• filmin esas sorusu, watanabe ölümünden haberdar olmasaydı, kamu için yaptıklarını yine yapar mıydı? cevabı yardımcısı ağzından kaçırıyor esasında: hepimiz her an ölebiliriz. zaten watanabe' nin elinde mide kanseri olduğuna dair kesin bir kanıt da yok, doktoru hafif bir ülserden bahsediyor fakat o hastanede karşılaştığı bi hastanın sözüne itimat ediyor ve ölümün farkına varıyor. bu enformasyonu her insan her daim çevresinden alıyor zaten, mide kanseri olmasak da hepimiz bir gün öleceğiz ve hatta hayat seks yoluyla bulaşan ölümcül bir hastalıktır, değil mi? öyle.

    bu açıdan bakınca filmin ismi de daha bir anlamlı oluyor zira ölen bir adamın değil yaşayan bir adamın filmi, bir kendini inşa hikayesi ikiru. ölümün farkına varmanın yarattığı şok ile ortaya çıkan farkındalık ilk olarak bohem bir tüketici yapıyor watanabeyi, yardımı da anlamsız romanlar yazan bir yazardan alıyor. fakat tüketimin getirdiği anlık mutluluk ve özgürlük hissi sabah olduğunda tüm tatmini de gecede bırakıyor. kadınlar, içki, gece hayatı gibi hayatı boyunca bulaşmadığı bir çok uyaran, watanabe'nin geceyi gözü yaşlı bitirmesine engel olamıyor. ilk raundu böyle kaybediyor watanabe ve anlıyor, tüketmek bir boka yaramıyor.

    yaşam dolu odagiri'nin hayatına girmesiyle başkaları için bir şeyler yapmanın tadına varıyor bu sefer fakat yine de bir türlü onun kafasına ulaşamıyor zira o hep hayat dolu, kendinde ise bir şeyler hep eksik. e soruyor sen nasıl böyle olabiliyorsun, cevap odagirice ama anlam açık: üreterek, başkaları için üreterek. oyuncak üretiminde işçi olmak için masabaşı memuriyeti bırakmış odagirinin cevabı watanabenin varoluşçu damarını kabartıyor ve yeniden doğumunu gerçekleştiriyor. bu yeniden doğumu kurosawa, mevzu bahis konuşmanın geçtiği ortamda doğum günü kutlayan bir grubun happy birthday to you nidalarıyla verir ki, anlatan sinema için eşşiz bir sekans ortaya çıkarır.

    eh damarı bulmuştur artık watanabe, mutluluk üretmekte, başkaları için üretmektedir. toplumun değil ama halkın yararına üretmektedir. belediye, toplum için inşa edilmiş çalışır gözüken(ki toplum bunu ister) kurum iken, o halkla ilişkiler masasının hakkını vermek adına halk için çalışan bir adama dönüşmüştür. filmin başında mizahi bir dille savsaklanan çukuru park haline getirir ki, bu çukur yoidore tenshi'den emanet tüm pisliklerin kaynağı olan çukurdur, watanabe ise onun üzerine çocuk parkını ve yaşamını inşa eden adamdır.
  • kanımca kurosawa'nın en felsefi, en iyi filmi. ölümü yaklaşan watanabe'yi gece alemlerine götüren adamın söyledikleri güzeldir:

    ben anlamsız romanlar yazan biriyim.
    beni düşündürttünüz bu gece.
    talihsizliğin asaleti hakkında söylenenlerin gerçek olduğunu şimdi anlıyorum.
    çünkü talihsizlik bize gerçeği öğretir.
    kanser,hayatınız konusunda sizin gözlerinizi açmış.
    biz insanlar çok dikkatsiziz.
    hayatın güzelliğini, ölüme rastlayınca anlıyoruz.
    fakat sadece birkaçımız ölümle yüzleşebilir.
    daha kötüleri, ölmeyinceye kadar hayat hakkında bir şey bilmiyor.
    muhteşemsiniz. hayatınza bu yaşta isyan ediyorsunuz.
    asi ruhunuz beni harekete geçiriyor.
    hayatınızın kölesiydiniz. şimdiyse onun efendisi olacaksınız.
    demek istediğim, hayattan zevk almak insanların görevi.
    boşa geçirmek, tanrının bu büyük hediyesinin kutsallığını bozmak.
    hayat konusunda açgözlü olmalıyız.
    bizlere açgözlülüğün kötü olduğu öğretildi, fakat bu artık eskidi. açgözlülük bir erdemdir.
    özellikle hayata karşı açgözlülük.
    hadi gidelim.
    boşa geçirdiğin hayatı düzeltmeye gidelim.
    bu gece senin mephistopheles'inmiş gibi davranmak benim için büyük bir zevk olacak.
    karşılık beklemeyen iyi bir mephistophales.
  • kurosawa'nın en bilinen filmi değil, hatta en az bilinenlerden biri; belki en iyi filmi de değil ama filmografisi içinde en farklı yerde duran filmi. öncelikle kurosawa denince akla gelen şeyler bu filmde yok, özenli sinematografi hariç. genelde kamerasını geleneksel japonya'ya, samuray kültürüne çeviren üstad bu sefer japonya'nın modernize edilmiş fakat bürokrasi çarklarında boğulmakta olan tarafına bir bakış atıyor, şehir hayatını bir neo realist edasıyla çiziyor kamerasıyla ve tüm bunları altı ay ömrü kalan ve bu haberle hayatını bir hiç uğruna harcadığına karar veren bir karakteri temele oturtarak yapıyor.

    kurosawa'nın temel olarak iki derdi var. birincisi; yaşamanın ne anlama geldiği, gerçek anlamda ne olduğu üzerine. yaşam ve ölüm kavramları film boyunca ters yüz ediliyor; ki filmin ikinci yarısındaki kurgusunda ölmüş olan adamımızın gerçekten yaşamak için neler yaptığını flashbacklerle görüyoruz. yani yaşarken ölü olan kişi öleceğini anladıktan, ölüm fikriyle yüzleştikten sonra yaptığı işlerle, geride bıraktıklarıyla gerçek anlamda yaşamaya başlıyor. işte yine tam bu noktada kurosawa'nın ikinci derdi devreye giriyor: bürokrasiye sağlam bir şekilde giydirmek. zamanında sinema sektöründeki denetimle birlikte bürokratik engellerden çok çektiği belli olan kurosawa; adamın gerçek anlamda "yaşamak" için yaptıklarını, bürokrasiyi aşmak, kendisine dayatılan rutini değil, işe yarayacak gereklilikleri sağlamak eksenine oturtuyor. yani burada bürokrasi fikri ölümün ta kendisi. yaratıcılığı, işe yararlığı, verimliliği kısıtlayan ama yeri geldiğinde olumlu sonuçları kendine adayan saçma sapan bir denetim mekanizması. göze sokmadan, bakın mesaj veriyorum demeden bu iki konuyu öyle harmanlıyor ki kurosawa, bugün benim diyen sinemacının iki saatte bu naiflikle bu netliğe ulaşması çok ama çok zor. yeniden çevrim söylentileri dolaşıyordu bir aralar, şimdilik ses seda yok, olmaz da umarım.
  • '90'ların başlarındaki bir yıldı, istanbul film festivali'nde bu filmi seçmiştim. çarşamba günü saat 15:00 matinesi diye hatırlıyorum. osmanbey gazi sinemasında film.
    evde oturuyorum, saat 11, 12 diye ilerliyor. dışarıda göğün dibi delinmiş. biraz serince, hayli kasvetli bir nisan günü...
    gitsem mi, gitmesem mi diye düşünüyorum. ev kanlıca'da. arada bir gelen mecidiyeköy otobüsü bekle (2 bilet), osmanbey'e kadar yürü, film bitince mecidiyeköy'e yürü, sonra yine arada bir gelen beykoz otobüsünü bekle (2 bilet daha), eve dön.
    cebimde sadece 4 bilete yetecek para var çünkü.
    "ulan, gideyim hadi, biraz hareket olur," diyerek kalkıp gidiyorum.
    film siyah-beyaz. hayatını saçmasapan şeylerle harcadıktan sonra bir gün kanser olduğunu öğrenip kalan kısacık ömrüne anlam katmak için çırpınan japon amcanın öyküsünü, sonlara doğru gözümde dışardaki yağmurla yarışan yaşlarla seyrediyorum.
    film bitiyor, dışarı çıkıyorum, yağmur devam ediyor. gözümde yaşlarla mecidiyeköy'e yürürken kafamda pink floyd'dan time çalıyor:
    "ticking away the moments that make up a dull day. you're fritter and waste the hours in an off-hand way..."
    o bitiyor, orhan gencebay başlıyor:
    "benim halimden ancak... yaşarken her gün ölenler anlar!"
  • ---spoiler---

    çekildiği dönemdeki japon kent yaşamına zekice iğnemeleri olduğuna inandığım bir film olan "ikiru" , 30 yılını bürokrasinin öğütücü çarkları arasında kepekli un haline getirmiş kahramanımız watanabe ve onun çöküş, arayış ve eureka sını anlatır. watanabe'nin bu ruhsal yolculuğunu anlatırken 2. dünya savaşından çıkmış olan japonya ve batı kültürünün sam yeli gibi dağıttığı kentsel yaşamı göstermekte.
    filmin başlangıcındaki; yavaş işleyen ve insanlıktan çıkmış o kemikleşmiş bürokrasinin nasıl işlediğinin anlatıldığı sekansda, gayr-i ihtiyari de olsa şemsi belli'nin anayaso şiirini selda bağcan'ı da anarak terennüm ettim...

    "yerin, yurdun adresesin bilmirem
    angara'da: anayasso !
    ellerinden öpiy hasso
    yap bize de iltimaso
    bu işin mümkini yoh mi hooy baboov ? "

    zap suyunun üzerine köprü yaptıran bu şiir tüm dünyanın başına çöreklenen o bürokratik umursamazlığın, japonya'daki çeşidinin bizde ki bir yansıması olsa gerek. işte kahramanımızı yavaşça tanımaya başlıyoruz. tabii ki onu tanımadan önce nasıl bir çamura saplandığını güzelce tasvir etmesi gerekiyor. nasıl bürokrasi makinesinin tüm elbiselerini ve ortaya çıkardığı anlamsız meşgaleyi üzerine giydiğini ve nasıl devamlı meşgul(?!) olduğu açılışta önümüze seriliyor.

    halkla ilişkiler şube şefi
    -çocuğumun hassas bir cildi var,
    -ve o pis su,onda isiliğe yol açıyor.
    -ayrıca sivrisinekleri de besliyor o pis su.
    -üstelik pis de kokuyor.
    -birşey yapamaz mısınız? eğer içini doldurursanız çocuklar için cok güzel bir oyun alanı olur.
    -biraz bekleyin lütfen.
    -lağım çukurunu şikayet etmek için gelmişler efendim.
    -mühendislik bölümü

    diyaloğa bakar mısınız... bu diyalog silsileler halinde ilerliyor tabii ki. mühendislik bölümüyle sınırlı kalacağını sanıyorsanız yanılıyorsunuz.

    "bu dünyada koltuğunuzu korumanızın en kolay yolu hiçbirşey yapmamaktır."

    bir zamanlar evli biraz da olsa tutkusu olan watanabe 20 yıl önce eşini kaybetmesiyle birlikte hayata olan bütün tutkusunu kaybeder. herşeyiyle varıyla yoğuyla hatta odagiri'nin tabiriyle bir mumyaya dönüşünceye kadar kendini belediyedeki memuriyetine verir. kardeşinin tekrar evlenmeye ikna etmeye çalışmasına rağmen, oğlu için evlenmez. işte tam burada kurosawa'nın japonya'daki batı özentisi ve bunun nasıl toplumsal yaşamı, aileyi ruhsuz hale getirdiğine dair ince göndermelerine rastlarız. hayatının 20 yılını oğlu için geçiren bir baba, 6 aylık ömrünün kaldığını oğluna söylemez hale gelmiştir.
    evet kahramanımız mide kanseridir. hastenede muayene ve sonuç için beklerken rastladığı kişi aslında o dönemlerde kanserin özellikle mide kanserinin japonyada çok yaygın olduğunun bir göstergesi olarak, doktorların nasıl bunu dolaylı yollardan watanabe ye söyleyeceğini anlatır. takashi shimura nın bu sahnedeki performansı hariküladedir.

    ve arayış başlar... daha doğrusu önce mideye inen bu yumruktan sonra kendine gelmek için kıvranmaya başlar. aslında savaş sonrası yediği yumruklardan kendine gelmeye çalışan bir japonya vardır karşımızda. mephistopheles'iyle tanışmayı bekleyen. filmin bu kısımlarında kentin çamur ve iğretilik akan yerlerini bir bir dolaşırız. komik ve eğreti bir biçimde dans eden kadınlar, hayatın kendisi sanılan striptizciler, size bir düzine şapkaya mal olacak çirkef kadınlar ve inanılmaz gürültüsü ve karmaşasıyla gece hayatı... yozlaşmaya yüz tutmuş bir toplumun kanayan yanları. evet kurosawa kamerayı bizim elimize veriyor ve al gez istediğin yeri istediğin gibi dercesine tüm ayrıntıları bize gösteriyor. watanabe'nin yitirdiği ve aradığı yaşam bu muydu? biraz önce de söyledim aslında watanabe'nin bu arayışı bir noktada o dönem japonyasınn arayışıydı. ve kurosawa herkesin bulduğu taşları eteğinde toplamak istercesine tek tek işaret etmekte herkesin ayrı ayrı eurekasını. watanabe'nin barda rastladığı entellektüel (?!) karakterin dilinden dinleyelim bir tanesini:

    "ben anlamsız romanlar yazan biriyim.
    beni düşündürttünüz bu gece.
    talihsizliğin asaleti hakkında söylenenlerin gerçek olduğunu şimdi anlıyorum.
    çünkü talihsizlik bize gerçeği öğretir.
    kanser,hayatınız konusunda sizin gözlerinizi açmış.
    biz insanlar çok dikkatsiziz.
    hayatın güzelliğini, ölüme rastlayınca anlıyoruz.
    fakat sadece birkaçımız ölümle yüzleşebilir.
    daha kötüleri, ölmeyinceye kadar hayat hakkında bir şey bilmiyor.
    muhteşemsiniz. hayatınza bu yaşta isyan ediyorsunuz.
    asi ruhunuz beni harekete geçiriyor.
    hayatınızın kölesiydiniz. şimdiyse onun efendisi olacaksınız.
    demek istediğim, hayattan zevk almak insanların görevi.
    boşa geçirmek, tanrının bu büyük hediyesinin kutsallığını bozmak.
    hayat konusunda açgözlü olmalıyız.
    bizlere açgözlülüğün kötü olduğu öğretildi, fakat bu artık eskidi. açgözlülük bir erdemdir.
    özellikle hayata karşı açgözlülük.
    hadi gidelim.
    boşa geçirdiğin hayatı düzeltmeye gidelim.
    bu gece senin mephistopheles'inmiş gibi davranmak benim için büyük bir zevk olacak.
    karşılık beklemeyen iyi bir mephistophales."

    toyo...
    kıpır kıpır, hayat dolu bir kız. watanabe'nin bölüm şefi olduğu yerde çalışıyor. onun tabiriyle watanabe bir mumya. hayat belirtisi yok. bir mumyadan tek eksiği sargı bezleri. çalıştığı yerden sıkılıyor. çünkü monoton, 1,5 yıldır değişen hiçbirşey yok. son 1 haftadır watanabe'nin işe gelmemesinden başka. ona hediye edilen bir parizyen bile havalara uçmasına yetiyor. batılı giyim onun için pahalı ama zevkli bir özenti. o dönem japon kadınlarının çoğunda olduğu gibi. "yemek yiyorum ve yaşıyorum" diyor. watanabe'yi hayretler içinde bırakırcasına... bir oyuncak tavşanda tüm çocukları görecek ve sevecek kadar hayat dolu anlayacağınız. bir sahne var ki watanabe'yle birlikte bir restorantda oturdukları harika. bu genç ve hayat dolu kadın karşısında bir mumya dururken solundaki el ele tutuşmuş kumrulara ve sağındaki doğum günü partisi hazırlıkları yapan yaşıtlarına gıptayla bakıyor. ne işi olabilir ki böyle yaşlı ve etrafındaki hayatı emen bir adamla? ve evet watanabe'nin eurekası o beyaz tavşanla başlıyor. okuduğum bir yorum var ki bence çok güzel bir bakış açısı. tam da o oyuncak beyaz tavşanı alıp merdivenlerden koşarcasına inen watanabe kameranın önünden geçerken, üst katta iyi doğdun sesleriyle bir parti verilmekte. evet o sahnede watanabe yeniden doğmakta çünkü aradığını bulmuştur. artık bütün bürokratik elbiselerini üzerinden çıkarıp son ayları için harcayabileceği bir tutkusu vardır. bir zamanlar onun yaptıkları kendine karşı yapılmakta fakat boynunu büküp ısrarlarına devam etmektedir. evet evet doğru tahmin ettiniz. o lağım çukurundan bir park yapmaya karar vermiştir. "kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum." dercesine belediye başkanının önünde eğilmiş boynuyla diretir. ne olmuştur? nasıl olmuştur? ölümünden sonra cenaze evinde hâl-i işrette olan yakınları ve iş arkadaşları da bilmez fakat sonunda o parkı yaptırmıştır.... mafyaya, bürokrasiye ve belediye başkanına rağmen...

    ikiru kanaatimce birçok göndermeleri olan ve samuray kılıçlarıyla tanıdığımız kurosawa'nın farklı bir filmi. araştırmalarım sırasında farklı çekim tekniklerini denediği ve varoluşçu bir çizgi içerisinde olan bu filmi dilim döndüğünce anlatmak istedim. bilmem ki becerebildim mi? bence daha ayrıntılı ve profesyonelce irdelenmesi gereken bir yapıt. ustanın bütün filmleri gibi...

    son söz...

    "life is brief. fall in love, maidens,
    before the crimson bloom fades from your lips,
    before the tides of passion cool within you,
    for those of you who know no tomorrow.

    life is brief. fall in love, maidens,
    before his hands take up his boat,
    before the flush of his cheeks fades,
    for those of you who will never return here.

    life is brief. fall in love, maidens,
    before the boat drifts away on the waves,
    before the hand resting on your shoulder becomes frail,
    for those who will never be seen here again.

    life is brief. fall in love, maidens,
    before the raven tresses begin to fade,
    before the flame in your hearts flicker and die,
    for those to whom today will never return."

    ---spoiler---
  • sinemasever boyutta bir ilgiyle, dünya sinemasının çeşitli güllerinden koklayarak o kültürlere dair bir şeyler kapmaya ve bunlara dair naçizane bir şeyler yazmaya çalışan biri olarak ne kadar daldan dala dolaşırsam dolaşayım arada bir akira kurosawa'da soluklanma ihtiyacı hissediyorum. "ben'i alın, sinema'yı çıkarın, sonuç 'sıfır' olacaktır." diyecek kadar sinemayla bütünleşmiş bir sinema üstadının büyülü dünyasında birkaç saat geçirmek farklı bir dinginlik hissi yaratıyor, yarattığı atmosferde bilgelik yüklü mesajlarıyla hemhal olmak kısa bir süre de olsa yaşanan hayatın usandıran gerçekliğinden uzaklaştırıyor.

    bu seferki soluklanma durağım 1952'de çektiği en sıkı filmlerinden olan ikiru (yaşamak) oldu.
    kurosawa, samuray kültüründen uzaklaşarak kent yaşamına odaklandığı ikiru'da; ölüm, yaşamın anlamı veya yaşamı anlamlı kılmak, yalnızlık, aile veya evlat olgusu, yabancılaşma, bürokratik yozlaşma gibi olgular üzerinde sörf yapıyor. ikinci dünya savaşı sonrası tokyo yansımaları, batılılaşma sancıları ve gece kulüpleri-devlet daireleri-aile yapısıyla japonya'nın politik ve kültürel çöküşü de filmin alt metinleri olarak okunabilir.

    takashi shimura'nın olağanüstü canlandırdığı kahramanımız kanji watanabe son 30 yılını bir devlet dairesinde, bir gün dahi izin almadan ve herhangi bir inisiyatif kullanmadan geçirmiş, kelimenin gerçek anlamıyla tam bir memur. zira kendi hayatı veya toplum için fark yaratacak hiçbir şey yapmadan edilgen bir şekilde çalışmış, amirlerine itaati en büyük sorumluluk belleyerek önündeki dosyaların içinde kaybolmayı tercih etmiş.

    yirmi yıl önce karısını kaybetmesi onun yalnızlaşmasında ana etken olmuş sanki. küçük oğluyla istediği derinlikte bir ilişki geliştirememiş fakat onun geleceği için çalışmış, biriktirmiş. "mumya" lakabı takılacak kadar ölü bir hayat yaşayan watanabe; hırs, tutku ve yaşam sevincinden yoksun bir ruh haliyle bürokrasi makinesinin anlamdan yoksun tüm meşgalesini bir elbise gibi giymiş üzerine.
    onu tanıtan dış sesin deyişiyle çok meşguldür o, hep meşguldür fakat hiçbir şey üretmeyen, sadece koltuğunu korumayı sağlayan bir meşguliyettir onunki. bu dünyada koltuğunuzu korumanın en iyi yolu bir şey yapmamak değil midir zaten.

    peki hayat bundan mı ibarettir?
    hayatı bir gölge gibi yaşayan karakterimiz, koskoca bir ömrün bu denli anlamsızlığa terk edilmeyecek kadar kıymetli olduğunu da, evrak yığınları arasında boşa geçirilen zamanın değerini de mide kanseri olduğunu ve çok kısa bir zaman sonra öleceğini öğrendiğinde idrak edecektir.

    ölümcül haberi aldığında kaderin soğuk, buz gibi rüzgarı bay watanabe'yi titretir. o dosya senin bu evrak benim kaptırmış giderken bir anda üç beş ay içinde öleceğini öğrenmek onu derinden ürpertir. geride dişe dokunur tek bir hatıra bile bırakmadan (yaşarken dememek için) nefes alıp verirken, onu titreten ölmekten duyduğu korku mudur yoksa geçmiş yaşamının koca bir hiçlikten mürekkep olması mıdır? doğru cevap ikincisi olsa gerek.

    bu sarsıcı haberi alınca oğlu ve gelininin şefkatinde teselli bulmak amacıyla eve gider ve onların odasında çöker kalır. lakin uğursuz haberi paylaşma imkanı olmayacaktır. çünkü oğlu ve gelini eve geç vakit geldikleri için onun karanlık odada iki büklüm vaziyette onları beklediğini fark etmezler. ve yeni ev alma planlarını onun ölümünden sonra kalacak olan mirası hesaplayarak yaparlar. duydukları zaten yalnız ve küskün olan watanabe için çok kırıcı bir etki yapar ve bilgiyi paylaşmadan sessizce ortamı terk eder.

    kurosawa burada can yakıcı bir gerçeğin altını çiziyor. babaların evlatlara bakışıyla evlatların babalarına bakışının hiçbir zaman aynı olmaması gerçeğinin. aynı olması mümkün olmuyor çünkü babalar sonuna geldikleri hayatı geçmişe bakarak okuyorlar ve geride bıraktıklarının geleceğini önceliyorlar. evlatlar ise henüz önlerinde koca bir ömrün kendilerini beklediği gerçeğinden hareketle hep ileriye bakıyorlar ve onlar için geriden gelenler (babalar), gelecektekiler (kendi çocukları) kadar kıymetli olmuyorlar.

    yabancılaştığı ailesinde bulmayı umduğu şefkat ve teselli elinde patlayan bay watanabe, ölüm gerçeğiyle yüzleşene kadar fark etmediği hayatın güzelliklerini doyasıya yaşama ve kaybettiği hayatı çılgınca telafi etme çabasına girişir. hayatın güzelliğini ölüme rastlayınca anlamıştır ve o güne kadar kölesi olduğu hayatın efendisi olmak için yaşamak isteyecektir kalan birkaç ayını. trajik olan ise bir ömür çalışarak biriktirdiği parayı nasıl yiyeceğini bilemeyecek kadar hayattan kopuk olmasıdır.
    gece kulüplerinde eğlenmek, ölesiye içki içmek, fahişelerle düşüp kalkmak mıdır peki hayatı yaşamak?
    önce bu yolu dener bay watanabe. fakat geç kalmışlık ve boşa gitmişlik duygularıyla patlayacak gibi olan yüreğini sakinleştirmek için sığındığı ailesinden şefkat göremeyen watanabe, o zamana kadar deneyimlemediği için merakla saldırdığı hayat tarzının da ruhunu teskin etmeyeceğini fark edecektir.

    ailesinin kalbini kırdığı, gece hayatının huzur vermediği watanabe ne yapmalıdır peki?
    zaman hızla geçmekte, ölüm yaklaşmaktadır. bir şeyler yapmalı, boşa giden hayatı anlamlı hale getirmeli, ölmeden önce yeniden doğmalıdır. bu düşünceler içindeki kahramanımız, aciz ve değersiz varlığının sona ermesini boynu bükük ve kendisine acıyarak geçirmemeye karar vererek bir karakter dönüşümü gerçekleştirecektir. bunu da yozlaşmış bürokrasinin tüm engellerini aşarak toplumunun ihtiyacı olan bir parkı yaptırarak başaracak, son aylarını bu amaç uğrunda anlamlı ve dolu dolu yaşayacaktır. onun gözünü açan ise normal zamanda ciddiye almadığı işyerindeki şirin ve sempatik kız olacaktır. evrakların tozlu dünyasında yitip gitmenin kendisine göre olmadığını görerek istifa eden ve severek yapacağı bir işe giren kızın hayat enerjisi watanabe'nin dönüşümünde ufuk açıcı rol oynayacaktır.

    kurosawa'nın filmini iki farklı bölüm halinde çektiği söylenebilir.
    ilk bölüm watanabe'nin ölüm haberini almasıyla içine düştüğü dehşetli ruh hali ve ölüm gerçeğiyle yüzleşmenin karakterinde yarattığı dönüşüm ile geçiyor.
    ikinci bölümde ise karakterimizin ölümünün ardından evinde yapılan taziye törenine katılan aile üyeleri, üst düzey bürokratlar ve iş arkadaşları arasında gerçekleşen diyaloglar ve watanabe'nin son aylarında yaşadığı dönüşümün geride kalanlar üzerindeki etkisini izliyoruz. kanser olduğunu bilmediğini düşündükleri watanabe'yi karakterinin zıttı bir kişiliğe büründüren ve onu bir kahramana dönüştüren sebepleri sorguluyorlar. hatta bu sorgulama kısa süreliğine de olsa bürokrasinin saçmalıklarını ve kurulu düzenin yaslandığı zemini de kapsayacak şekilde genişliyor.

    son olarak filmin en çarpıcı iki sekanstan bahsederek bitireyim.

    birinci bölüm; halkın büyük rahatsızlık duyduğu çamur çirkef içindeki bir bölgenin düzenlenerek bir parka dönüşmesi için mücadele ettiği süreçte o bölgenin rantı için pusuya yatmış mafya ile burun buruna geldiği sekanstır. "çeneni kapalı tutacaksın" diyerek yakasını çekiştiren suratı façalı mafya liderinin "hayatını riske atıyorsun!" tehdidine öyle bir bakışla bakar ki yüzündeki o korkusuz gülümseme ve derin hüzün mafya adamının pençelerini yakasından çektirecek ve nursuz suratındaki ürkütücü ifadeyi donduracak niteliktedir.

    ikinci sekans ise hem anlatan polise, "ruhumun en derin yerini delip geçti" dedirtecek kadar hüzünlü hem de sinematografik açıdan bir şaheserdir. bay watanabe, büyük uğraşlar sonucu yapılmasını sağladığı parktaki salıncakta, gece vakti yalnız başına sallanarak dokunaklı aşk şarkısını söylemektedir. tatlı bir kar yağmaktadır ve az sonra ölecek olan bay watanabe mutlu ve huzurludur.
  • nedendir bilmem, bana sabahattin ali'nin kürk mantolu madonna'sının raif efendisini hatırlatmış bir karaktere sahip kurosawa filmi.

    filmi izlerken o denli mahzunlaştım ki, aynı duyguları yıllar önce kürk mantolu madonna'yı okurken de hissetmiştim. raif efendi ile aynîleştiğim gibi watanabe-san (bkz: japonca -san eki) ile de hemruhlaştım.

    akira kurosawa'nın büyük olguları küçük hayatlarla anlatma sanatına ise ayrı bir hayranlık duyuyorum. (bkz: hats off)
  • bugüne dek pek çok filmde 6 aylık ömrü kalan birinin ne yapacağı/yapması gerektiği irdelenmiştir mutlaka. hiçbirisinde 1952 yapımı ikiru kadar tatmin edici bir yanıt oluşturulduğunu sanmıyorum. 30 yılını bir masanın başında mühür basarak ve hiçbir iş yapmayarak geçirmiş olan bay watanabe’nin (takashi shimura) 1 yıldan az ömrü kaldığını öğrenince, o güne dek yaşamamış olduğuna ayması ile gelişen olaylar filmin konusunu oluşturuyor. felaketler karşısında insanın özgürleşmesini gözlerimizle görmemiz için.
  • bilindik teması olduğu doğrudur. ancak her yönüyle tam bir yönetmen filmidir. kurosawa'nın kurgu numaraları, özellikle sonlardaki teatrallik görülmeye değerdir; oyunculuk üst düzeydir. hem ayrıca ne kadar tanıdık bir konu da olsa kesinlikle klişe bir son değildir filmdeki, bilakis filmi daha da önemli kılan o malum olaydan sonra olayların gelişme biçimi ve bununla birlikte görselliğin paralel değişmesidir.
  • yaşamak, bir akira kurosawa filmi.
hesabın var mı? giriş yap