine ,sakalını kaç günde bir düzelttiğine kadar bilir.özel hayatına ki kitle iletişiminin hiç olmadığı dönemlerde de dahi en çok saygısızlık edilmiş peygamberdir kanımca.
hesabın var mı? giriş yap