• düşündüm benimkiler de büyüdükçe çekti mi diye. çocukken en büyük hayalim neydi, şimdi ne diye... motorlu kanatlardı, yelek gibi giyiyorsun düğmesine basıyorsun çalışıyo. burada yok ama almanyada falan kesin yapmışlardır bunu. bizim de almanyada benim tanımadığım bi akrabamız oluyo, istanbul'a gelirken bana bunlardan getiriyo bi tane. her gün kanatlarımı takıp bizim sokağın üzerinde uçuyorum . bütün çocuklar bi tur istiyo, hiçbirine vermiyorum. yalnız oğuz isteyince onu da yanıma alıp uçuyorum. karşı apartmanın çatısına tünüyoruz beraber, orada çekirdek yiyoruz. çok spesifik olarak çekirdek ama. romantik buluyormuş olmalıyım.

    yaklaşık 25 yıl geçti, şimdiki hayalim daha az mekanik. basit bir hamak. limon ağacının altında bir hamak, o kadar. yıldızları gören bir yerde olsun. bir de güzel bir ses sistemi olsun, müzik olsun hep. içimden geçen o anda çalınsın. karşımda bir dağ olsun. mümkünse hep gece olsun, ve hep dolunay yükselsin o dağın tepesinden. limon ağacının dalında bana arkadaşlık edecek bi cırcır böceği olsun yeter. hiç konuşmasın, sadece bi ayağıyla müziğe ritm tutsun sakin sakin, ki bileyim o da seviyor çalanı. karnım hiç acıkmasın ama limitsiz içecek olsun ve ne kadar içsem de hiç çişim gelmesin. bak düşündükçe hayal komplikeleşiyor. oysa haftalardır "sadece bi hamak" deyip duruyordum. belki de insan büyüdükçe hayalleri küçülmüyordur da, hayal kurmaya zaman ayırmadığı için detayları modellememiş, ilk aklına gelen dilekte yorulup bırakmış oluyordur?
  • e artık en ufak şeylerden mutlu olmaya başlamaktır. yaşlanmak yani.

    kim lise yıllarında yeni bir dil öğrenmeyi hayal olarak kurardı ki? her şeyi yapabileceğimi sanardım evvel aklımla, onlar zaten çantada keklik. en az üç dil öğrenecektim ki hazırlık sıfında öğrendiğim ingilizce' nin verdiği acımasız cesaretle ben. önümüzdeki beş yıl içinde ispanyolca ve fransızca öğreneyim mesela. parmağımın haritada rastgele gösterdiği bir ülkenin üçüncü sınıf bir otelinin tahta sandalyesinde oturup fransızca bir aşk romanı yazayım en acıklısından. yazıldığı dilde-fransızca mesela-bir şiiri eski sarı sayfalarından okuyup anlayabileyim.

    küba' ya gideyim ben. bir kereliğine gideyim, göreyim oraları. bir puro tellendireyim meydanda. günde iki saatlik uykuyla gezmediğim sokakları kalmasın küba' nın. şarabı şişesinden dikeyim ağzıma, kocaman kırmızı şapkam, askılı elbise, siyah aklet ve kot şortumla geçireyim bir yazı da oralarda. nedir?

    şanzelize caddesinde öpüşen sevgilileri fotoğraflayayım; karanlık odamda yıkayıp basayım. bir film festivaline gideyim fransa' da umrumda değil hangi yönetmenlerin, hangi senaristlerin elinden çıkmış olursa olsun. hangi akıma hizmet ediyor olursa olsun, hani sanatsal bir prestijinin olmasına da gerek yok, fransa' da bir film festivalinde bir tane ne anlattığını ilk defada anlayabileceğim bir film izleyebileyim sadece, ne bileyim?

    bir operaya gideyim londra' da. siyah bir arabadan ineyim uzun bacaklarımla. topuklu ayakkabılarım siyah, incecik belimi saran siyah bir elbisem, kırmızı rujum ve simsiyah belime kadar uzanan saçlarımla bir kerecik o arabadan inip, royal opera house' da baktım yarın "aida" varmış, onu izleyeyim mesela. bir kerecik ama. büyüdükçe hayallerimiz küçülüyor ya, hani öyle bir kadın olmak istemem bir ömür boyu, sonra türkiye'deki emekçiliğime geri dönerim vallaha.

    -"büyüyünce ne olacaksın?"

    sorusuna; doktor olacağım, avukat olacağım, mühendis olacağım klişelerinden başka verecek bir hayalim yoktu. yaşını başını, işini almış yirmi yedinci yaşına girmeme neredeyse çeyrek kala şimdi, bir atölyem olsun şöyle şehrin işlek caddelerinden birine bakan bir apartmanın on ikinci on üçüncü katlarında, stüdyo daire. gidip geleyim oraya. adresim belli olsun. sayılı kişinin yerini bildiğin, ortadan birdenbire kaybolduğumda beni bulabilecekleri bir sığınağım olsun, yeter. yazın buzlu içkimle, kışın sıcak kahve kucağımda; yazayım orda şehrin manzarasına nazır, bitti gitti. ne bileyim, bir şarkı da besteleyebilirim, resim falan da yapabilirim, hadi orası fotoğraf atölyem falan da olsun, önemli değil. bir şey üreteyim orda akşam iş çıkışı. bak iş hala var hayallerimde. küçük hayaller kuruyorum daha ne?

    yaşlanıyorum.

    takatin yok çocuk işte?

    hiçbiri olmayacak.
  • birilerinin sürekli olarak neyin mantıklı, neyin maktıksız olduğunu söyleyip durmasından kaynaklanan bir durum olduğunu düşünüyorum bunun.
    küçükken kurduğun hayallere karışan olmuyor. her ne düşünüyorsan, ''çocuksun ve olabilir böyle şeyler.'' büyüdüğündeyse, ''ama öyle olur mu ama bak mantıklı olsana ama bla bla...'' şekline dönüşüyor.

    zamanla, sıradan beklentileri olan sıradan bir insana dönüşüyorsun. ev, araba, güzel bir iş, para, evlilik... evine bilmem nereden getirdiğin bir parça ya da bilmem nerden aldığın herhangi bir şey, bunu düşünmüş olman, yapmış olman seni sanki farklı yapmış gibi bile düşünmeye başlıyorsun. ya da arabanın, çevrendekilerde olmayan bir parçası, özelliği falan. gayet sıradan olduğun halde, öyle değilsin sanıyorsun. korkunç değil mi bu?

    şu bize ''hayatın gerçekleri'' diye sunulan şeyler, sahiden de öyle mi diye durup düşünmüyoruz bile. büyürken, çevre tarafından törpülenmeye başlayan hayallerimizi, bir süre sonra düşünmekten bile vazgeçiyoruz. çocukken uzanıp, saatlerce hayal kuran insanlarken, zamanla hayal kurmadan belki yıllarımızı geçiriyoruz. ve bu sanki olması gerekenmiş gibi sunuluyor bize.
    ''çocuklar hayal kurar, sonra büyürler, çalışmaya başlarlar, x yaparlar, z yerler, y şekilde yaşarlar, t şekilde ölürler ve mantıklı olan budur.'' diyor birileri ve mantıksız olduğunun bile farkında olmadan, içselleştiriyoruz bu söylenenleri. evet korkunç...
  • buyudukce ki$inin kendisini tanimasi ve kendi sinirlarini ogrenmesinin sonucudur...
  • gerçekten herkeste var mıdır bilmem fakat sanırım giderek küçülen beklentilerimle tek başıma ben bir örneğim bu konuda. küçükken daha bir cesur oluyor insan. aslında ona cesaret de denmez. hayatın kazığını yememiş olmaktan doğan "asturonot olcam ben" atılganlığı ancak. şimdi düşünüyorum da hassiktir ordan diyesim geliyor kendi çocukluğuma. ama işte insan küçükken yeterince isteyen herkesin kıçına roketi bağlayıp uzaya fırlatıyorlar sanıyor. biz de o güruha katılıp uzunca bir dönem inanmıştık bu hadiseye. aslında düşününce neden istediğimi bile hatırlamıyorum. ne ki lan asturnot olmak. onca alet edevat ilginç geliyor demek. bence alsan o çok hevesli çocuğu 2 gün oynatsan o aletlerle istemez bir daha sıkılır. ama işte o ulaşılmaz hava var anasını satiyim. şimdi gelseler nasadan "hala istiyorsan seni asturnot yapacağız" deseler, hayatta atlamam lapin gibi, önce uzun uzun bir araştırırım; maaşı kaç para, mesai saatleri nasıl, sigortam hangi dereceden ödeniyor. iki üç tane mekanik dalgayla başbaşa kalacağım diye hayatta riske etmem kariyerimi.

    sonra mesela sünnet kasetimde kendimi izledim geçenyıllardan birinde. ne olacaksın büyüyünce diyorlar bana. üzerimde de kuş sürüsü tarafından tartaklanmışım gibi bir pelerin var. tüyler uçuşuyor her rüzgarda. elimdeki asayı şöyle bir sallıyorum ve "bilimadamı" diyorum. bakın asturnot olamayacağını idrak etmiş ancak bilim adamı olacağına hala inancını sürdüren asi bir ruh olmuşum o zamanlar. bilimadamı ne lan deseler. kesin üç cümle saçmalar susarım ama nerden görüyorsam canım çekiyor demek balon jojeler, barış manço deneyleri, bitmeyen çukulata hayalleri.

    sonra ortasona giderken falan iyiden iyiye tüm ilgim kız milletine kaydığı için bir dönem (hatta uzunca bir dönem) anatomi atlasından başka bilimle ilgili bir konuya yanaşmıyorum. ilgi alanım ve hayal dünyam öylesine ufak bir noktada dönenip duruyor ki halen en iyi bildiğim bilimsel veriler o kitaptan edindiklerimdir. o dönem de arkadaş muhabbetlerinde jinekolog olmayı istediğimi söylediğimi hatırlıyorum.

    yıllar sonra öss stresi falan başlayınca tıkandığım o hatun çıkmazından uyandım tabi yavaş yavaş. sınav sonucunda su ürünlerini kazanınca da tamamen hayatın acımasız gerçekleriyle yüzleştim. nerde kaldı astronot olmak isteyen o azimli çocuk, nerde yaz tatili boyunca bayat karides ayıklayan genç. bu hızla hayal küçültmeye devam edersem kırklı yaşlarımda moda sahilde şarap parası dilenmeye tav olurum kesin. yani aslında insanlar hayalleri için çalışmaları gerektiğini farkettiği andan itibaren yavaş yavaş vitesi düşürüyorlar. (en azından ben hep böyle yaptım) zaten şahsi fikrimce şu dünyadaki hiçbir bok eşekler gibi çalışmaya deymez. asıl olan kıçının sağlamda olmasıdır. zerre kıpırdamadan tüm gün televizyon izlemekten de büyük hayal fazla büyüktür. yaşasın üşenen halkların özgürlüğü, yaşasın küçük beklentiler.
  • kurulan hayallerdeki baş kahramanların küçükken tam kadro yanınızda olması, sonra siz büyüdükçe onların yavaş yavaş sahneyi terketmesi ve sizi hayalinizde bir başına bırakmalarının sonucudur bu.
  • bu tür, boktan amerikan filmlerinden ve rapçi dj orkun jargonundan devşirilmiş aforizmalar nasil duygusal firtinalara yolaçabiliyor af buyurun pek anlamiyorum. "hey dostum büyüdükçe hayallerin küçülüyor ha!" diyen bir adam görsem muhtemelen güler, "boşver moruk, bak kuş geçiyor" derim. ama "insanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü?" diye soran önemli bir filmin fragmaniyla ve amaçlarini/hayatini "hayallerle" tanimlayan, kendini ve geleceği "hayal" olarak gören birileriyle kavga ederim. "hayal görmenin" bu tarz bir yüceltilmesinde kişisel ya da toplumsal olarak olumlu, ileriye bakan anlaminda "ilerici", yaşanilan hayat koşullarini değiştirebilen anlaminda "isyanci" bir yan bulunmuyor çünkü. bir tür pişmanlikla ve kişisel trajediyle yüklü bu yüceltmenin yenileyen ve geliştiren yanindan çok çözen ve teslim olan bir yani var. denizalti olmak isteyeni, deniz durani yapan bir yan kisacasi.

    yani işin trajik yani saniyorum buradaki "hayal kurmak" meselesinin içi boş yüceltilmesinde tingirdiyor. hayal kurmayi yücelten, ama hayal kurmak konusunda topraktaki patatesler ve akvaryumdaki baliklar kadar beceriksiz olduğu sigara tutuşundan bile anlaşilan insanlarin, cezmiersözizm meşrebinden hayal kurmak meselesine duyduklari hürmette çarpik bir yan yok mu sahi? esnafin duvarindaki "veresiye veren" adam portresindeki örümcek bağlamiş fakirhanesi içinde ölümü bekleyen talihsizle, veresiyesiz, peşin çalişan esnafin altin paralar ziplattiği dombili göbeğinden yansiyan mutluluğun resmi bu hayal kurma kubartmasina da kolayca uyarlaniveriyor burada. resmin hayal kuran tarafindaki duygusal coşkulanimci ve pastoral çayir çimen içinde fakir fakir gülümseyen mahmut'un hayalleriyle, derinliğiyle ve içsel zenginliğiyle süslü yapay mutluluğuk, hayal kurmayan dombili sermayedar dünya mali zengini öküz ferit arasindaki karşitlikla ifadesini buluyor. hiç bir halt anlatmiyor, hiç bir şey önermiyor, hiç bir şey yapmiyor. karşisina geçip bilge bilge gülüyorsunuz. ama af buyurun bilge bir kadin adidir ve nice bilge tanidim hiç bilge değildiler. en hizli kirlenen beyazlar ve kurbağalara bakmaktan gelmekler kimseyi beyaz kurbağalar ailesinin bir üyesi yapmadiği gibi hayal "kuran/hayal kurmayan" tablosunun hayal kuran tarafini öpmek de kimseyi prens ya da prenses yapmiyor. evet hayat biberler kadar aci ve en az gomeda filminin lacanci okunmasi kadar gözyaşartici bu işler.
    ama hayat da böyle tuhaf çalişiyor işte mahmutum. göze, kulağa güzel gelen şeyler bazen çok boktan olabiliyor. göze çirkin gelen şeyler de bazen çok güzel oluyor. bu konuda verebilecek bir örneğim de var: safiye ayla.
    onun dediği gibi "senden bana yok bir fayda ey gül, gül yağını eller sürünür çatlasa bülbül.."
    hey gidi bülbül, çok pis hayal kurarsin...
  • bana uymamakta olan fikir..
    2 yıl evveli hayalimdeki evimde "kahverengi yumuşak deri okuma koltuğum" salonda köşede duran uzun ayaklı lambamın altındaki sehpam ile yanyana durmaktaydı..
    şimdi yer değiştirdi.. salon yerine yatak odama taşıdım bu üçlüyü, odayı büyütüp..
    zaten en son 4 oda bir salon fikrini benimsedim.. 2 oda 1 salon yeter diyordum başlarda..
    daha büyüyünce hangarda yaşamayı planlıyorum..
  • eyyy hayiüühakk gel kuralim bir perde, çatalim tepesine yine şu hayallenmelerin.
    "şimdiki durumu kabul edemem. şimdiki duruma ancak daha iyi bir durumu hazirlama imkani olduğu için kabul edebilirim. yaşamiş olmak, hiç bir yere varmadan ve varamadan sonuçlanan bu oyuna başka türlü katlanamazdim," buyurmuş koca burunlu bir alman. ya da öyle bir şeydi, yaşlaniyorum hatirlayamiyorum hepsini, ama hegel yanina gömülmek istemiş bunun. o yüzden eşcinsel sanmişlar hegel'i. yok demiş, ustamdir saygi duyarim. magazin tarafini daha iyi hatirladiğim için kendimden utaniyorum evet. ama eh, ustamdir saygi duyarim ben de. ki ustam karagöz dergahindan bir hayali olduğu dönemlerde adam gibi düşün, uçuşma lan diye çikişirdi bana da. olmaz derdim, ne işim var oyle düşünüp oturacağım senin yaninda, hem senin yanina gömülmem ben. üsküdarli fichte efendi olup, yokuştan çikan, mor türbanini yandan bağlayan kizin peşinden gittim. bilsem daha uzun süre giderdim. cumhurbaşkani olma ihtimalim olurdu. neyse, ahlaklar nomenler falan mor türbanli bir fenomenin dünyasinda zehir oldu. o da mor külhanli bir sanat tabi. ama hepsi geçmiş zaman. ve yine ama akilli okuyucu bilir ki, tipki kader gibi hayal de herşeyden önce zaman'la ilgili bir meseledir, hayali'nin hangi zamanda yaşadiği mühim değil. geçmişte yaşayan orospu çocuklarindan biri olarak iç rahatliğiyla ve engin bir deneyimle söyleyebilirim ki, geçmişe ilişkin hayal kurmak geleceğe yönelik tasarim yapmaktan daha kolaydir ve hayal kurmaktan kastedilen şey de genellikle geçmişe yönelik bir hayiflanmadir. ama yapabilen için bu da az şey değildir. nokta.

    ama noktanin öteki tarafinda "bu dünya bir gelindir yeşil kizil donanmiş, kişi yeni geline bakubani doyamaz" diyen bir taptuklu yunus var elde. eh doyamaz biliyoruz ama, o da niye "böyle geldi böyle gider, kim ola dünyaya doyar peymanesi doldu gider" diye de lafi ağzimiza tikiyor ki. (ak sakalli bilge ara kesiti: zaman zaman bezmi meyde peymane gibi dönmek gerekir evlat.) dolup gideriz ama yeni gelin'e doyamamak için yeni geline biraz yardim etmek gerekir be yunus. en azindan yeni gelini görülecek bir yere koymak gerekir. bilinmeyen bir gelinin de, hiç bilinmeyen bir durumun da hayali olmaz. olamaz. yani fenomenler nomenleri döver. çünkü akil kendini güvenceye almak ister, böyle geldi, böyle gider, der. sonuçta "durmayi ve böyle kalmayi hakli çikaran" tanrisal bir statüko arar, bulur ve hayali unutur, yüzünü aşka döner. ama her güvencenin bir riski vardir. mortgage hayal yoktur, ve siktiredin fichte'yi yillar önce okuduğunuz şeyler hala doğrudur. kapitalizm krizler yaratir, türbanli ya da türbansiz olmasi farketmez ve krizsiz yaşayamaz ve elbet bir gün çökecektir, yaşasin mücadelemizdir ama tabi japon mucizesi ürünü hayal kuran robotlar da rüyalarinda hisse senedi değil, kendilerine sonsuz yaşama enerjisi verecek mor türbanli kadinlar ya da erkekler görür. robotlardan bu beklenir ve çoğu zaman sizi hakli çikarirlar. hayallenmelerin olduğu kadar hayalerin de büyük bir bölümü de budur. hayallenmekle hayal arasindaki benzerliğin gizemini bilmez misin ey şaşkin. nokta.

    bu noktanin öbür tarafinda ise jetztzeit ile zeitgeist arasinda kavga vardir. jetztzeit öbürünü habire döver. aklini mantosuyla birlikte portmantoya belki de farkinda olmadan asan güzel kadinlar, salonun en yakişikli zeitgeist ruhunu ararlar. konusmak için değil, dans etmek için. ama en yakişikli zeitgeist dans bilmez, bir köşede oturur, hayal kurmaz. durup durur. hayal kurabilen jetztzeittir. ama kimse kiymetini bimez. ve o yüzden bize hayal değil, karmaşiklaştirilan ve zamanin soslarina batip çikarilan hayaller değil, umut lazimdir. en güzel danslari umut bilir. hayaller büyür küçülür farketmez. umut kaybolursa hayal'in de hayalinin de bir hükmü kalmaz. dans kalmaz. dans edemediğiniz hayat hayat değildir. o yüzden hayallere değil, umutlara biraz yardim etmek gerekir.. ve o yüzden en çok birbirimize yardim etmemiz gerekir. aynaya fazla bakmadan.
  • hayalleri büyüdükçe insanların küçülmesi kadar acı vermez.
hesabın var mı? giriş yap