• gene bir öğlen vakti kaderin yollarımızı birleştirdiği adamdır*. o gün, 18. noterde binbir zorlukla işimi halledip noterden çıktığımda, iki saattir kapalı, boğucu bir yerde kalmanın da etkisiyle dışarı çıkınca temiz bir hava almak için kafamı kaldırmıştım ki karşımdaki iş hanının 3. katında bu adamın bürosunu gördüm. saate baktım, öğlene geliyordu. yemek vakti yaklaşıyor, karnım guruldamaya başlıyordu. dedim “bir sürpriz yapayım bu adama, ne zamandır görüşmüyoruz.”

    girdim bürosundan içeri. telefonla konuşuyordu. ben “ooooovuoo” ile başlayan samimi bir karşılama beklerken, o telefonla konuşmaya devam edip, işaret parmağını havaya kaldırıp bana “bi dakka” işaret yapmış, yüzüme bile bakmamıştı. ulan insan bir otur derdi önce.. neyseydi. ayakta kaldığım, ilgilenilmediğim, diğer büro elemanları tarafından anlaşılmasın diye, duvardaki tabloyu, adeta bir sanat tarihçisi titizliğinde incelemeye başladım. telefonu kapanmıyor, büronun duvarındaki tek oyalanabileceğim nesne olan yağlıboya tabloyu mecburen incelemeyi sürdürüyordum. en son işaret parmağımla boyalara değip, parmağımı dilime götürmüştüm ki, telefonu kapattı. döndüm ona. “sıtkıcım hoş geldin” dedi. yüzü buruşuktu biraz. “hoş bulduk olmayanaergicim, noterden çıktım bi merhaba demek için uğrayayım dedim.” “iyi yapmışsın” dedi ve o an gözlerindeki bir anlık parıltıdan, benim öğlen yemeğini beleşe getirmek için burada olduğumu anladığını hissettim. sonra “yok lan artık” diye kendimi yalanladım. ancak bir süre sonra “olum buraya günde yüz tane adam geliyor, adam insan sarrafı olmuş” diye gene strese soktum kendimi. gereksiz yere terledim. ha yamınaydı..

    her şeyi sürekli irdelememin yarattığı gerilim tırmanmıştı.. espri yapıp tansiyonu düşürmem, rahatlamam lazımdı. aksi gibi lig de bitmişti, futbol muhabbeti koyamazdım, neyse ki sıcak hava imdadıma yetişti. “yav bu ne sıcak be abi, yanıyor ortalık” diyerek girdim. yüzü buruşuktu hala.. “ya öyle valla” gibi otomatik bir cevapla cesaretimi kırmaya çalışıyordu. o an içimden durma olum dedim. durma.. devam.. “sıcaklık bugün 12 gevur amıymış abi, sabah altyazı geçti cnn” dedim. beni dinlemiyor gibi gözüküp önündeki laptopun ekranına bakıyordu ancak, yanağında belli belirsiz oluşan, bıyık altı gülümsemesi dikkatimden kaçmamıştı. “eheheh” diye güldüm, oluyordu. “gelirken zaten halk otobüsünde 2 kişi eridi abi… direkt eridi insanlar ama böyle, biletçi geldi süpürgeyle süpürdü sonra bunları” evet gülümsüyordu... “meteroloji çalışmıyor ki abi, hayvan gibi kadrolaştı herifler, iş yapan yok” bak isviçreye orada böyle sıcaklar oluyor mu?”

    laptop ekranını bırakıp gülerek bana bakmaya başlamıştı artık. “çay içelim mi” dedi. “abi sağol, aç karna midem bulanır şimdi” diyerek yemek olayı için ilk hamlemi yapmıştım.. “olsun olsun içeriz birer tane” deyip, yan masada oturan bir arkadaşa el edip iki çay söyleyerek” hamlemi ustaca savuşturdu. normalde, bir iki cümle ile emri vakinin allahını yapıp şu anda bir buçuk etibol tereyağlı iskenderi söylüyordum aslında ama olmayanaergi ciddi bir rakipti. onu asla küçümsememeliydim. önce piyonlarla ilerlemeliydim.

    “nasıl abi işler, döviz feci arttı, etkiledi mi seni” diye atsan atılmaz satsan satılmaz bir girizgah yaptım. konuşmak zorundaydı. “yea tabi mutlaka biraz etkilendi insanlar ama, piyasa dönüyor gene, bi problem olmaz” dedi. allam konuşma istediğim gibi bir türlü yönlenmiyordu. bu yuvarlak cümlelerden sıkılmaya başlamıştım. cümlelerinde bir yönelme tespit etsem hemen üzerine gidecektim, ama hamlelerini o da dikkatle yapıyordu.
    “abi öyle diyosun da, duyuyoruz çekler senetler dönmeye başlamış, ufaktan bir panik havası var gibi” deyince “çekle çükle işimiz yok çok şükür, sen işine bak boşver” dedi. saat 12 ye yaklaşmıştı. yemeğin altındaki kısık ateşi biraz açmak lazımdı artık. “bak o kadar konuştuk senle, en güzeli merkezi yerde bir restoran diye, adamlar açmış aşağıya” diyerek hem bürosunun aşağısında yeni açılan restoranı hatırlattım hem de bilinçaltındaki açlık duygusunu harekete geçirmeye çalıştım. “yaa sorma ya.. dolup dolup taşıyor valla öğlenleri dedi” güzeel, havaya giriyordu. “nasıl gittin mi hiç, iyi mi yemekleri?” deyince “self servis yapmış adamlar, temiz yemekleri, dönerden hamburgere her şey var, aman aman bir lezzeti yok ama iyiler işte” dedi. “şimdiden amorti etmişlerdir işletmeyi allah bilir, acayip kalabalıktı içerisi gelirken” dedim. “ohoooo dedi. bak.. günde nerden baksan 500 kişi yemek yiyordur. ortalama herkes 7 milyonluk hesap verse…” “milyon mu kaldı mına koyim” diye düşüncelere dalacaktım ki, işaret parmağıyla omzumu dürterek konuşmaya devam etti. “7 milyondan 500 ne etti?” piyyuu, gözlerini kısıp, tepede bir noktaya bakıp, parmaklarıyla işlem yapıyordu.. “3500” dedim. “hee, 3500.. 35 milya.. yok lan.. üç buçuk milyar yapar” kirası, çalışanları, giderleri at yarısını. “1 milyar 750 milyon” dedim. “ne eder ayda?” deyip gene havaya bakmaya başlamıştı. hah, sen o rakamları çarp birbirleriyle, onun integralini almayan sıtkıyı ziksinler dedim içimden. baktı olmayacak küçük bir hesap makinesi çıkarıp çarptı. 52 milyar 500 milyon yapar” deyip, kafasını hafifçe aşağı yukarı sallayıp anlamsızca bana gözlerini dikip bakmaya başladı. ha yamınaydı. muhabbet hiç istemediğim bir noktaya yönelmiş, kontrolden çıkmıştı. konu birazdan, “o değil de bir halı saha açacaksın aslında” kıvamına gelmeden hamlemi yapmalıydım.. risk almak zorundaydım. restimi çektim. “ehehe, onu bunu bırak da gel sana bi yemek ısmarlayayım” dedim. gönlü geniş bi adamdı. ince düşünürdü. her türlü cinliği bilir ama kendine yapılan bir birim iyiliğe 2 birimle cevap verirdi. “ooo olur mu öyle sıtkıcım, misafir gelmişsin, gel ben sana ısmarlayayım” ya da benzer mealli cümleler bekliyordum ki : “yeni yere mi gidelim diyorsun” dedi. hassiktir.. blöfümü görmüştü.. soğukkanlı olmalıydım. “ne biliyim abi, buralar senin mekanın, sen daha iyi bilirsin nerde yiyelim.. misafir sayılırız sonuçta” diyerek son kozumu oynadım. “e tamam, bu yeni açılan yere bir bakalım o zaman” diyerek laptopunun ekranını kapatıp ayağa kalktı.

    yenilmiştim..

    ayağa kalkana kadar geçen 3 saniyede, kendimi düşündüm. noter, vergi dairesi, kooperatif taksidi, yemek ısmarlamalı muhabbetler, o değil de geyikleri.. nasıl bir adam olmuştum lan ben. 6 sene önce üniversiteden mezun olup zıpkın gibi iş hayatına atılan ben nasıl bu duruma düşmüştüm. ha yamınaydı..

    omzuma arkadan avucuyla dostça vurup, öteki eliyle yolu göstererek, benim önden gitmemi sağladı. çobanının emrine kayıtsız itaat eden bir koyun gibi gidiyordum. kontrolü tamamen yitirmiştim. bir umutla “allaam inşallah kredi kartı geçmiyordur allaam” diye sessizce dua ederek yeni açılan restorana doğru ilerlemeye başladık. hayat çok acımasızdı.
  • bir musibet bin nasihatten evlaydı. (bkz: #9649253)’daki maceramızı düşündükçe, bunu bir yenilgiden ziyade muazzam bir tecrübe olarak görmüştüm. “daha zeki olmanın tek yolu daha zeki bir rakiple oynamaktır” diyordu “satrancın temelleri” adlı kitap. sıra bende idi. ona unutamayacağı bir ders verecektim.

    öncesinde bekledim. zaman iyi bir ilaçtı. birkaç hafta sonra telefonla arayıp tacizlere başladım. “naber abi, nasılsın, nasıl gidiyo, bi akşam çıkalım, içelim güzelleşelim” diye tiri viri yaparak yavaş yavaş kıvama getiriyor, ama asla “hadi bu akşam çıkalım” diye işi kesinleştirmiyor, yarım ağız konuşarak “yea, bu akşam amcaoğlu gelecek bilgisayarına bakacağız, şu akşam arkadaşın düğünü var vs” şeklinde çok istekli olmadığımı vurguluyordum. bir hafta sonra zokamı yutmuştu. telefonumun ekranında “olmayanaergi” yazıyordu. “ne var ne yok, ne haber, konuşuyoruz ne zamandır bi çıkamadık, akşama çıkalım, bir şeyler yapalım” faslından sonra, buluşmuştuk bile. tokalaşıp öpüşürken, sadece yanaklarımızı değdirmek yerine candan bir öpüşten anladığım kadarıyla hiçbir şeyden haberi yoktu safın. 1 ay önce vahşice ısmarlattığı yemeği tamamen unutmuşa benziyordu ama beni daha tanımıyordu. göstergeler olumlu idi. keyfim yerine gelmiş, ben de onu şevkle öpüp akabinde el ense çekmiştim bile. pehlivan gibiydi namussuz, dilenci tarrağı gibi enseyi, çaktırmadan tüm gücümle çekmeme rağmen kıpırdatamamıştım bile. yarı şaka yarı ciddi, “napıyon lan sokak ortasında.. yapma olum böyle şeyler, karizma sahibi adamım ben” diyerek, anlamsızca girdiğim bu uğraşı bırakmama vesile oldu. toparlandım. “abi hava güzel. bilmiyorum içelim mi ,yoksa dolaşalım mı biraz.” diyerek planın belirsiz olduğunu vurguladım. “akşam aylin arayabilir, belki aniden çekebilirim” mesajını verdim. “valla ne biliyim” dedi. güzeel.. ipler bendeydi. “dolaşalım biraz istersen” dedim. yüzü buruşuktu,cevap vermedi. ikna edebilmek için “cıvır kaynıyo olum ortalık” demek zorunda kalmıştım. “olur sıtkıcım, uyar bana, dolaşalım” dedi. kalabalık caddelerde kritik yapa yapa, muhabbet ede ede ilerlemeye başlamıştık. konu anatomi, biyoloji ve sosyoloji üzerine dallanıp budaklanıyordu. ben bir yandan konuya iştirak edip diğer yandan planımı gözden geçirirken, aniden omzu ile omzuma vurarak “öndekine bak öndekine, mavili, nası ama, tam si..imlik kıvama gelmiş ehe ehe” deyip benden gelen tepkiyi beklemeye başlamıştı. götü başı ayrı oynuyordu,nasıl da neşelenivermişti birden. o an, kendisinden “mavili” olarak bahsedilen, kadını düşündüm. kadınımızı. haklarını elde etmek için nice savaşlar vermiş, yiğit cumhuriyet kadınını. “tam si.imlikmiş!” zaten hayattan tiksinmişim, yeni nesilden, ergenlerden nefret etmişim. şu kısacık hayatımda haşemanın moda olduğunu bile görmüşüm… vizyonlarını sktiklerimin yerelleri… kozalak muhabbeti açan olmayanaergi’ye tiksinti ile baktım. iki kelime edip yerin dibine batırmam an meselesi idi, ama bir planım vardı, onu bozamazdım. “offf, bunu yatıracaksın hacı, şöyle bi tokat atıcan, dalgalanıcak, bi tokat daha.. sonra verecen ayarı.” diyerek muhabbete iştirak etmek zorunda kaldım. tiksiniyordum kendimden ama mecburdum buna. “pompalarken ritmi tutturacaksın hacı, çaktın ya, dalgalar bele doğru gidip bitmeden bir tane daha çakacaksın, sonsuz bir devinim olacak. ondan sonra hatun seni bıraksın gel yüzüme tükür” diyerek hiçbir şeyden kuşkulanmamasını sağladım. gevrek gevrek gülüyordu saf gibi…

    “gel şurda iki gazoz içelim, yorulduk” diyerek, kaldırıma masa sandalye atmış uyanık esnafın kafesine oturduk. (kafe ve kafes’i aynı kelime de iki anlamıyla da kullanarak tevriye sanatının en güzel örneklerinden birini verdiğimi nasıl anlatabilirdim sana..nasıl.. ayrı dünyaların insanlarıydık ama ben intikam için sana katlanıyordum) iki gazoz söyleyip sigaralarımızı yaktık. anatomi, atom fiziği, liseli müfredatı gibi genel geçer konularda sohbetimiz devam etti. 45 dk sonra, beklediğim kritik an gelmişti. “kalkalım mı” diye belli belirsiz sorup, “ne biliyim ya” ifadeli bakışlarını görerek, ayağa kalkıp “şimdi iki tek atmaya gidebiliriz işte” diyerek aniden gecenin rotasını belli ettim. aynı anda elimi cüzdanıma atmış, bir onluk çıkararak yanımdan geçen garsona uzatmıştım bile.. aniden uyanır gibi olmuştu.. (ahahaha.) çaresizce karşımda eziliyor büzülüyor. “ya sıtkıcım ayıp oluyor, ben verseydim keşke” gibi geveliyor ön cebine sokuşturduğu cüzdanını çıkarmaya çalışıyordu. artık çok geçti. ah be olmayanaergi. sen nerden bilecektin ki, ben yarım saattir garsonu kolluyorum, ve tam yanımdan geçerken, iki tek atalım muhabbetini açıp, aynı anda garsona hesabı vermeyi hesaplıyorum. uyanır gibi olmuştu. gevrek gülüşü gitmiş, alnında boncuk boncuk terler gözükmeye başlamıştı. ilk turda hesabı ben vermiş, (hatta geçen sefer soktuğu hesapla ikidir hesaplar bendendi) ve o öldürücü cümleyi söylemiştim. “n’olcak abi, başka sefer de sen verirsin” ve şimdi içmeye gidiyorduk. gecenin hesabı şimdiden ona girmişti bile. ahaahaha. çaresizdi. ama hala yıkılmadığının sinyallerini, “abi bir milyon var mı ben size beş vereyim” diyen garsonu hemen kendi tarafına çevirip, daracık kot ceplerinin içinde 1 lira araması ile veriyordu. takdir etmiştim. bir lira da olsa hesaba ortak olup, içkileri tek başına ödememek için son kozunu oynuyordu. tam bir profesyoneldi. ama beni hafife almış ve en büyük hatasını yapmıştı. o, geçen hatunların af buyurun kasalarından bahsederken, ben yan masada hesabı veren bir çiftten gazozun 3 lira olduğunu öğrenmiş, ve bozuk olmaması ihtimaline karşı avucumda 1 lirayı hazırlamıştım bile. iki eliyle kotunun küçücük ceplerinde canhıraş bir şekilde bir lira ararken avucumdaki bir lirayı uzattığımdaki yüz ifadesini görmeliydiniz dostlar. donmuştu. gömleğimdeki sabit bir noktaya takılmıştı gözleri. sarstım. “aloo, hadi olum, daldın gene.. gece uzun olacak ehehe” diye dürttüm umarsızca. kendine gelmesi kolay olmamıştı. yürüdük…

    hem içebileceğimiz hem de öncesinde bir şeyler atıştırabileceğimiz mekana gelmiştik. artık ben muhabbeti açıyor, onu düşüncelerinden kurtulması için dürtüyor, kahkahalar atıyor, gevrek gevrek gülüyordum. elleri masanın altında, başı eğik, ruhsuz bir şekilde duruyordu. aniden telefonu çalmaya başladı. açtı. birden canlanmıştı. “oo hacı,, evet evet. barkod’dayız biz içiyoruz. gelin gelin” kelimelerini duymamla kafamdan aşağı kaynar suların dökülmesi bir oldu. olmayanaergiye yaklaşıp, “nooldu abi, kim abi, ne diyo abi” diye çemkirerek rahat bir şekilde konuşmasını engellemeye çalışıyordum. eliyle telefonun alıcısını kapatıp, bana dönüp “simplextablosu ile shirakahn da dışarıdaymış çağırıyorum” dedi. ha yamına koyim arkadaş ya.. hay böyle işin anasını avradını, soyunu sopunu, yedi ceddini, sülalesini, eşiktekini beşiktekini, mezardakini… bu ikisi de gelirse, dört kişi olacağız ve mecburen hesap alman usulüne dönecek, ince eleyip sık dokudum plan mahvolacaktı. “abi kalkarız zaten birazdan, bırak boşver” dememe aldırmadı. “tamam hacı bekliyoruz” deyip kapattı. sakin olmalıydım… sakin olmalıydım.. sakin olmalıydım. dizlerimin sinirden titremesini engelleyip, soğukkanlı bir şekilde düşünmeye başladım. bu ikisi asla bir araya gelip olmayanaergiyi aramazdı. e olmayanaergi de bana sormadan arayamazdı, hem yanındaydım aramamıştı.. o an kafamda flashbackler çakmaya başladı. ruhsuz bir ifade, yana yatmış kafa.. masanın altındaki eller. masanın altındaki eller.. lanet olsun. beni uyutup masanın altından bu adamlara mesaj yazmıştı.. ha yamına arkadaş ya. bir yandan kızıyor bir yandan da, saygı duyuyordum. gerçekten muazzam bir iş çıkarmıştı.. daha zeki olmanın tek yolu daha zeki bir rakiple oynamaktı. simplex ile şira’yı beklemeye başlamıştık… hayat çok acımasızdı. ama gece daha bitmemişti…
  • çıkan kısmın özeti: (bkz: #9649253), (bkz: #9980095)

    ...ifadelerini seyrediyordum. karşımda elleri kolları bir arının kanat çırpması gibi oynayarak hararetle bir şeyler anlatıyordu. tek bir ses duymuyordum. er ryan’ın bombaların arasındaki sağır senfonisi gibi. o an “b planı”na odaklanmış, onu dinlermiş gibi yapıp olasılıkları gözden geçiriyordum.

    saat 21:30 du. bursa’da barkod bar’da idik. hava sıcaktı. biraz sonra iki arkadaşımız daha bize katılacaktı. karşımda sürekli bir şeyler anlatan olmayanaergi, hesabı ödemenin vicdani yükümlülüğünü hızla üzerinden atmak üzereydi. ders kitaplarına girecek kadar muazzam planım iflas etmişti. “b planı”na geçiyordum. hemen seçeneklerimi kontrol etmeye başladım.

    1. seçenek gelen iki kişinin, hiçbir şey içmemesi ya da en kötüsü sadece bir içecek içmesi idi. dolayısı ile hesap gene iki kişilik olacak ve olmayanaergi önceki hesapların hesabını verecekti. ancak başarı şansı düşük bir plandı. bu dörtlü ile eski muhabbetlerimizi düşününce, masaya gelen karışık çerezin ilk 5 saniye içinde antep fıstıklarının, 10 saniye içerisinde fındıklarının 30 saniye içerisinde de tuzlu fıstıklarının bitmesinden biliyordum. gelir gelmez hayvan gibi tüketmeye başlayacaklardı.

    2. seçenek , hesap ödemeye yakın, “türksün değil mi”, muhabbetini açıp, konuyu türklerin ecnebilerde olmayan güzel özelliklerine, oradan alman usulü denen iğrenç, samimiyetsiz alman töresine getirip, “ulen kabayız sabayız, ilkeliz ama, arkadaşımıza da hesap ödetmeyiz” şeklinde olmayanaergi’yi gazlamaktı. burnunun hafif hafif kızarmasından ve çakırkeyfliğinden bu konuda zorlanmayacağımı umuyordum. başarı şansı yüksekti. ama yetmezdi. edindiğim tecrübeler sonucunda alternatif planlar yapmak zorunda olduğumu biliyordum.

    3. seçenek bozuk yok yöntemi idi. çaktırmadan ceplerimi kontrol ettim. bir adet 50 lira ve eser miktarda 10 luk , 20 lik paralar vardı. bir yüzlük olsa işim kolaydı. parayı ortaya atıp , olmayanaergi’ye ayaküstü “abi bozuk yok bende sen veriver bu seferlik” şeklinde emrivaki yapabilirdim. ama 50 lira sakattı., milletten gelen üç beş ile tüm hesabın o 50 liradan ödenmesi kuvvetle muhtemeldi. ayrıca gelişecek olan olmayanaergi ataklarını da dikkate almam gerekiyordu. eğer olmayanaergi bütün para çıkarırsa devreye sokmak üzere bu planı da hızlıca geçtim.

    4. seçenek klasik numaralardı. kurtlar sofrasında uygulanması zor olsa da, gecenin sonunda alkolle harmanlanan bünyelerde geçerliliği olabilirdi. hesap sırasında acil bir telefon gelmesi, tuvalete gitme bahanesi. hatta 4 masa ileride oturan, deminden beri gözlerimi kaçırdığım lise yıllarında tanıdım bir arkadaşı, (bu tür yıllar sonra görüşülen uzak arkadaş tribinden nefret etsem de) hesap sırasında yanına gidip yanaklarından öpmeyi bile planlamıştım.

    simplextablosu ve shirakahn’ın da gelmesiyle planlarıma ara verdim. öpüstük, tahmin ettiğim gibi daha sandalyeye oturmadan garsona işaret parmaklarını uzatıp 1 işareti ile bira söylemişlerdi bile. 2. seçenek iptaldi.

    “naber nasılsın” faslından sonra gündem aniden sözlüğe dünmüş ve bir firne bir fücur tüm hızıyla başlamıştı. “yok o yazardan nefret ediyormuş” “gördüğü yerde dalacakmış” “moderatörlere bir şuna ikiymiş” “x yazar ile y yazar şunu yapmış” piiiuu.. ben çocukken annemin gününde bile, komşulardan, kamile teyzeden, gülşen abladan bile böyle seri dedikodular duymamıştım. “sözlük baymış da” “yeni nesiller sözlüğün ebesine hallenmiş de” “bırakacaklarmış da” ... laf!

    bitmedi, kafamız acıyana kadar konuştuk. sözü ne zaman ecnebiler ile olan farklarımıza getirmeye kalkışsam lafı ağzıma tıkıp gene sözlüğe döndüler. hay sözlük kadar taş düşsün başınıza. ne bitmez derdiniz varmış be. bu hengame içerisinde 3 saat konuşmuş, saat 12’yi geçmiş, hesap vakti gelmiş sinir savaşı başlamıştı. herkes türk garsonlarının, hesabı isteyene hesabı gizlice getirip hesabı ona otomatikman kilitlemesi özelliğini bildiğinden susuyor, hesabı isteyemiyor, sinir savaşı artıyordu. şu anı en iyi anlatacak sahne "iyi kötü ve çirkin" filminin finalindeki düellodan önceki bekleyiş sahnesi idi. garson boşları alırken, “servisi kapatıyoruz abi var mı bir istediğiniz” diye sordu da sinir harbini bitirdik. alalım hesabı dendi yarım ağız. garson gitti hesabı getirmeye. o sırada bir de ne göreyim, olmayanaergi ayaklanmış, masaya “ben bi su döküp geliyorum” deyip tuvalete seğirtmişti bile. yuh be abi, bu kadar ucuz bir numara yapacağını bin yıl düşünsem aklıma getirmezdim. yer miyiz olum bu numaraları deyip kendimi avutsam da, bu beklenmedik gelişmenin getirebilecekleri korkutuyordu.

    simplex ile shirakahn denen bu iki yazar artık nasıl insanlarsa olmayanergi tuvalete gider gitmez ceplerinden paralarını çıkartıp masaya koymuşlardı bile. biri "benim 15 lira 50 kuruş", diğeri "benim 21 lira tutuyor" diyordu. lan fiyatları nerden biliyorsunuz, ne zaman hesapladınız mına koyim. o kadar bozuk parayı nerenizden çıkarınız… bir kez daha tüm kötü düşüncelerime, ince planlarıma rağmen bu adamların arasında nasıl masum, nasıl saf kaldığımı hatırladım. elimi cebime sokmuş, suratımı büzüştürmüş, 1 dakikadır kotun dar cebinden para çıkarıyor numarası yapıyordum. zaman geçmek bilmiyordu.

    neyse ki o sırada olmayanaergi göründü. elim cebimde, sandalyede iyice kaykılmış bir halde bu korkunç saniyelerin geçmesini bekliyordum hala. parmaklarımın ucundaki ellilik ve yirmilik paraları iyice ayırıyor, olmayanaergi’nin bütün para atma olasılığına karşılık, hangisini çıkaracağımı planlıyordum ki, olmayanaergi masadaki bozuklukları sahiplerinin önlerine iterek ve gülerek “bendensiniz gençler” dedi.

    iyi kötü ve çirkin filmini çok sever 3 ayda bir seyrederim. gene o düello sahnesi geldi aklıma. gergin bekleyiş bitmiş, silahlar ateşlenmişti. vurulmuştum. kötü olan bendim. ben.

    cebimdeki tüm paraları hızla çıkardım. “vallaha olmaz” diye olmayanaergi’nin ellerini tuttum. olmayanaergi de benim ellerimi tutmuş bana engel olmaya çalışıyor, ben de aynı şekilde onu ittiriyor, engellemeye çalışıyordum. titriyor ve sarsılıyorduk. güç savaşımız teoriden pratiğe dökülüyordu. bu güç savaşını sürdüren kimdi bilmiyorum. vücuduma başka biri girmişti adeta. tüm kalbimle paramın cebimde kalmasını istediğim halde, vücuduma giren şey mücadeleyi tüm gücüyle sürdürüyordu. vücudum terlemeye başlamıştı ki. olmayanaergi mücadeleyi bırakıp biraz geri çekilerek beni serbest bıraktı. gücüm birden boşa çıktı. öne doğru bir hamle yapmıştım. elimde para boşlukta kalakaldım. şaşkındım. ha yamınaydı. hesap gene bana kalıyordu. bayılacak gibi oldum. gözlerim kararmaya, görüntüler silikleşmeye başlamıştı. tam kendimi koyuverecekken, olmayanaergi”nin “ben çoktan verdim olum hesabı” dediğini duydum. diğerleriyle birlikte gülüyorlardı. sandalyeye çöktüm. bir kez daha kaderime, ruhumun tüm gidip gelişlere, kaypak düşüncelerime, silik benliğime lanet ettim. hayat çok acımasızdı.
  • arada bir eski sözlük bursa ekibini topluyoruz. gerçi bursa'daki tek üye bu garibim olmayanaergi kaldı. shirakahn londra'da simplextablosu dusseldorf'da, ben ve sedge istanbul'dayız. bu tek başına ne haltlar çeviriyorsa orda, çok başıboş bıraktık. zaten yaşlı, endişeleniyoruz da. ne sözlükte ne twitter'da ne bloğumuzda yazmıyor artık.

    eskiden (bkz: olmayanaergi nin yeri)'nde buluşurduk. artık fiziken imkansız oldu ayrı düştük bir müddet. nadiren bir araya gelebiliyoruz. pandemiyle birlikte baktık 5 yaşındaki bebe de 80 yaşındaki dede de çatır çatır görüşüyor internetten. "bizim neyimiz eksik, biz de yapalım" dedik ve zomzom'dan bir araya geldik. bağlandık ama olmayanaergi yok piyasada. sesi var da kendi yok. "olm kıy paraya artık bir webcam al" diyecektim de artık onların da kalmadığı aklıma geldi hem yaşlı başlı adamı yekten üzmeyeyim diye sustum. sonra "ovicciovicci" diye sesler gelmeye başladı. bunun ekranında bir şeyler belirdi. evet artık görüntü olmayanaergi'ye benziyordu ama sanki iki tane içiçe duşakabinin arkasından konuşuyormuş gibi. bulanık adam. blurlanmış, muzır neşriyat olmuş, poşete girmiş adeta. "elektrik aldık olm birbirimizden, aç paravanı artık bir çay içelim" dedim. ovicci ovicci ovalıyor hala. parmakla muvaffak olamadı gitti üstüpü gibi bir şey getirdi onla da ovaladı beş dk. bir yıldır görüşmemişiz adam bizi böyle karşılayınca hunharca koptuk tabi. gözyaşlarımı sildikçe bizimki belirdi. gerçi 480x320 pixel kamerasında hala net değildi ama uzuvları kaşı gözü falan doğru yerindeydi ve teşhis edilebiliyordu artık. sünnetinden kalma sony handycam'i mi bağlamış bilgisayara ne yaptıysa? neyse başladık muhabbete.

    nasıl oldu bilmiyorum konu pandemiden sanal sekse geldi. bizimki aldı sazı eline, "iflahım kesildi artık" diye başladı anlatmaya. anammm. arkadaş biz ne mazbutmuşuz, ne anasının kuzusu, ne evinin erkeğiymişiz. playboy'da, playmen'de, penthouse'da, erkekçe'de okumadım böyle hikayeler. kameranın da neden bulanık gösterdiğini anlamış olduk finalde. ibret aldık, buz kestik.

    bi keresinde de muhabbet epey sürdü. 3 saati falan geçti. herkes demleniyor bir yandan. bizimki kelle oldu kafasını arkaya atıp he-man gibi* kahkaha atıp duruyor boyuna. sonra gülerken aniden "küte" diye, birinci kattan patates çuvalının düşmesi sesi geldi ve yok oldu bu. biz "ahaha, düştü lan herif" diye koyverdik. "sözlükçü ya sandalyeden düşecek illa" falan kopuyoruz. 30 saniye sonra kopmadan tek tük kahkahalara geçip gülmeler bitince baktık adam hala yok. lan adam harbiden düştü mü, kaldı mı kafasını mı vurdu pekmezini mi akıttı hafiften endişelenmeye başladık. ünlüyoruz "aloo, olmayanaergi, haloov" diye. cevap yok. aynı filmdeki gibi. zomzom da kayıtta bir yandan. telefonla aradık açmıyor. hassktir. evde de kimse yok. içeriye hırsız falan girip bunu etkisiz hale mi getirdi acep falan diye senaryo yazıyoruz. polisi arayalım mı derken bir kız belirdi kamerada. kamerayı çevirdi baktık, yerde uyuyor bizimki. "sızmış bu ben yatırayım onu, hadi iyi geceler size" dedi, kapattık. sonra ben yavaş çekimde oynattım bunun sızma sahnesini. adam ebru gündeş gibi saliseler içinde gitmiş lan. gülerken havada sızmış adam, güm diye kapaklanmış yere.

    adamın durumu böyle. endişeleniyoruz tabi arkadaşları olarak. ben bir kez kendisinin de olduğu grupta üstteki gibi zıpırlıklarından sonra "arkadaşlar olmayanaergi'yi kaybettik bu akşam ona içiyoruz" diye şaka yaptım, kimse yadırgamadı valla. hatta biri "ne zaman kalkıyor" diye sordu. ulan bi şaşır, bi başsağlığı dile, hemen gömecek adamı. gollük pas atmış ama hiç espri yapmadım, dedim ikindiyi müteakip kaldırıyoruz. sonra karıştı ortalık.

    valla buradan da sesleneyim kendisine. gittiği yol yol değil. shakespeare demiş ya şemsiyeciye "dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın" diye. ben de diyorum ki :

    "dostum sen yaz, hep yaz, sadece yaz, sanal seksi her zaman yaparsın."
  • olumsuzluğu laflarından menkul ama yüreği aslan nidası aşktan enerji reaktörü gergin insan
    (bkz: yatay akrostiş)
  • bana ilkleri yaşatan adamdır. yuh, bu nasıl giriş lan deme hemen, dur hele. açıklayacağım.
    sözlük bursanın kendi halinde bir ferdi olduğumun bile bilincinde değilken, bir entrysi üzerine mesaj yolladığım adamın sözlük bursayı demir perdeler arkasından yönettiğini nerden bilebilirdim ha, de bi bana. sözlük bursaya ilk adımım bu şekilde oldu işte. bir tane ilkle ilklerin adamı payesini kimseye vermiyoruz elbette. o yüzden devam.. ayrıca bursa dogader lokali desem, ismail desem? senin için birşey ifade etmiyorsa başka bir şehirdensin, ip ni tespit ettik bile. neyse, seninle sonra ilgileneceğiz. konuyu dağıtmadan kendisinin bir pipo sahibi olduğunu ve paylaşmaktan çekinmediğini ve fekat ben de dahil olmak üzere "abi bi nefes çekeyim mi?" diyeni bol olduğundan kendisinin bol miktarda yedek ağızlık taşıdığını da belirtmek isterim. gerçi bunları yazarken kendisinin sadece tek bir yedek ağızlığa sahip olduğu ve her isteyene onu dayadığı ihtimalinin gerçekliği üzerinde durursak geçen ay neden sebepsiz yere ağzımda mantar çıktığını da düşünmeyi bırakabilirim artık.
    bir de en son dogader'de birbirimizden habersiz karşılaştığımızda şöyle bir diyalog yaşadık:

    - lan geliyosun gidiyosun buralara da bi haber versene hayırsız.
    + abi ya evli barklı adamsın ya ne bileyim işte ehemehe.
    - evliysem seninle mi evliyim lan?

    işte ben o lafı çıkaramadım hala. beraber uyuyoruz geceleri, sızı yapıyor biraz. sana laflar hazırladım.
  • muslum baba hastasi bir emektar bu aralar kendisi. baba naaptin sen ya diye haykirip duruyorum kendisine amma ve lakin duyana da durdurabilene de askolsun... madem istatistikleri alt ust etmeye and icmis ustad, bize de saygi duyariz baba diyip kosemize cekilmek duser, cekilirken de kivrak bir hareketle manimizi masaninin uzerine birakmak...

    ah bu kis gecer mi
    karlar durulur yagmurlar diner mi
    attim ocaga bir kucak mese
    ustadim, bizi bu gece idare eder mi

    (bir gun, bir ise yarayacagini biliyordum ben)
  • geçen gün yolda karşılaştım ben bu adamla, baktım kafa önde “dolmusa binmeden once para bozdurmak, dedirten başlık falan filan” mırıl mırıl söyleniyo bu. durdurdum, “sen sözlükçü müsün bilader yoksa” dememle “oh evet.. evet.. sonunda.. işte.. o an.” diyerek sicim gibi gözyaşlarını avcuma akıtıverdi. omzundan sarstım. “bilader senin nick neydi” dedim. “olmayanaergi” diye fısıldadı. “bak” dedim “olmayanergi, çok dalgınsın, var mı memlekette bıraktığın yavuklun falan” diye bi kaç yoklayınca, “sorma abi, sorma” diye ellerime sarıldı bu, senin ismin nedir diye sorunca.. “sıtkı” dedim. “sıtkı sıyrılben.” oh, demek, demek sıtkı sıyrıl sensin, demek burada, demek şu anda.. şimdi... ohh.. diye gevelemeye başladı.

    sonra tuttu elimden bi restorana götürdü, karışık salata yaptırdı, getirtti önüme. ben yedim o anlattı, ben yedim o anlattı. ben bunun yaman geyikçi olduğunu anlayınca “o değil de abi” , “bak altıncı nesil sözlüğü ne hale getirdi” falan filan diye esareti bozmaya çalışsam da, bir eliyle omzuma dürterek, “aah, ahh. seni allah gönderdi abi” diye aklınca beni gazlayarak anlatmaya devam etti.

    baktım dayanılacak gibi değil, kafam acımaya başladı, “olmayanergi” dedim, “benim vergi dairesinde bi işim var, sana doyum olmaz, şu hesabı iste de kalkayım ben” diye emrivaki yapınca “oo ne hesabı ya, olur mu öyle sıtkıcım, burada senin paran geçmez” dedi. o an samimiyetinden etkilendim. acaba kalıp biraz daha muhabbet etsem mi diye düşündüm. ama beni kolay karar değiştiren biri olarak görmesin diye, vedalaştım “kendine iyi bakacaksın olmayanaergi dedim, kaç kişi kaldık bu lanet teknede” deyip omzunu hafifçe, kararlı bir şekilde sıktım. baktım laflarım beklediğim etkiyi yapmadı. “ehe ehe tabi tabi” diye geçiştirince beni, “hadi görüşürüz moruk” diye ayrıldım yanından.
    ve bi an kendimden tiksindim. “ulan bu adam bana başından beri kolpa yapıp benle kafa mı buldu yoksa” şeklinde düşüncelere dalmışken, önümde yürüyen liseli kızları gördüm. sonra adımlarımı kızların temposuna uydurup eve doğru seyirtince ne gam kaldı ne kesavet.*
  • universiteye kayit gununde tanisilan arkadaslar vardır bir de aynı dönemde girdiğiniz ortamda tanışmak için 4 yıl geçmesi gerekenler vardır. ilki ne kadar zoraki ve yapmacıksa, ikincisi de o kadar kıymetli ve uzun ömürlü olur genelde.

    umarım ikincisidir payımıza düşen.
  • güzel zamanlar, güzel insan, özlendi.
hesabın var mı? giriş yap