• 84-85 yılları...levent ilkokulunda 1.sınıfız. günlerden bir gün haylazlığın sınırını aşıp, bir arkadaşın sanırım gırtlağını sıkmıştım. akabinde müdür hazretleri ibnetül bilmemkime şikayet edilmem suretiyle müdür odasına davet edilmiştim. bu ibnetül müdür elimi üçgen yaptırıp tam parmak uçlarına cetvelle vurmuştu götlek. ulan taş çatlasın 7 yaşlarında veletiz. "çek kulağımı gönder yavşak herif ne fantezi yapıyorsun" diyemedik tabi.
    bu da böyle bir anımdır.
  • bu başlığı görünce ilk okul ve orta okulda dayağını yediğim iki öğretmenim aklıma geldi. ikisinin de gelmişini geçmişini sikim
  • herkes yazsın ismini üçten fazla şikayet gelen öğretmenleri meslekten men edelim. atanamayan öğretmen meselesine çözümüm budur.
  • bir kadın ingilizce hocası lafa geldi mi insanlık konusunda vaaz verir fakat elinde sopa ile dolaşacak kadar da kendi ile çelişen biri kendine nasıl yakıştırıyordu sopa ile dolaşmayı anlayamıyorum. ne bu yani hayatta kalmaya mı çalışıyorsun da elinde savunma eşyası ile dolaşıyorsun ne kadar da ilkel bir durum keşke naif bir kadın olmayı tercih etseydin... akıllarımızda aptallığınla, acımasızlığında, beş para etmezliğinle kaldın. bir öğretmenin en büyük başarısı bana göre ileride öğrenciler tarafından güzel ve iyi hatırlanmaktır. her öğrencinin zihninde olumlu bir etki bırakmaktır. bir öğretmen adayı olarak en çok başarmayı istediğim durum budur.
  • korkunç bir dönemdi ve bize patladı. kulağımıza tırnak geçirirdi orospular. sonra da öğretmenlik kutsaldır. öyle kutsallık yerin dibine batsın.
  • bu dönemin, aşağı yukarı insanlık tarihine denk olduğu söylenebilir. türkiye özelinde son yirmi yılda gitgide azalarak hayatımızdan çıkmaya yüz tutsa da, pek çok ülkede doludizgin devam ettiğine de şüphe yok.

    fiziksel şiddet, eğitimin gereklerini yerine getirmeyen, eğitimin amacına ulaşmasını engelleyecek davranışlar gösteren öğrenciye verilen bir cezadan da öte, doğrudan eğitimin bir parçası olarak algılanan, pedagojik işlev yüklenen bir enstrüman. yani dayak, okulu okul yapan temel unsurlardan biri adeta, eksikliği durumunda eğitimin kaliteli olmayacağına inanılmış. hukuken de ceza infazlarının bedensel cezadan hapse doğru evrilmesi epey yakın zamanlı bir gelişme.

    şiddet, insanlık tarihinin motoru. medeniyet dediğimiz şey, bir bakıma şiddetin kontrol altına alınma çabasından ibaret. bin yıllar boyunca, şiddet insan hayatının o kadar doğal bir parçasıydı ki, şu anki hayatlarımız epey inanılmaz gelmeli aslında hepimize. çok yakın tarihlere kadar, halka açık infazlar söz konusu dünyanın her yerinde. yani güneşli bir pazar günü çoluk çocuk istanbul gezmesine çıktınız, sultanahmet civarından geçerken cellat çeşmesinde bir soluklanayım diyerek ayaküstü kesilen birkaç kelleyi ailece huşu içinde seyredebilirdiniz. bugün ışid videolarında veya meksika uyuşturucu kartellerinin infaz videolarında anca rastlayabileceğiniz türden vahşetler, günlük hayatın gayet doğal bir parçasıydı hep.

    entry "siz o eski tüp kuyruklarını bilmezsiniz yiğenim, nelerini gördük nelerini" minvalinde bir yere doğru kayıyor farkındayım, durun kaçmayın toparlayacam. sen de bir sus fuko. bikbikbik kafamın tepesinde. zaten uykum kaçmış.

    neyse şimdi harari'ye filan da bulaşmıyorum. fiziksel şiddetin iktidarın temel harcı, en masrafsız kurucu unsuru olması, varlığı ortadan kalksa bile ihtimalinin tepemizde sallanmasını, arada bir hatırlatılmasını yeterli kılabiliyor hala. zamanında sızdırılan mit kaydında davutoğlu'nun dediği gibi, "hard power olmadan soft power olmaz." 15 temmuz gibi, devletin "beka" tehdidini ileri sürerek cinnet getirmesini meşrulaştırdığı örnekler hala gözümüzün önünde netekim. infaz hukuku, bizzat toplumun pedagojisine yönelik. generallerin ağzını burnunu kırıp resmi ajans tarafından videoya çekmek ve yayınlamak, bütün topluma, hepimize verilen eğitimin bir parçası. cesetlerine işkence yapılan örgüt mensupları da hakeza.

    korku, insanın temel duygusu. insan bu yüzden güce tapar. halkımız bu yüzden isyanı ve isyancıları sevmez, çünkü onların başına ne geldiğini binlerce yıl boyunca görmüş, yaşamıştır, hala yaşamaktadır. bütün o celali isyanlarını düşünün. kelleleriyle piramitler inşa edilen, kuyular doldurulan, çarmıha gerilen, çengellere asılıp günlerce can çekiştirilen, odun gibi yakılan isyancılar... bizler ya bu katliamlardan artakalanların, yani isyancıların başlarına ne geldiğini gören ve hayatta kalmanın birinci kuralının itaat etmek olduğunu idrak edebilenlerin, ya da bizzat katliamcıların torunlarıyız. isyancıların feci sonları, yüzyıllar, binyıllar boyunca, toplumun kolektif hafızasına nakşolmuş, şuuraltına sirayet ederek karşı konulmaz bir hükümranlık kurmuştur.

    bu yüzden, güce tapmanın, onu aşkla sevmenin, güvenli bir yaşam için zorunlu bir unsur olduğunu, doğduğumuzdan itibaren zihnimize nakış gibi işleriz. güce taparak yalnızca kendimizi korumaya almış olmaz, gücün bizzat bir parçası haline geldiğimizi hissederiz, güçlünün yanında olmak insana gerçekten iyi hissettiren bir şeydir. o sizin adınıza başkalarını ezer, çiğner, yakar ve yok eder, siz de bu gösterinin bir parçası olma onurunu yaşarsınız. hele hele, bizzat o infazı uygulayan araç olmanın tadına doyum olmaz.

    bütün bunları elbette çok iyi bilen, bildiğinin farkında dahi olmadan bilen insanlar, güç ve iktidar karşısında, onu sevmekten başka bir çaresi olmadığını da idrak eder, etmek mecburiyetindedir. kendi iktidarına, kendi bekasına tehdit hissettiği zaman ne kadar vahşileşebileceğinin sınırı kestirilemeyen bu kadar muazzam bir güç karşısında, istediği zaman sizi bir sinek gibi ezebileceğinden kuşku duymadığınız bir güç karşısında, aşkla tapınmaktan başka bir çareniz yoktur. evet, yalnızca tapınmak yetmez, bunu severek ve isteyerek, canıgönülden yapmanız gerekir, nitekim siz de öyle yaparsınız. bu yüzden tanrı ile devlet kafanızca mezc olur, ikisini birbirinden ayırmak güçleşir. spinoza'nın tanrı ile evren arasında ayrılık gayrılık görmemesi gibi. ayran içtik ayrı mı düştük?

    kıymeti dostlarım, kıymetli kardeşlerim, bu vatanın delileri, bu vatanın fedaileri, bu vatanın serdengeçtileri. theodor roosevelt’in dediği gibi, “onları taşaklarından yakalarsan, kalpleri ve akılları da peşinden gelir.”
  • pek de uzak olmayan dönemdir.
    kendi yediğim dayaktan çok şahit olduklarım kalmış aklımda. kimse o karanlık dönemde hareketlerini pedagojik açıdan değerlendirmiyordu anlaşılan çünkü ben havada çocuklar gördüğümü hatırlıyorum.
  • istanbul'un göbeğinde kabataş, galatasaray ve haydarpaşa liselerinin en iyi liseler olduğu 1980'lerin ortası olan yıllardan bahsediyorum, bugün üniversite haline dönmüş olan kadiköy'e gider iken numune hastanesi karşısındaki haydarpaşa lisesinin orta okul bölümünde okudum.

    beden eğitimi, yabancı dil ve din ahlak öğretmeni olan okul da attıkları dayaklar ile isim yapmış öğretmenlerin derslerinde dayak yememek içim çaba sarf eden orta okul öğrencilerini hayal etmenizi istiyorum, özellikle din hocası avucunun içine aldığı çocuğun bir yanağını tutar iken diğer eli ile destekli tokat atarak öğrenci döverdi, bu kitapsız şerefsiz umarım acı çekerek gebermiştir ve diğerleri.

    sonuç olarak o yıllar ülkenin 80 darbesi sonrası rotasını bulmak isteyen bir ülkenin çocuklarının travma üzerine travma yaşadığı yıllardı, mutlaka o dönem de haydarpaşa da okuyanlar vardır ve bu kitapsızların yaptıklarından da mutlaka haberleri olmuştur.

    çok detay vermeye gerek yok, bu travmaları atlatabilenler eğitim hayatını tamamlayıp umarım bir yerlere gelebilmiştir, benim şahsen çok dayak yemediğim ancak yabancı dil hocasından cetvelle ellerime hafta da en az 1 kere vurulduğunu hatırlıyorum, bazı sapık hocaları öğrencileri tekmelerken görmüşlüğüm var, hepsine lanet olsun.
  • tam bir "neremiz doğru ki buramız eğri olmasın" örneğidir. yanlış mı, kesinlikle yanlış ama tamamen yanlış yetiştirilmiş, arkadaşlarına şiddet uygulayan, tüküren, eşyalarına zarar veren çocuklar nasıl tımar edilecekti biri açıklasın bir zahmet.

    ben de nasiplendim bu şiddetten az da olsa. suçum da zil çaldığı halde lavaboda olmaktı. kırılmaktan kıl payı kurtulacak kadar şiddetle sıraya çarpan kolumu lavaboda suya tutmak için gitmiştim. 2. veya 3. sınıftım herhalde. nöbetçi hoca gelişine vurmuştu. böyle oldu birkaç kere araya kaynadığım.

    ama hiç kızmıyorum. her şey bozuk, her şey çarpık. eğitim nasıl gül gibi olsun? ailesi tarafından düzenli dayakla kontrol altında tutulan tipleri okulda nasıl zapt edeceksin? e ailesi dövmesin desen, aile planlaması yok, geçim derdi var. pek çok insani standarttan uzak yaşıyor insanlar. falan filan işte...
  • atatürk henüz çocukken selanik'te annesi tarafından gönderildiği mahalle mektebini sevmeme sebeplerinden biri de budur. atatürk sonradan anlattığı anılarında sıklıkla mahalle mektebindeki eli sopalı hocalardan, bu hocaların en ufak hata yapan öğrencileri ağır bir şekilde dövmesinden, bazı hocalarla ters düştüğü için arkadaşlarıyla beraber uğradığı zulmlerden bahseder. atatürk bu yüzden mahalle mekteplerine hiç sıcak bakmazdı ve eğitim sisteminde devrim yaparken öğrencilere şiddet uygulanmaması konusunda çok hassastı çünkü bunun öğrencilerde kötü bir etki bırakacağını ve çocukların okullarından ve eğitimlerinden nefret edeceğini biliyordu.

    atatürk: "mektepte kaymak hafız isminde bir hoca vardı. bir gün sınıfımızda ders verirken diğer bir çocukla kavga ettim. çok gürültü oldu. hoca beni yakaladı. çok dövdü. bütün vücudum kan içinde kaldı. büyük validem zaten bu mektepte okumama aleyhtardı. beni derhal mektepten çıkardı.”
hesabın var mı? giriş yap